Geçen ayın ortasında meydana gelen darbe girişimi, kimi bakımlardan öncekilerden ayrılıyor, kimi açılardan da tarihimizdeki asker-siyaset ilişkisini bugüne taşıyor. Tarihçiler, 15 Temmuz hadisesinin tarihsel arka planını, günümüz ve gelecek ekseninde ele aldı.
Demokrasilerde itidal ve uzlaşma alışkanlığı şart – İlber Ortaylı
Kapıkulu ayaklanmalarını saymazsak halk dilinde “askerî darbe” diye tabir edilen ordunun sivil yönetime müdahalesi ya da girişimi tarihi 1876’da Abdülaziz’in devrilmesinden başlayan ve ne yazık ki günümüze kadar uzanan bir dönemdir.
Tarihimizde hem siyasilerin hem de halkın dilinde “askerî darbe” dendiği zaman ilk etapta akla II. Meşrutiyet dönemi gelir. Bu dönem darbeleri deyince, ilk yaygın teşkilat olan ama sureti katiyede demokratik bir parti yapısı teşkil etmeyen, daha çok Balkan komitaları tipinde yaygın bir örgüt olan İttihat ve Terakki’nin faaliyetleri anlaşılır.
İttihat ve Terakki’nin sadece bizim tarihimizde değil bütün Ortadoğu tarihinde çok önemli etkileri olduğu da açıktır. Siyasi misyonunu her şeyin önüne koyan insanların oluşturduğu bu hareket, birçok Arap aydınını etkilemiştir. Mısır’da, Lübnan’da ve daha bir çok memlekette İttihatçılara hayran prensler, devlet adamları olduğu önemli tarihçiler tarafından yazılmıştır. İttihatçılar yemin ederek partiye üye olurlardı. Gizliliğe hayati derecede önem verirlerdi. Partinin misyonunda, kişiler arasındaki “bağlılık” çok dikkat çekiciydi. Parti içindeki bağlılık her türlü akrabalık hukukundan ötedeydi ve bunun önemi büyüktü. Örneğin, Celal Bayar için partisi İttihat ve Terakki şefi de Talat Paşa olarak kalmıştır ve bu ömrünün sonuna kadar böyle devam etmiştir. Aralarındaki en bilinen “bölünme” İstiklâl Savaşı’nda görülür. İttihat ve Terakki’nin üyeleri ikiye ayrılmıştır. Bir kısmı Enver’e itaat ederken diğer kısmı Mustafa Kemal’le birlikte Anadolu hareketine katılmışlardır.
1908’e dönecek olursak, bu darbe tarihimizde çok şeyi değiştirmiştir. Bu tarihe kadar Avrupa monarşileri içinde Osmanlı padişahı kadar tesiri olan biri yoktur. 1908 darbesiyle bu güç gitmiştir. Saltanatın temsilin ötesindeki etkili nüfuzu yok olmuştur. Gel gör ki partinin diktatoryası her şeyin yerini alınca, Meşrutiyet rejimi de yaşayamamıştır.
Burada bir parantez açıp 1908’in ilk darbe olmadığını da söylemek gerekir. Zira 1876’da Hüseyin Avni Paşa’nın, Mektepler Nazırı Süleyman Paşa’nın tertiplediği Mithat Paşa’nın ise sempatizan olarak desteklediği darbeyle Sultan Abdülaziz koltuğundan kaldırılmış ve katledilmiştir.
1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar ayaklanmalar, tahttan indirmeler hatta sultanların katledilip ikinci padişahın yani kardeşlerin tahta çıkarıldığı darbeler olmuştur. Ama bunlar bizim bildiğimiz anlamdaki askerî darbelerden çok Kapıkulu ayaklanmaları şeklinde tarif” edilmelidir. Kaldı ki, 1826’da Kapıkulu Ocakları kaldırılırken bu ananenin bitirilmesine gayret edilmiştir. Bu gayret büyük ölçüde başarılı olmuştur. Ve neticede askerlik ne olursa olsun, 19. yüzyıl reformlarında en çok yol kat ettiğimiz alanlardan biri haline gelmiştir.
Cumhuriyet devri bizzat kurucu generallerin, başta Gazi Mustafa Kemal Paşa ve Fevzi Paşa’nın gayretiyle ordunun siyasetin dışında kalması, siyasi otoriteye itaatiyle sonuçlanır. Burada devletin başındakilerin bizatihi askerî komutan olmalarının büyük rolü vardır. Unutulmamalıdır ki, 27 Mayıs’ta bile askerî müdahaleyi yapanların Suriye, Mısır tipi olayları başlatamamasının en önemli nedeni, İstiklâl Harbi komutanı İsmet Paşa’nın hâlâ hayatta olmasıdır. 1965’te Süleyman Demirel gibi -her ne kadar bunu çok dillendirmese de – sivil otoritenin gereğine ve esasına inanan bir siyasetçinin iktidarda olmasının da bu süreçte rolü büyüktür. Ta ki 1971-1972 tıkanıklığına kadar! Orada da siyasi partiler süreci bir müddet sonra kendilerine çevirmiş, askerî adayı cumhurbaşkanlığı seçiminde elemeyi başarmışlardır.
