Kasım
sayımız çıktı

Sivil toplum yüzleşiyor devlet inkâra devam

YENİLENEN HAFIZALAR, DEĞİŞEN ALGILAR

Türkiye’de Ermeni sorunuyla yüzleşme konusunda son yirmi yılda dikkat çekici bir mesafe alındı, toplumdaki farkındalık hissedilir biçimde arttı. Etkinlikler çoğaldı ve çeşitlendi. Üstelik bu gelişmeler son yirmi yıllık zaman diliminde hızlanarak gerçekleşti. Bu dönüşümün nasıl giderek hızlandığı, bu konudaki gelişmelere geriye doğru sararak bakınca daha açık biçimde gözüküyor.

2-3-763x1024

Bundan on yıl önceyi hatırlayalım. İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri başlıklı konferansın Boğaziçi, Bilgi ve Sabancı Üniversitelerinin ortak girişimiyle Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılması mahkeme aracılığıyla engellenirken, dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek konferansı düzenleyenler hakkında, “sırtımızdan hançerlediler” demişti. 2005 Mayısında ırkçı-milliyetçi bir avukat grubunun girişimiyle engellenen konferans daha sonra aynı yılın Eylül ayında Bilgi Üniversite’sinde yapıldı. Aynı avukatlar ikinci girişimi de engellemek için dava açtılar ve mahkemeden istedikleri kararı çıkarttılar. Ama karar böyle bir toplantının bir devlet üniversitesi olan Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılmasını yasaklıyordu. Mahkeme kararının açıklandığı günün akşamı toplantının Bilgi Üniversitesi’nde yapılması kararlaştırıldı. Aralarında sol etiketli faşizan kişilerin de yer aldığı bir grubun yumurta atarak ve hakaretler savurarak yaptığı protesto gösterisine rağmen, konferans iki gün hiç aksamadan devam etti. Bugün bu tür konferanslar, sergiler, toplantılar, bir kesimin şiddetli tepkisini çekmeye devam etse ve kendi kanallarında bunu ifade etseler de, Türkiye’nin her kentinde olmasa da, birçok kentinde artık neredeyse olağan kamusal etkinlik konumu elde etti.

Bugün Ermeni soykırımı tabirinin kullanımının göreli olarak sıradanlaştığını söylemek abartılı olmaz. Ermeni soykırımının konuşulması, tartışılması, bu konuda yazıların, kitapların yayınlanması açısından son on beş yılda dikkat çekici bir dönüşüm yaşadık. Fethiye Çetin’in Anneannem kitabının yayınlandığı 2004’den bugüne Ermeni nineler, çok daha az olsalar da Ermeni dedelerin torunları bilince gelmeye başladı ve bugün ciddi bir toplumsal ilgi konusu oluşturuyor.

11.-SAYI-136-688x1024

Bu değişimin hızlanmasında Hrant Dink’in katledilmesine karşı oluşan tepki önemli bir rol oynadı. Ermenilerin başına gelen felaketin ve Cumhuriyet’in ilanı sonrasında devam eden etnik-dinsel temizlik politikasının teşhir edilmesi 2007’den sonra gittikçe hızlandı. Hrant’ın öldürülmesini izleyen yıl, 30.000’den fazla Türkiyelinin imzaladığı ve halen imzaya açık olan “Özür diliyoruz” kampanyası, Ermeni sorununda sivil toplum girişimlerinin daha da görünür olmasına yol açtı. 2005’de İnsan Hakları Derneği Irkçılıkla ve Ayrımcılıkla Mücadele Komisyonu’nun kapalı toplantıda düzenlemeye başladığı 24 Nisan Ermeni Soykırımı Anması, 2010’dan itibaren çok daha geniş bir katılımla Taksim meydanında yapılmaya başlandı. O tarihten beri sadece İstanbul ve birkaç kentte sivil toplum örgütlerinin girişimiyle kamusal alanda anma düzenleniyor.

