Siyasi bir araç olarak suikast, çağlar boyunca sıklıkla başvurulan bir yöntem olarak tarihi etkiledi. Gerçekten öyle mi? Sansasyon yaratan, tetikçilerini meşhur eden, üzerine kitaplar yazılıp komplo teorileri üretilen unutulmaz suikastlar, aslında ne katillerin ne de perde arkasındakilerin istediği sonuçları doğurdu. Tarihin tekeri geri dönmüyor.
Amerika Birleşik Devleri’nin tamamında köleliği kaldıran Başkan Abraham Lincoln bir suikaste kurban gitmiş, iki hafta sonra İngiltere Başbakanı Benjamin Disraeli, Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada şöyle demişti: “Suikast hiçbir zaman dünya tarihini değiştirmemiştir. Caesar’ın kurban edilmesi bile ülkesinin önlenemez kaderini yerinden oynatamamıştır”.
Disraeli haklı mıydı? Avusturya veliahtına Saraybosna’da sıkılan tek bir kurşun, Avrupa kazanını patlattığına göre haksız olduğunu söyleyebiliriz, ama bu ünlü suikastı düzenleyenlerin amacı bir dünya savaşı başlatmak değildi. Suikast daha eski çağlarda, geleceği hazırlamak için güçlü bir sistem kurmamış toplumlarda, bir liderden diğerine geçiş sorununu çözmekte sık kullanılan bir siyasi yöntemdi. Kabile önderleri, krallar, sultanlar arasında başa geçmek veya iktidarını pekiştirmek için babasını, kardeşini, hatta Neron gibi annesini üstü az çok kapalı suikastlarla öldürtenlere rastlanıyordu. Birkaç grubun iktidarı ele geçirmek için uğraştığı dönemlerde veya güçlü bir yabancı düşmanı yok etmek amacıyla da bu yönteme başvurulmuştu. Hatta Machiavelli gibileri, rakiplerinden kurtulmak isteyenlere suikastı “iyi bir çare” olarak tavsiye etmişlerdi.
Ancak suikast en eski zamanlarda bile tarihin yönünü veya bir sistemi değiştirmekte, hele hele ortadan kaldırmakta en az rol oynayan siyasi yöntem biçimiydi. İktidara karşı muhalefet etmek için başka yöntemlerin de geliştiği modern çağlarda, bu gerçek daha da bariz bir şekilde ortaya çıktı. Suikast siyasi eylemlerin en kolayıydı; bir çeşit tembel işiydi. Hançeri saplayan, tetiği çeken, bombayı atan, öldürdüğü kişinin ünü sayesinde tarihe geçebiliyordu ama, kahramandan çok, geri plandaki başka bir gücün kuklası, kiralık bir tetikçi, tek başına hareket ettiğinde de fanatik, hatta meczup olarak anılıyordu.
Her suikastçı kendince “haklı” bir neden uğruna hareket ettiğine inanıyordu ama en çok sempati toplayacak davalarda bile, eylem olup bittikten sonraki olaylar eylemcinin denetiminin dışındaydı. Genellikle önce büyük bir gürültü kopuyor, ardından olayla ilgisiz pek çok insan acı çekiyor, sistem ise bir türlü yerinden oynamıyordu. Örneğin Alman subaylarından bir bölümünün Hitler’e karşı Temmuz 1944’te hazırladığı suikast başarılı olsaydı bile, tamamen Nazileşmiş devleti ele geçirebilecekleri, ardından Alman halkına daha az acı çektirecek bir barış elde edebilecekleri şüpheliydi. Ülke tek bir bombayla kolayca kurtarılabilecek durumda değildi.
“Bir insanı öldürebilirsiniz ama bir düşünceyi öldüremezsiniz”. Amerikalı vatandaşlık hakları eylemcisi Medgar Evers 12 Haziran 1963’te, sık sık Sofokles’e atfedilen bu sözleri söyledikten az sonra bir suikasta kurban gitti. Düşüncesi gerçekten de ölmedi. Bu düşünce “kötü” olsaydı bile ölmeyecekti.
JEAN-PAUL MARAT- MAHMUT ŞEVKET PAŞA- ERNST VOM RATH – HEYDRICH
Katillere bumerang etkisi
Bazı siyasi cinayetler, düzenleyenlerin tümüyle ezilmesine yol açtığı gibi, tersine bir etki yaratarak olayla ilgisi olmayan sayısız insanın da kurban edilmesiyle sonuçlandı.