12 Eylül, 1960 tipi bir askerî darbeyi ama tamamıyla Genelkurmay’ın komuta zinciri içinde getirmiştir. 12 Eylül’ün ordunun en üst terfi sistemine dayandığı, ordunun içindeki o günkü kadronun ideolojisini, kendi tarihî inancını, dünya görüşünü yansıttığı açıktır.
Yakın tarihimizde askerî müdahaleler içinde üzerine en çok konuşulanlardan biri de 28 Şubat olmuştur. 28 Şubat’ta asker muhtıra vermiş, mevcut hükümetin işine müdahale etmiş, gövde gösterisinde bulunmuştur. Şüphesiz ciddi bir hadisedir. Ancak tarihçi olarak politikacıların söylemlerini tekrarlamak yerine şunu söylemek gereklidir: 28 Şubat hele ki 12 Eylül’e göre tesiri çok daha hafif ve kısa süreli bir müdahale olarak kalmıştır.
Bugüne gelecek olursak… 15 Temmuz’da askerin bir kısmı sivil otoriteyle ve onun arkasında duran halkla karşı karşıya gelirken, askerin diğer kısmı sivil otoritenin yanında yer almıştır. Zor günler geçirmekteyiz. İşler daima dengeye, itidale uyarak ilerlerse Türkiye bu dar ve zor dönemeci de geçer. Çünkü hakikaten tehlikeli bir dönemeçteyiz ve bize rehberlik edecek, örnek-model teşkil edecek hiçbir ülke yok. Ne İslâm dünyasında ne de Batı dünyasında böyle bir ülke var… Demokrasimizi güçlendirmek adına bize lazım olan tek şey itidal ve uzlaşma alışkanlığını edinmek, bu alışkanlığın yerleşmesini ve devam ettirilmesini sağlamak.
Eğitim sistemi değişmeden, fabrika ayarlarına geri dönemeyiz – Necdet Sakaoğlu
Osmanlı Devleti’nin içerisinde çok eskiden beri var olan tarikatlar ‘gelişerek, devletten koparak ve değişerek’ varolmaya çalışırlar. Bu her zaman böyledir. Okulları, orduyu ve bürokrasiyi, devlet kadrolarını ele geçiren bu tip farklı yapılanmalar Sümerler zamanında da vardı, Orta Asya’da Şamanlar’la da vardı, İran’da da vardı, Anadolu’da da vardır. Bunların her girişimi, bizi her seferinde daha geriye götürmek maksadıyla planlanmıştır.
Osmanlı tarihinin ilk yeniçeri ayaklanması Buçuktepe İsyanı’dır. II. Murat döneminde gerçekleşmiş bu isyan 1421 tarihinde başlar ve 1451’e kadar yani tam otuz yıl devam eder. Çıkış sebebi Fatih Sultan Mehmet’in çocuk yaşta tahta geçirilmek istenmesi ve yeniçerilerin buna isyan etmesidir. Bir başka isyan ise daha rasyonel bir çıkış olan Simavnalı (Şeyh) Bedreddin İsyanı’dır. Şeyh Bedrettin’in Serez çarşısında 1420’de idam edilmesiyle sonuçlanır. 16. yüzyılda Kanuni’nin tahtını sarsan Oğlan Şeyh İsyanı da ‘Hayat kısadır, yiyin, için, sefanıza bakın’ bakışı etrafında binleri toplamıştır. Kanuni, Oğlan Şeyh’i (İsmail Maşuki) idam ettirse de bu anlayış daha sonra Kalenderilik olarak devam etmiştir. Sonrasında Kadızadeliler ve Feyzullah Efendi vakaları şeklinde tarikatların devlet sistemine tehdit olarak çıkardığı isyanlar görülmüştür.
Cumhuriyetin ilanı ve sonrasında, bilhassa 1922 ve 1926 yılları arasında alınan önlemlerle, bu tip tarikat ve benzeri oluşumlar kendi içine çekilmiştir. Ben cumhuriyetin ilk yıllarını da görmüş biri olarak bu tarikatlere, şeyhlere, hocalara zulmedildi desem iftira etmiş olurum, onlar sadece rejimin gücünden korkarak kendi bünyelerinde yaşadılar. Rejime kendilerini göstermek istemediler.