2000’lerden geriye doğru gittikçe Ermeni sorunuyla yüzleşme açısından 1990’ların bir dönemeç olduğunu görüyoruz. Taner Akçam’ın Türk Ulusal kimliği ve Ermeni Sorunu kitabını yayınlandığı 1992’de kamu alanında tartışma çok zordu. Ama 1996’da Agos’un yayına başlaması, Belge ve Pêrî yayınevlerinin soykırımla ilgili kitaplar yayınlamaları, Aras yayınevinin kurulması ve Susurluk kazası sonrasında ortaya dökülen derin devlet olgusunun Ermeni sorununun ve daha genel olarak azınlıklara yönelik örgütlü ayrımcılık ve dışlamanın farklı cephelerinin ortaya dökülmesine yol açtı. Örneğin Azınlıklar Tali Komisyonu adlı gizli komitenin varlığı ve faaliyetleri bu dönemde ortaya çıktı. Buna karşılık 2001’de MGK bünyesinde Asılsız Soykırım İddialarıyla Mücadele Koordinasyon Kurulu’nu kurmaktan geri kalmıyordu devlet. Bu kurulun 2012’de lağvedildiği ilan edildi. Şimdi 1980 sonrasında bu amaçla Dışişleri Bakanlığı bünyesinde kurulan İstihbarat ve Planlama Koordinasyon Kurulu mu bu faaliyetleri izlemeye ve koordine etmeye devam ediyor yoksa başka kurumlar mı devreye girdi? Her durumda 2015’de hassas ülkelerde Türkiye büyükelçilerinin asli faaliyeti “asılsız Ermeni iddialarıyla mücadele etmek” olmaya devam ediyor.

11.-SAYI-137-935x1024
İstanbul, 2014 24 Nisan Ermeni Soykırımını Anma Platformu’nun Taksim’deki eylemi.

1990’larda ceza kanunu, bugünle kıyaslanamayacak biçimde, Ermeni sorunuyla ilgili tüm yayın ve etkinliklere yönelik sürekli tehdit kaynağı idi. O zaman yürürlükteki ceza kanunun 301 ve 312. maddeleri birçok çeviri veya yerli kitap hakkında dava açılmasına dayanak oluşturuyordu. 2000’lerin ilk yarısında Hrant Dink ve Orhan Pamuk hakkında açılan davalar da bu maddelere dayanıyordu. Bugün bu konuda hukuki baskının bütünüyle kalkmamış olsa da, ciddi biçimde hafiflemiş olduğu somut bir gerçek. Ermeni soykırımı konusunda yapılan yayınlarda son yıllarda çok ciddi bir artış var.

Buna ilaveten, merkez basının kışkırtmaları, aşırı milliyetçi çevrelerin tehdit ve tahrikleri, siyasetçilerin Ermeni kelimesini bir küfür malzemesi olarak kullanmaya başlamaları da 1990’larda yaygınlaşmıştı. Türk Tarih Kurumu, 1980 darbesini izleyen yeni yapılanmasından itibaren, en önemli faaliyetlerinden birisi Ermeni soykırımını inkar etmek olan bir propaganda ve karşı-propaganda kurumu olmuştu. YÖK, üniversitelere her yarıyıl yolladığı aylık faaliyet çizelgelerinde “asılsız Ermeni iddialarına karşı” yapılan düzenli faaliyetleri de sormaya başlamıştı. Çok yakın bir tarihe kadar bunu sormaya devam etti.

Buna karşılık, 1980’lerde, askeri yönetimin ağır baskısına karşı, Cumhuriyet dönemi resmi tarihinin sorgulanmaya başlanmasının Ermeni sorunuyla yüzleşmenin zeminini hazırladığı söylenebilir. Ama 1980’ler aynı zamanda Ermeni sorununda ASALA’nın saldırı ve suikastlerinin toplumda yarattığı etkinin canlı olduğu bir dönemdi. 1975’de kuruluşunu ilan eden ASALA 1984’e kadar çoğu Türkiye’nin yurt dışındaki temsilcilerini ve çevresini hedef alan suikastler gerçekleştirdi.