Yakın tarihimizde biri başarılı iki suikast girişimi de, hedef aldığı iktidarların işine yaradı. 11 Haziran 1913’te Sadrazam Mahmud Şevket Paşa, Harbiye Nezareti’nden (İstanbul Üniversitesi merkez binası) Babıâli’ye giderken otomobilinde pusuya düşürülerek öldürüldü. Saldırı, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni hedefleyen bir girişimin parçasıydı, ancak sonuçta bu partiyi tam anlamıyla iktidara getiren bir vesile oldu. İttihat ve Terakki, kolları sıvayarak bütün muhaliflerine yönelik bir sindirme harekatına girişti, sadece devlet adamları değil gazeteciler de bundan nasibini aldı. Sözü bir romancıya bırakırsak: “Mahmud Şevket Paşa son nefesini verdiği andan itibaren, bütün tahkik, takip ve tevkif işlerini kendi eline alan Cemal Bey (İttihatçı önder, dönemin İstanbul Muhafızı), İstanbul şehrini bir limon gibi sıkıyor ve içindeki her çeşit kargaşalık ve muhalefet asidini bir sel halinde ortaya döküyordu. Bu sel, bütün karakolların, tevkifhanelerin, hapishanelerin her tarafını ağzına kadar dolduruyor, sanki bodrum katlarının deliklerinden, tavan aralarından, helâ pencerelerinden dışarıya taşıyordu” (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hüküm Gecesi).
Bunun bir benzeri, 1926 yazında Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’i hedefleyen bir suikast girişiminin ortaya çıkarılmasından sonra yaşandı. İzmir’de yapılması düşünülen suikastın tetikçileri, olağan şüphelilerdi. Gazeteci öldürerek (1909-1910’da suikasta kurban giden Hasan Fehmi, Ahmet Samim ve Zeki Beyler) ustalaşmış Abdülkadir Bey gibi bazı İttihatçı tetikçilerin bu suikastın da arkasında oldukları hemen anlaşıldı. Ancak iktidar suikast girişimini, zaten bir avuç kalmış diğer muhaliflerini de sindirmek için bir vesile olarak gördü.
Yakın Türkiye tarihindeki bu olaylar, acı sonuçları bakımından aşağıda vereceğimiz örneklerle karşılaştırıldığında solda sıfır sayılır:
Tevrat’ta Yudit adlı bir Yahudi kadının, halkının intikamını almak için Babil komutanı Holofernes’i baştan çıkararak öldürüşünü anlatan hikaye, 13 Temmuz 1793’te Paris’te gerçeğe dönüştü. Fransız Devrimi’nin dönüm noktalarından biriydi. Ülkeyi yöneten Ulusal Konvansiyon, “girondin” denilen sağ kanatla “montagnard” denilen sol kanat arasında ikiye bölünmüş, ancak radikaller öne çıkarak diğer grubu ezmeye başlamıştı. En ünlü “montagnard” hiç kuşkusuz Jean-Paul Marat’ydı.
Girondinlerin arka arkaya giyotine gönderildiği 1793 yazında, taşralı 24 yaşında bir genç kız olan Charlotte Corday, idamların başlıca sorumlusu olarak gördüğü Marat’yı öldürmek niyetiyle Paris’e geldi. Önce ünlü öndere hayranlık dolu mektuplar yollayarak dikkatini çekmeye çalıştı; sonunda evinin kapısını çaldı. Marat deri hastalığını gidermek için, âdeti olduğu üzere banyosundaydı. Önündeki tahta kalasa yaydığı yazılarla uğraşıyordu (şair Lamartine’e göre idam edilecek kişilerin listesini hazırlamaktaydı). Charlotte, çok önemli bir bilgi vereceğini iddia ederek Marat’nın huzuruna çıktı ve taşradaki “hain” girondinlerle ilgili uydurma bilgiler verdi, sonra da eteğinin kıvrımları arasından çıkardığı bir kasap bıçağını adamın göğsüne sapladı.
Dört gün sonra giyotine giden Charlotte Corday, zamanla bir çeşit melek ilan edilecekti ama giriştiği eylemin sonuçları acı oldu. Marat’nın ölümünden sonra idam edilen girondin sayısı, Marat’nın kendisinin mahkum ettirebileceği rakamları bile aştı, “Büyük Terör” devrine giren Fransa bu süre içinde Marat’yı bir devrim şehidi mertebesine yükseltti.