Şu an bazı ayarlara geri dönülmek istendiğinden sıkça bahsediliyor. Cumhuriyet dönemi ve devrimlerinin temelinde demokrasiye dayalı bir eğitim sistemi, pozitif eğitim, öğrencilere yeni bir hayat tarzının kazandırıldığı, laik bir sistem kurulmuştu. Bu sistem zamanla güçsüzleştirildi ve şu anda da yokedilmiş durumda. Dolayısıyla eğitim sistemi değiştirilmediği sürece biz hiçbir ayara geri dönemeyiz.
Bütün milletlerin ruhunda gizli gizemli bir korku vardır. Bu korku her insanda başka türlü tezahür eder. Kimi karanlıktan, kimi yüksekten, kimi hayaletlerden… Yaygın korku ise keramet korkusudur. Bu keramet tüm tarikat ve benzeri yapılaşmaların ana dayanağıdır. Çoğunluk bir manevi güç ötesinde, keramet gücüne dayanmak ister. İşte bugün bu tarikatları oluşturan ana sebep de budur. Son elli yılda buna yol verildi.
Başarılı olunca ‘ihtilal’ dedik, bu günlere geldik – Yavuz Selim Karakışla
Benim bütün ömrüm askerî darbelerle geçti… 1960 darbesinde anamın karnındaydım, altın nikâh yüzüklerini orduya ilk bağışlayanlardandır bizimkiler. 1971 darbesinde ilkokul son sınıftaydım. Denizler, Mahirler kaçar, asker polis kovalar, biz de radyodan ajans haberlerini dinlerdik hep geceleri. 12 Eylül 1980 darbesinde ise Boğaziçi Üniversitesi’nde Kimya Mühendisliği öğrencisiydim. 12 Eylül darbesi ülkenin bütün gençliğine darbe vurdu gerçi, ama bana harbiden sağlı sollu girişmişti… Darbeden tam on beş gün sonra annemi kaybettim, bir yıl sonra mühendislik bölümünden atıldım, mühendis olma ihtimalim kalmayınca da çok sevdiğim kız arkadaşım on bir gün içinde beni terk etti, darbe üstüne darbe yedim anlayacağınız.
55 yıllık ömrüne üç tam teşekküllü askerî darbe, sayısız darbe girişimi, post-modern darbe, e-darbe filan sığdırmış olan benim gibi tecrübeliler, 15 Temmuz 2016 gecesi herkes gibi televizyonlarının ekranına yapışmış bir halde olup biteni izlerlerken, “Darbelerle geçti ömrüm benim, şol yel esip geçmiş gibi…” diye geçirmişlerdir herhalde akıllarından. Eski darbe hatıraları birer birer canlanmıştır gözlerinde. “Tarihi yaşamak” böyle bir şey herhalde… Darbelere karşı çok dayanıklı ve çok da tecrübeliyim ben, evimdeki dolabın buzluğunda birkaç dilimlenmiş ekmek, dolabın birinin dibinde birkaç paket makarna, kitaplığımda kapağı hiç açılmamış birkaç kitap, zulamda da birkaç paket sigara ve biraz nakit para vardır her zaman bir yerlerde…
15 Temmuz 2016 gecesi yaşanan darbe girişimi (Bu darbe literatürü de bir acayip; darbe başarılı olursa ”ihtilal,” başarısız olursa “darbe girişimi” oluveriyor) şimdiye kadar gördüklerimize pek benzemiyor. Birincisi, bizim alışık olduğumuz şekilde “emir komuta zinciri içinde” değil. İkincisi, şimdiye kadar gördüğümüz hiçbir askerî darbenin olmadığı kadar açıkça “dış mihraklar” ile bağlantılı. Üçüncüsü, darbeler tarihimizin aksine, homojen ve Jacoben bir hareket değil; “darbe girişimi” olarak kalmasa da hani “ihtilal” olsa, 16 Temmuz sabahı nasıl bir Türkiye’ye uyanacağımızı bence -bazı darbeciler dâhil-kimse bilmiyor. Sonuncusu da, bunu açıkça söylemeye çekiniyorum, ama galiba bir şeylerin sonu değil de sanki başlangıcı… Bu yazın uzun ve sıcak bir yaz olacağını hep söylemiştim kendime, ama bu denli kurak geçeceğini hiç düşünememişim.
‘En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır’ – Celal Şengör
Ülkemize kısa dönemde büyük zarar vermiş olan 15 Temmuz kalkışması, ileride ülkede Fethullahçılık denen zehirli faaliyetin kökünün kazınması için bir ulusal uyanmayı da beraberinde getirdiği için önemli bir dönüm noktası olarak da hatırlanacak, ülkeyi yönetenlerin onlarca yıldır Atatürk’ün şu sözünü anlamamış olmalarının Türkiye Cumhuriyeti halkına ne kadar pahalıya mal olduğu bir defa daha tasdik edilecektir: “Efendiler ve Ey Millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler dervişler müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyettir. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için kâfidir”.