Aslında Türkiye toplumunun önemli bir bölümü Ermeni soykırımı iddiasıyla ilk kez bu tür saldırı ve suikastler vesilesiyle yüz yüze geldi. 24 Nisan’da 1965’de Erivan’da Opera Meydanı önünde toplananların soykırımın tanınmasını talep etmelerinin Türkiye’de devlet yönetimi dışında yankı uyandırdığı söylenemez. O dönemde dünyada birkaç şehirde Ermenilerin yaptıkları anma toplantıları gazetelerde küçük, önemsiz haber olarak yer almıştı. 1965’te Uruguay’ın Ermeni Soykırımı’nı tanıyan ilk devlet olduğundan Türkiye’de haberi olanların sayısı, yanılmıyorsam, devletin ilgili kurumlarında çalışanlarla sınırlıydı. Türkiye’den bakınca Ermeni sorunu 1960’larda ve 1970’lerin ortasına kadar esas olarak uluslararası platformda, Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası kuruluşların kararlarında Ermeni Soykırımı tabiri ve bununla ilgili değerlendirmelerin yer almaması için diplomatların verdiği bir mücadele idi.

11.-SAYI-138-1024x755
11.-SAYI-139
ASALA saldırıları 1980’ler ASALA’nın saldırı ve suikastlerinin toplumda etki yarattığı bir dönemdi. ASALA 1984’e kadar çoğu Türkiye’nin yurt dışındaki temsilcilerini ve çevresini hedef alan suikastler gerçekleştirdi. Örgütün en kanlı eylemlerinden biri, 15 Temmuz 1983’te Paris Orly Havaalanı’ndaki THY bürosuna yönelik bombalı saldırıydı. Olayda sekiz kişi öldü, 55 kişi yaralandı.

Büyüklerinden bir biçimde Ermeni tehciri hikayesi dinlememiş olan Türkiyelilerin çoğu ilk kez Paris büyükelçisi Hasan Esat Işık’ın 1971’de Marsilya’da Ermeni Soykırımı anıtının açılmasını protesto etmek için Türkiye’ye dönmesiyle bir sorunun varlığından geniş biçimde haberdar oldu. Ardından 1972’de THY’nin yurt dışı iki bürosunda bomba patladı. 1973’de Türkiye’nin Los Angeles başkonsolosu ve konsolosu 1915 Soykırımından kurtulmuş 74 yaşındaki bir Amerikalı Ermeni tarafından öldürüldü. Benim kuşağımın büyük çoğunluğu Ermeni sorunu ile esas olarak bu birkaç olay bağlamında yüzyüze geldi. Bizden hemen sonra gelen kuşak da öyle. O dönem hızla yükselen sol hareket içinde Ermeni sorununu açıkça dile getiren yegane örgüt İbrahim Kaypakkaya’nın kurduğu TİK- KO idi. Aynı zamanda 1930’lar dönemini faşizm olarak ilk kez tanımlayanlar da onlardı. Ama toplumda hatta sol örgütler içinde bunun yankısının hemen hemen hiç olmadığını belirtmek gerekir. Ermeni sorunu uzun bir müddet terörle eşanlamlı olarak sunuldu ve öyle algılandı Türkiye’de. Bir de 1974’te TSK’nın ikinci harekat sonrası Kıbrıs’ın üçte birini işgal etmesini izleyen uluslararası diplomatik tecrit döneminde, dış güçlerin Türkiye’yi yıpratma operasyonunun bir parçası olarak. Bugün de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 18 Mart 2015’deki konuşmasında aynı tema işlenmeye devam devam ediyor.

Daha geriye gidersek, Türkiye’de Ermeni sorunu, örneğin 1955-1970 arasında Ermenilerin epey kalabalık olduğu bir mahallede, Kurtuluş’ta büyümüş benim gibi birisinin hiç duymadığı bir konuydu. İlk kez Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni kitabını okurken kısa bir paragrafta Adana’da yerli burjuvazinin terk edilmiş Ermeni mallarına el koyarak zenginleştiğini okuyunca şaşırmıştım. Adana’da demek Ermeniler varmış, diye hayret etmiştim. Buna karşılık, 1960’lar, hatta 1970’ler, okul kitaplarında Ermeni kelimesinin bile geçmediği, böyle bir konunun bahsinin dahi edilmediği bir dönemdi. 1950’den itibaren basılan ve bugünkü inkârcılığın genel çerçevesini çizen birkaç kitap genel milliyetçi şoven yayınlar arasında pek öne çıkmazdı.