Ancak suikastları kullanmakta Nazilerle kimse yarışamazdı. 7 Kasım 1938’de Herschel Grynszpan adında 17 yaşında genç bir Yahudi, Paris’teki Alman büyükelçiliğine daldı. Babası Almanya’da iktidardaki Nazi hükümeti tarafından Polonya’ya sürülen 10 bin Yahudiden biriydi. Delikanlı karşısına çıkan elçiliğin üçüncü kâtibi Ernst vom Rath’ı vurdu. İki gün sonra Alman Propaganda Bakanı Dr. Joseph Goebbels “kendiliğinden” protestolar düzenlenmesi emrini verdi. Bu emrin sonu, “Kristallnacht” (Kırık Camlar Gecesi) oldu: Almanya ve Avusturya’da 9-10 Kasım 1938 gecesi, SS çetelerinin öncülüğünde Yahudi işyerleri, evleri ve sinagoglarına yönelik büyük bir saldırı düzenlendi.
Buna benzeyen bir başka olay da, SS şefi Himmler’in yardımcısı Reinhard Heydrich’e Alman işgali altındaki Çekoslovakya’da düzenlenen suikasttı. Heydrich, 27 Mayıs 1942 sabahı Prag’da üstü açık yeşil Mercedes’iyle yolda giderken Jan Kubiš adlı bir Çek ve Jozef Gabčik adlı bir Slovak militanın saldırısına uğradı. Bir el bombasıyla yaralanan Heydrich birkaç gün sonra hastanede öldü. Suikastçılar, İngiltere’de sürgündeki Çekoslovak özgür ordusunun iki subayıydı. “Antropoid Operasyonu” adını verdikleri suikast planını uygulamak üzere ülkelerine geri dönmüşlerdi. El bombasını attıktan bir süre sonra yakalanıp öldürüldüler.
Naziler Çekoslovakya’dan vahşice intikam aldılar. Çek direniş hareketine mensup sayısız insanın öldürülmesi yetmiyormuş gibi, misilleme olarak Lidice adlı bir Çek köyü yıkıldı, 16 yaşının üstündeki bütün erkekler ve 70 çocuk öldürüldü, kadınlar toplama kamplarına gönderildi. Şu soruyu sormamak elde değildi: Heydrich’in öldürülmesi bu kadar yüksek bir bedele değer miydi? Bir teze göre, Londra’da sürgündeki Çek hükümeti, kendini kanıtlamak için bu işe girişmişti. Suikastın Çekoslovakya’da asıl direnişi yürüten komünistlerin prestijini sarsmaya yönelik bir operasyon olduğu da öne sürüldü.
JULIUS CAESAR – ABRAHAM LINCOLN
Boşu boşuna yok edildiler
Roma diktatörü Caesar ve ABD Başkanı Lincoln yaklaşık 2000 yıl arayla suikaste kurban gitti; ancak başlattıkları radikal değişim süreçleri aynı yolda devam etti.
Başkan Abraham Lincoln’u 15 Nisan 1865’te Washington DC’deki Ford Tiyatrosu’nun bir locasında oyunu seyrettiği sırada öldüren John Wilkes Booth, arkadaşlarıyla kumpas kurarken suikast günü için “İdes” parolasını kullanmıştı. “İdes”, Romalıların ayın ortasındaki güne verdikleri isimdi ve Julius Caesar, Mart ayının İdes’inde (MÖ 15 Mart 44) öldürülmüştü.
Aralarında neredeyse 2000 yıllık bir zaman farkı bulunan bu iki suikastın birçok paralellikleri vardı. İki lider de sistemi derinden sarsıp değiştiren politikalar uygulamıştı. İlki Roma cumhuriyetinin sonunu getirecek reformlarıyla imparatorluğun yolunu açmıştı, ikincisi ABD’yi ikiye bölmek ve bir içsavaş yürütmek pahasına köleliğin kaldırılmasını sağlamıştı. İkisi de bu radikal değişimleri dayatırken sert tedbirlere başvurmuştu; Caesar kendini ömür boyu diktatör seçtirmiş, Lincoln anayasada kişisel özgürlüklerin garantisi kabul edilen habeas corpus ilkesiyle ilgili maddeyi askıya almıştı.
Suikasta giden yolda da benzerlik vardı. Caesar, öldürülmeden bir ay önce Lupercalia bayramında bir deneme yaptı. Bayram sırasında en yakınlarından biri olan Marcus Antonius, diktatöre bir taç sundu. Coşkulu kalabalık bir anda suspus oldu ve Caesar biraz bekledikten sonra tacı geri çevirdi. Bu bir bayram şakası mıydı, bir kamuoyu yoklaması mı? Ne olursa olsun Roma cumhuriyetinin ilkelerini korumayı amaçlayan muhalifler, bu hareketi diktatörün kendini kral ilan etmeye hazırlandığına yordular. Bu olay Caesar’ı öldürme kararı vermelerinde kuşkusuz etkili oldu.