Bireylerin akıllarını eleştirel bir şekilde kullanmalarını temel alan demokrasiler, akla ve bilimsel düşünceye dayanmayan irrasyonal inançlarla sürdürülemez. Bu tür inançlar bireylerle sınırlı oldukları sürece -Batı demokrasilerinde de gördüğümüz gibi-zararları sınırlı olur. Ama tüm ilkel toplumlarda görüldüğü gibi, toplum yaşamına yön vermeğe kalkarlarsa, sonuç akıldışı inancı ve körü körüne bi’atı temel alan terör sistemlerinin doğumu olur. Şu ileride muhakkak yazılacaktır: Fethullahçılık, inancı aklın ve bilimin önüne koyan sakat bir düşünce atmosferinde gelişip serpilmiştir.
Vatandaşın bu direnişine tarihimizde hiç rastlanmadı – Feridun Emecen
Öncelikle bu çok elim ve ibretlik bir olaydır. Türkiye’nin geleceğini karartabilecek bir durum halkın birlik ve beraberlik içerisinde olmasıyla önlenmiş oldu. Toplumu derinden etkileyen bu tip olayların üzerinden daha etraflı bir sonuca varabilmek için en az 40-50 yıl gibi bir sürenin geçmesi gerektiği söylenir. Fakat toplum üzerindeki etkisi, sonuçları belki şimdiden incelenmeye başlandı da.
Biz tarihçiler geçmişi değerlendiririz. Bizim bilimsel alanımız geçmişle ilgilidir, gelecekle değil. Dolayısıyla bu olayın gelecekte nasıl konumlanacağını belirmememiz ya da buna yönelmemiz için zamana ihtiyaç var. Bununla beraber bu demokrasiyi tehdit eden kalkışmanın mahiyeti çok açık ortada. Kimin, niçin yaptığını bilmek icin zamana da hacet yok.
Tarihte benzer olaylar vardır, ancak böyle bir hadisenin tekerrür etmediği açıktır. Daha önce ‘kıyametçi ve mehdici’ anlayış etrafında toplanan gruplar, her yüzyılın başında ortaya çıkacak bir müceddit arayışı içinde oldu. Bu maksatla isyanla sonuçlanan bir takım girişimlerde bulunmuşlardır. Bu isyanlar da her defasında bastırılmıştır. Örneğin Şii hareketin 16. yüzyılın başında ortaya çıkardığı Şahkulu İsyanı buna bir örnek teşkil edebilir. Ama devleti ele geçirmeye yönelik bir hareket selefi çevrelerden geldi. 17. yüzyılda gerçekleşen Kadızadeliler hareketi buna bir örnektir mesela.
15 Temmuz’daki olaylar devleti ele geçirip dış mihraklı bir şekillendirmenin denemesiydi. Ancak Kadızadelilerin dışarı kaynaklı üst aklı yoktu. Ayrıca 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980, medyanın toplum erişimine kapalı olduğu dönemlerde, karanlıklar içinde gerçekleşti. Bugünse her şey toplumun gözleri önünde yaşandı. Tarihimizde eşine adeta rastlanmayan bir tarzda halk sokağa çıktı ve birlik içerisinde demokrasisine sahip çıktı. Bunu hangi saikle olursa olsun hafife almak bana göre en azından bir gaflettir.
Devlet de ordu da ‘ele geçirilecek’ yapılar değildir – Ahmet Kuyaş
Darbeler tarihine kesin bir son verildiğini sanıyorum. Bu, en büyük kazanımımız. Bir de olası, ikinci bir kazanımımız var ki, ne kadar gerekli olduğu, yaşadığımız darbe girişimiyle bir kez daha kanıtlandı. O da, artık siyasi iktidarın gerçek iktidar olması, dolayısıyla da devleti ele geçirmeye, devlete sızmaya ihtiyaç duymamasıdır. Bilindiği gibi, devlet hizmetinden çıkarılan birçok terör örgütü üyesi veya sempatizanı var. Bunların yerleri doldurulurken işe alınacak olanların birer teknokrat olarak yetkinliklerine göre seçileceklerini, etnik ya da dinî kökenlerine, siyasi tercihlerine bakılmayacağını ümit ediyorum. Bu yapıldığı takdirde iktidar, bir takım çetecilerden temizlediği devletin hepimizin devleti olduğunu, onu ele geçirmeden yönetmeye muktedir olduğunu gösterecektir.