Ermeni soykırımı talebi- nin dünyada giderek yankı uyandıması ve 1975’de başlayan ASALA eylemlerinin giderek artmasına paralel olarak Türkiye’de inkarcı faaliyet de yükseldi. Kamuran Gürün, 1983’de resmi görüşü özetleyen Ermeni Dosyası kitabında Ermenilerin tehcir nedeniyle üç yüz bin civarında kayıp verdiklerini iddia ediyordu. Aynı zamanda tehcirin Ermenilerin ihaneti nedeniyle gündeme geldiği tezini işliyordu. 1984’de Paris’te toplanan Halklar Sürekli Mahkemesi ise 1915-1916 yılları arasında Ermeni Soykırımında ölenlerin sayısının bir buçuk milyon olduğunu ilan ediyordu. Uzun bir müddet sorun bir sayı tartışması içine hapsoldu. Ermenilerin örgütlü kıyıma maruz kaldıklarının inkârı 1980’ler- den itibaren Türkiye’nin içinde de aktif biçimde örgütlenen bir faaliyet haline geldi. Ders kitaplarına bu dönemde aktif inkarcılık yansıdı. Bu yönde yayınların sayısı arttı.

Sanırım pasif inkârcılıkla aktif inkârcılığı ayırmak doğru olur. Pasif inkârcılık elbette toplumda Cumhuriyet’in kuruluşundan beri yaygındı. Bunun en yaygın ifadesi, bu konuyu bilmemek, öğrenmemek de direnmek ve bu konu açıldığında, o dönemde herkesin çok büyük acılar çektiğini söylemektir. Pasif inkârcılıktan aktif inkârcılığa gidişin ara merhalesi, yaşananların “mukatele” yani karşılıklı kıyım olarak tanımlanmasıdır. Biraz daha deşince,”Ermenilerin bizi sırtımızdan vurmaya çalıştıkları” iddiası masaya atılır ve aktif inkârcılığın sularına girilir. Ne var ki 1980 öncesinde sanırım kimse, Halaçoğlu’nun dile getirdiği, tehcir sırasında sekiz bin Ermeni’nin katledildiği, kırk bin civarında Ermeni’nin de hastalıktan öldüğü iddiasının temsil ettiği aktif inkarcılık mertebesine erişmemişti. Herhalde 1990’lardan önce çok az kimse 1997’de yapımına başlanıp, 1999’da açılan, eski adıyla Iğdır Soykırım Anıtı gibi 36 metre yüksekliğinde beş kılıçtan oluşan bir inkârcılık anıtını dikmeyi aklından geçirirdi. Aktif inkârcılık 1980’lerden sonra güçlendi, devletin ilgili kurumları eliyle eğitim sisteminin her aşamasına girdi, medyada belli bir dilin oluşmasını sağladı.

Karabağ sorunu nedeniyle Azerbaycan’ın yanında yer almamızın, birbirlerinden bütünüyle farklı iki olayın birbirine karıştırılıp, Ermeni Soykırımı konusunda inkârcılığın toplumsal zeminini daha sonra pekiştirdiği bir gerçek. Ama son on-on beş yılda, Türkiye’de Ermeni Soykırımı konusunda inkarcılığın, bu konunun toplumda giderek daha fazla konuşuluyor, tartışılıyor, inceleniyor olması ve toplumun bir kısmının resmi tarihin etkisinden kurtulmaya başlamasıyla da ilişkisi var. İnkârcılığın bugün geldiği aşamayı ele alırken bu diyalektik ilişkiyi dikkate almak doğru olur.

11.-SAYI-140
50. Yıl törenleri 24 Nisan 1965’te dünyanın çeşitli yerlerinde yapılan 50. Yıl törenleriyle ilgili haberler Türk gazetelerinde de yer aldı. Fotoğrafta, Los Angeles’taki tören görülüyor.
11.-SAYI-141