Lincoln’un katili, tanınmış tiyatro oyuncusu John Wilkes Booth ise iç savaşta köleliğin kaldırılmasına karşı çıkan bir konfederasyon (güney) yanlısıydı. Savaş boyunca kuzeyde güneyin bir casusu olarak çalışmıştı. Lincoln’u öldürdüğü sırada, iç savaş zaten kuzey tarafından kazanılmıştı. Ancak Booth’u harekete geçiren, suikasttan dört gün önce Lincoln’un yaptığı bir konuşma oldu. Başkan bu konuşmada, siyahların oy kullanma hakkından söz ederek kölelik yanlısı Booth’u iyice çıldırtmıştı.
Suikastçılar nasıl bir sonuca ulaşmayı hedefliyordu? Caesar’ı senatoda sıkıştırarak 23 yerinden hançerleyen senatörler grubu, kendilerine “liberatores” (kurtarıcılar) adını takmıştı; cumhuriyeti kurtarma şansları olduğuna ciddi olarak inanıyorlardı. Booth ve komplocu arkadaşları ise sadece intikam peşindeydiler. İki suikastta da katillerin sonu birbirine benzedi; kaçtılar, kovalandılar ve öldürüldüler.
Sonuç da aynı oldu: Saat geriye dönmedi. Roma Caesar’ın çizdiği yola girdi, eski cumhuriyeti geride bırakarak tek bir önderin yönettiği imparatorluğa dönüştü. ABD’de siyahlar elde ettikleri özgürlüğe sonraki yıllarda başka haklar da eklediler; bir daha hiçbir eyalet federal sisteme başkaldırarak birlikten ayrılmaya kalkışmadı. Tarihin bu iki ünlü suikastı da boş yere düzenlenmişti.
FRANZ FERDINAND-SOPHIE CHOTEK
Kurşunlar maksadını aşınca
Bosna Hersek’i Avusturya’dan kurtarmak için atılan kurşun, dört yıl sonra istenen sonucu verdi ama, patlayan 1. Dünya Savaşı milyonlarca insanın ölümüne neden oldu.
On dokuz yaşındaki Bosnalı Sırp Gavrilo Prinçip, 28 Haziran 1914’te Saraybosna’da Avusturya-Macaristan Veliahtı Arşidük Franz Ferdinand ve eşi Sophie Chotek’i iki el ateş edip öldürürken bir dünya savaşı başlatmayı amaçlamıyordu. O sadece ülkesi Bosna-Hersek’i 1878’de işgal, 1908’de ilhak eden Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu protesto ediyordu. Prinçip, Mlada Bosna (Genç Bosna) adlı bir gizli örgütün üyesiydi ve kendisini “Yugoslav” yani kelime anlamıyla “Güney Slav” milliyetçisi olarak tanımlıyordu.
Kendisi göremediyse bile (savaş bitmeden az önce hapiste öldü), hedefine ulaştığını söyleyebiliriz: Avusturya yenildiği için, savaş bittikten sonra bütün “Güney Slavları” Sırbistan önderliğinde tek bir krallıkta birleştiler, bu ülke de 1929’da “Yugoslavya” adını aldı. Ancak bu arada dünya dört yıllığına kan gölüne dönüştü ve bu olayla ilgili ilgisiz milyonlarca insan öldü.
Tabancasını ateşlediği gün, değil Prinçip’in, hiçkimsenin tahmin edemediği bir olaylar zinciri başladı. Avusturya suikasttan Sırbistan’ı sorumlu tutarak bir ültimatom verdi, bu ülkenin hâmisi Rusya harekete geçti, araya Avusturya’nın büyük ortağı Almanya girdi, domino taşları bir ay içinde arka arkaya devrilerek dönemin bütün imparatorluklarını birbirine kattı. Prinçip’in sıktığı kurşun 1. Dünya Savaşını başlatan kıvılcımı çakmıştı.
