İstanbul’un Silivri ilçesinde ortaya çıkarılan MÖ 3. binyıla ait kurganda, mızrağıyla beraber gömüldüğü tahmin edilen bir savaşçının kemiklerine rastlandı. Yarı hocker pozisyonunda yatan iskeletin yanında mızrak ucu, düşük ısıda pişmiş topraktan testiler, ufalanmış kemik parçaları da bulundu.
Kazı çalışması yapılan ve Cambaztepe Tümülüsü olarak adlandırılan yığma tepe, İstanbul’da Silivri İlçesi, Çanta Mahallesi’nin deniz tarafında E5 karayolunun güneyinde, kuzey-güney yönlü uzanan bir sırtın denize bakan güney ucunda yer alıyor. Yüksek bir konumda olan yığma tepe, çevreye hakim bir noktada.
Kazıya başlanılan 57.13 metre kotundan, ortalama 52.80 metre kotuna gelindiğinde, farklı boylarda kum taşı blokların uç uca getirilmesiyle oluşturulmuş 6 metre çapında dairesel planlı bir yapıya ait taşlar görülmeye başlandı. Dairesel planlı yapının sınırlarını oluşturan taşların tek sıra halinde dizildikleri, dairenin kuzey ve doğu kısmındaki bazı taşların üst üste iki sıra halinde konuldukları görüldü.
Kazının devamında, yapının iç kısmında plan vermeyen ve birbirleriyle herhangi bir bağı olmayan dağınık vaziyetteki taşlar belgelenip temizlendikten sonra, 6 metre çapındaki dairesel yapının ortasında, kuzey-güney doğrultusunda uzanan ve kenarı kaba taş duvarla çevrili dikdörtgen planlı bir mezar tespit edildi. Dikdörtgen planlı alanın iç kısmında zeminde yaklaşık 169 cmx85 cm ölçülerinde kuzey-güney doğrultulu, üst yüzeyleri oldukça düzgün olan 3 parça sal taşının yanyana getirilmesiyle oluşturulmuş mezar tabanı üzerinde, yarı hocker pozisyonda yatırılmış bir iskelet açığa çıkarıldı. İskelet, kuzey-güney doğrultusunda yatmakta, kafatası kuzeyde, ayakları güneyde yer almaktaydı. Gövde kısmı sırt üstü yatırılmıştı ve yüz güneydoğuya dönüktü. Bacaklar sağ yanları üzerinde karına doğru çekik pozisyonda açığa çıkarıldı.
Kemiklerin yoğun olarak tahrip olduğu gözlendi. İskelete ait el ve ayak kemiklerinden ait parça bulunamadı. Kaburga ve omurga aksı kemikleri de tümüyle tahrip olmuş vaziyetteydi. İskelet genel olarak değerlendirildiğinde, kemiklerin anatomik pozisyonlarını koruduğu görüldü. İskeletin kolları arasında 23.5 cm. uzunluğunda bir adet bronz mızrak ucu bulundu.
İskeletin ayakucunda, taş zeminin güneybatı köşesinde, zemin üzerine dik olarak oturtulmuş pişmiş toprak, el yapımı tek kulplu gaga ağızlı bir testi bulundu. Taş zeminin güneydoğu köşesinde ise oldukça aşınmış ve dağılmış, formu henüz tam olarak anlaşılamamış olsa da gaga ağızlı bir testi olduğu anlaşılan el yapımı bir başka pişmiş toprak testi yan yatmış vaziyette bulundu.
Dairesel planlı yapının güneybatı sınırında, dairenin dış yüzüne bitişik olarak yapılmış olan taş plakalarla biçimlendirilmiş, dış ölçüleri 65cm. x 40 cm. boyutlarında olan dikdörtgen küçük bir sanduka da tespit edildi. Dikdörtgen planlı bu taş sanduka içerisinde, oldukça aşındığı ve dağıldığı görülen el yapımı pişmiş toprak kap parçaları tespit edildi.