Bugün Türkiye’de sadece Ermenilere yönelik yürütülen kitlesel yok etme politikası konuşulmuyor. Müslüman olmayan tüm azınlıklara yönelik Birinci Dünya Savaşı’nda ve sonrasında yürütülen etnik-dinsel temizlik politikası tartışılıyor. Cumhuriyet döneminde Kürtlere, Alevilere yönelik yürütülen imha, asimilasyon, inkar politikalarıyla yüzleşmenin mücadelesi veriliyor. Ermeni kültür mirasına sahip çıkma konusunda atılan adımlar, küçük de olsa, hızla artıyor. El konulan malların iadesi, çok cüzi de olsa, artık gündemde ve bu konu önümüzdeki dönemin ana konulardan biri olmaya aday. Zaten bugün Ermeni tehciri ve sonuçları konusunda pasif inkârcılığın, hatta aktif inkârcılığın arkasında iade ve tazminat heyulası yatmıyor mu?

Osmanlı Ermenilerinin bir soykırım boyutunda felakete maruz kalmalarına yol açan tehcir uygulamasının üzerinden yüz yıl geçti. Tehcirden sonra yıllar boyunca onun sonuçlarını tamamlayan tasarrufları Türkiye Cumhuriyeti açık ve gizli biçimde yürüttü. 1915’ten bu yana geçen yüz yıl, işlenen büyük suçun tanınmasını ve bu konuda özür dilenmesini bekleyen Ermeniler için çok uzun bir süre. Daha fazla ne kadar bekleyeceğiz sorusunu sormakta bütünüyle haklılar. Konuya Türkiye toplumu katından bakınca, bu sorunla yüzleşmeye, bu konudaki tabuları yıkmaya başlamamızın tarihi on, en fazla yirmi yıl geriye gidiyor. Bu zaman zarfında alınan yolu küçümsemek mümkün değil. Daha gerilere gitmeden, sadece yirmi yıl öncesiyle kıyaslandığında Türkiye toplumunda bu konulardaki tabuların kırılmaya başladığını iddia etmek abartılı bir değerlendirme olmayacaktır. Ama elbette yolun daha başındayız.

Türkiye toplumunun ortalamasını gayet iyi temsil eden Tayyip Erdoğan’ın bu konudaki inkârcılık, acıyı tanıma ve taziye, tarihçilere işi bırakma, medeniyetimiz ve kültürümüzde soykırım diye bir şey yoktur iddiasını sürekli dile getirme, elimizde milyonlarca belge var deyip istersek biz Ermenilerden daha mazlum olduğumuzu gösteririz demek arasında gidip gelen şaşkınlıkla karışık kafa karışıklığı anlamsız değildir. Yüz yıla yakın devam eden pasif ve aktif inkârcılık dünyasında bilinci yoğrulmuş bir aklın kafa karışıklığıdır bu. Tabunun yıkılması kafa karışıklığıyla başlar. 

Marsilya Ermeni Soykırımı Anıtı

Marsilya’da bulunan Saints Traducteurs katedralinin bahçesinde yapımına başlanan Ermeni Soykırımı Anıtı’na ilk taş, 31 Mayıs 1970’de Ermeni Patriği 1. Vazken tarafından konuldu. 1972 yılında tamamlanan anıtın resmi açılışı 11 Şubat 1973’te yapıldı. Açılış törenine dönemin Fransa Gençlik ve Spor Bakanı Joseph Comitti ile Marsilya milletvekili ve belediye başkanı Gaston Defferre de katıldı. Anıtta soykırım ibaresenin bulunması Türkiye-Fransa ilişkilerinde gerginliği yükseltti. Türkiye, anıtın açılışını ve özellikle Fransa’nın üst düzeyde temsilini protesto etmek için büyükelçi Hasan Işık’ı Ankara’ya çağırdı. Mimar ve heykeltraş Alain Prian ile heykeltraş Toros Razdkelenian’ın ortak yapımı olan anıt, üzerlerinde bakır harfli yazılar bulunan mezartaşlarıyla çevrili çelik bir kuleden oluşan bir enstalasyon olarak tasarlanmıştı. 1990 yılında anıta Yukarı Karabağ’da ölen Ermeniler’in anısına bronz bir kap ve plaket eklendi. Bu kabın içinde her yıl 23 Nisan akşamı yakılan sonsuzluk ateşinin 24 Nisan akşamı tören ve gösterilerin sona ermesiyle birlikte söndürülmesi bir gelenek haline geldi.

11.-SAYI-142