İnce bir temizliğin ardından üstü, bir tanesi içe dönük ağızlı kâse parçası, diğeri farklı bir kaba ait dip parçasıyla kapatılmış küresel gövdeli pişmiş toprak küçük bir kap bulundu. Kabın içinde yanmış ve ufalanmış kemik parçaları ortaya çıkarıldı. Kaptaki kemiklerin incelenmesi henüz yapılmadığından bu parçaların insan veya hayvana mı ait olduğu belli değildir. Düşük ısıda fırınlanmış olduğu anlaşılan pişmiş toprak eserlerin restorasyon ve konservasyonları sonrasında formları belirlenecek ve mezar içinde bulunan pişmiş toprak kaplarla aynı dönden mi yoksa daha sonraki bir dönemde ikincil bir gömüt mü olduğu anlaşılabilecektir.
Mezar içinde bulunan pişmiş toprak, tek kulplu gaga ağızlı testi, “İlk Tunç Çağı Troya Tipi Gaga Ağızlı” testileriyle benzerlik göstermektedir (Podzuweit 1979:Tafel 8-9) (Frirdich 1997: Tafel 13). Gaga ağızlı tüm testi ile çok dağılmış halde bulunan ancak gaga ağızlı olduğu anlaşılan diğer testi ve bronz mızrak ucu birlikte değerlendirildiğinde, bu mezarın İlk Tunç Çağı’na, yaklaşık olarak MÖ 3. bin yılına ait olabileceği düşünülmektedir.
Sonuç olarak elde edilen buluntu ve diğer veriler değerlendirildiğinde, taş bir zemin üzerine ölü hediyeleriyle birlikte gömülmüş İlk Tunç Çağı’nda yaşamış önemli bir askere ait olduğu düşünülen bu mezarın, tümülüs tarzı mezarların öncülü olan kurgan tipi bir mezar olduğu anlaşılmıştır.
ANALİZ
Türk kurgan kültürünün Trakya’da bulunan ilk örneği
Doğu Trakya’da kazılmış ilk kurgan olan Silivri kurganı, Türkiye topraklarındaki bu oluşumların Avrasya ve Orta Asya kökenli insanlarla bağlantılarını bir kez daha ortaya koyması bakımından önemlidir.
ŞEVKET DÖNMEZ
Silivri yakınlarında İstanbul Arkeoloji Müzeleri tarafından bilimsel kazılarla açığa çıkarılan kurgan türü bir mezar, kısa sürede kamuoyunun ilgisini çekmiş, ancak bilimsel öneminden çok arkeopolitika boyutuyla gündeme gelmiştir. Kurgan, üstüne tümsek biçiminde toprak yığılmış mezar yapısıdır. Göçebelere ait bir mezar türü olan kurganın koni biçimli toprak tepeciğinin şekli, göçebenin çadırından başka bir şey değildir.
Öncelikle bilinmelidir ki Silivri Çanta Kurganı, Türkiye’nin tek kurganı değildir. Ağrı Dağı etekleri ve yakın çevresi (Bozkurt kurganları), Kars (Çıldır ve Akçakale kurganları), Muş (Nurettin Köyü kurganları), Amasya (İmirler kurganı) ve Ankara’da (Güdül kurganları) binlerce kurgan vardır. MÖ 3. binyıldan MÖ 1. binyıla, yaklaşık 3000 yıllık bir süreçte görülen kurganlar, Erken Tunç Çağı’ndan Demir Çağı’na değin Türkiye coğrafyasına gelmiş Asyalıların varlıklarını tartışmasız biçimde ortaya koymaktadır. Karadeniz’in kuzeyindeki steplerde ve Hazar Denizi’nin kuzeyi ile batısındaki geniş düzlüklerde ortaya çıktığı düşünülen kurganların en eski örneklerinin MÖ 4. binyıla ait olduğu bilinmektedir.
Avrasya ve Orta Asya coğrafyasının bir ölü gömme geleneği olan kurgan, özellikle Batılı bilim insanlarınca politikaya alet edilmekten ne yazık ki kurtulamamıştır. Başta Marija Gimbutas olmak üzere birçok eskiçağ bilimleri uzmanı, özellikle Karadeniz’in kuzeyindeki kurganları Hint-Avrupalı (İndo Ari) olarak tanımlayarak, nereden türediklerini bir türlü çözemedikleri atalarını göçebe mezarlarında aramaya başlamışlardır. Bu durumdan rahatsızlık duyan ve “yüce” Hint-Avrupa kültürünün çadırdan çıkamayacağını düşünen Colin Renfrew, Konya yakınlarındaki Çatalhöyük’ü Avrupalıların atavatanı olarak önermiş, böylece hem Avrupa kültürünü çadırdan çıkarmış hem de Proto Hint-Avrupa dili konuşan insanların günümüzden 9000 yıl önce varolduklarını kanıtlamaya çalışmıştır.
Silivri kurganı, Türkiye Trakyasında kazılmış ilk kurgandır. Geçmiş yıllarda bölgede kurgan olduğu söylenen bazı buluntu topluluklarında çanak-çömlek gruplarından başka bir şey bulunamamış, mezar yapısı ve iskelet saptanamamıştı. Konisi büyük olasılıkla tarım faaliyetleri ile yok edilmiş Silivri kurganı, yassı taşlarla oluşturulmuş mezar mimarisi ve bunu çevreleyen kromleki ile Avrasya Tunç Çağı kurganlarının tipik bir örneğidir. İskelet ile birlikte bulunan tunç mızrakucu, kurgan sahibinin savaşçı kimliğine atıf yapmaktadır.
Avrasya ve Orta Asya, en erken dönemlerden itibaren göçebe ve savaşçı halklar için bir yaşam alanı olmuştur. Bu coğrafyada Tunç Çağı’nda yoğunlaşan kurganların Demir Çağı’nda sayısal olarak azalmadan devam etmiş oldukları gözlenmiştir. Herodotos’un aktarımlarından Demir Çağı’nda Avrasya ve Orta Asya’da İskitler’in yaşadıklarını biliyoruz. İskitya adı verilen bu coğrafyadaki kurgan kazılarında savaşçıların yanısıra, kurban edilmiş eşler, hizmetçiler ve atlar, cenazenin taşındığı arabalar ile çoğu altından çok değerli takı ve aksesuarlar bulunmuştur. Bu durum, İskitlerin kurgan kültürünü yaşatmış ve hatta geliştirerek sürdürmüş olan bir halk olduğunu göstermektedir. Romalı ve Bizanslı yazarlar sonraki dönemlerde İskitya coğrafyasında yaşayan tüm halkları İskit olarak adlandırmış, Hazar Denizi havzasında yaşayan Türkler de İskit olarak anılmışlardır.
920 yıllarında Hazar Gölü havzasına seyahat eden İbn-i Fadlan, henüz İslâmiyet’e geçmemiş olan Oğuzların cenaze törenleri hakkında çok değerli bilgiler vermiştir. İbn-i Fadlan, Oğuzlardan biri öldüğünde ev gibi büyük bir çukur kazıldığını, üzerinin tavanla kapatıldığını, mezarın üstünün kubbe biçiminde tümsek yapıldığını, cenazenin çukura elbise ve şahsi eşyaları ile konulduğunu aktarır. Oğuzların Anadolu’ya göç etmesinden kısa bir süre önce gerçekleşen ve bir kurganı tanımlayan bu gözlemler, Türklerin kurgan kültürünün son temsilcisi olduğunu tartışmaya yer bırakmayacak biçimde kanıtlamaktadır. Zaten tarihsel kayıtlarda kurgan kültürü ile aktarım yapan iki önemli yazar vardır; İskit soylularının cenaze törenleri ve mezarlarını anlatan Herodotos ile Oğuz kurganlarını tarif eden İbn-i Fadlan. Her ikisi de Türk kökenli olmayan bu iki tarihsel şahsiyet ne büyük tesadüftür ki aynı coğrafyada yaklaşık 1300 yıl arayla benzer ölü gömme geleneklerine şahit olmuşlardır.
Kurgan mezarlarının etnik açıdan çıkış noktasını belirlemek olanaksızdır. Buna karşın Silivri kurganı da dahil olmak üzere Türkiye topraklarındaki kurganların Avrasya ve Orta Asya kökenli insanlarla bağlantıları açıktır. Türklerin de Orta Asya coğrafyasında ortaya çıktığı ve 10. yüzyıla değin kurgan mezarları kullandığı bilimsel bir gerçekliktir. Bu bağlamda yalnız Türkiye Türkleri değil, tüm Türk halklarının kurgan kültürünün Önasya ve Orta coğrafyasındaki en güçlü kültürel mirasçıları olduğu hususunun söz konusu arkeolojik ve tarihsel bulgular ışığında bilimsel platformlarda tartışılmaya başlanması gerektiğine inanıyorum.