Birbirleriyle yakın bağları olan ve özellikle Fransa ile Almanya’da geniş tabanlara sahip Avrupalı sosyalistlerin Temmuz ayı boyunca süren diplomatik kriz sırasında belki bu ateşi söndürmek için bir şansları vardı. Ancak güçlerini kendi hükümetlerine baskı yapmak için kullanmakta tereddüt ettiler. İtibarı en yüksek, en popüler barışçı önderlerden Fransız sosyalist Jean Jaurès’in 31 Temmuz 1914’te Paris’te bir lokantada yemek yerken milliyetçi bir Fransızın tabancasından çıkan tek kurşunla can vermesi, barışa karşı yapılmış son sembolik suikasttı: Ertesi gün Almanya Rusya’ya savaş ilan etti, üç gün sonra Fransa ve İngiltere de savaşa girdiler.
JF KENNEDY- MARTIN LUTHER KING- OLOF PALME
Esas failler meçhul kaldı
ABD Başkanı JF Kennedy veya İsveç Başbakanı Olof Palme suikastlarının neden işlendiği anlaşılamadığı gibi, ortaya atılan tezler cinayetleri büsbütün kararttı.
Suikastçının bir adı da tetikçidir, çünkü özellikle önemli bir lider öldürüldüğünde, kimse öldürenin tek başına hareket ettiğine inanmaz. Katil yakalansa bile, onun arkasındaki gizli eli bulmak için bir çaba başlar. Bazen bu çaba öyle komplo teorileri doğurur ki suikastı perdeleyen yeni bir sis tabakası yaratır. Bunun en iyi örneği, ABD Başkanı John Fitzgerald Kennedy’nin 22 Kasım 1963’te Texas’ın Dallas kentinde Lee Harvey Oswald’ın tüfeğinden çıkan bir kurşunla öldürülmesidir.
Oswald suikasttan sonra tüfeğini saklayarak ateş ettiği binadan ayrıldı ve polisler tarafından kovalandıktan sonra yakalandı. Ancak herhangi bir açıklama yapmasına fırsat kalmadan, iki gün sonra Jack Ruby adlı fuhuş ve kumar işleriyle uğraşan bir Dallaslı tarafından vurularak öldürüldü. Bu olay, suikastla ilgili komplo teorilerini ateşledi. Susturulan Oswald’ın suç ortakları veya “efendileri” kimdi? Aradan 53 yıl geçti, Warren Komisyonu, Rockefeller Komisyonu ve Temsilciler Meclisi Suikastlar Komisyonu gibi üç komisyonun yıllar harcayarak yaptığı üç ayrı soruşturmaya ve yazılan sayısız kitaba rağmen bu soruya kesin yanıt bulunamadı.
Öne sürülen tezler, muhtemel şüphelilerin eksiksiz listesi gibiydi: Başkanın kardeşi Adalet Bakanı Robert Kennedy’nin köküne kibrit suyu dökmeye karar verdiği İtalyan mafyası; ABD’nin devirmeye çalıştığı Küba lideri Fidel Castro; Oswald’ın birkaç yılını geçirdiği Sovyetler Birliği; başkanın azılı düşmanı J. Edgar Hoover’ın yönettiği federal polis teşkilatı FBI; olayı örtbas etmeye çalışan ve mafyayla yakın bağları olan haberalma teşkilatı CIA… Sonuç: Bugün Amerikalıların bir bölümü Oswald’ın gerçekten tek başına hareket ettiğini düşünürken, diğerleri ise “gerçeğin” asla öğrenemeyeceğine inanıyor.
Kennedy cinayetinin bu komplo teorilerine yol açmasının bir nedeni de, beş yıl sonra 4 Nisan 1968’de Tennessee’deki Memphis kentinde bir motel odasının balkonundayken çenesine saplanan bir tüfek kurşunuyla öldürülen Martin Luther King’di. Afrikalı Amerikalıların vatandaşlık hakları için mücadele eden barışçı siyah önderin pek çok düşmanı vardı. Ordudan atılmış, ufak tefek hırsızlıklardan sabıkası olan beyaz katil James Earl Ray’in tek başına hareket ettiğine kimse inanmadı. Yakalandıktan sonra Ray, asıl katilin “Raoul” adında bir kişi olduğunu söylemiş, babası ise, “Oğlum bu işi tek başına yapacak zekaya sahip değil” diyerek cinayeti birilerinin planladığına işaret etmişti.
Temsilciler Meclisi Suikastlar Komisyonu olayı ele aldığında, iki beyaz işadamının Ray’i bu cinayet için kiraladığını iddia eden yeni bir tanık ortaya çıktı. Üstelik, FBI’ın bu iddiadan önceden haberdar olduğu da anlaşıldı. FBI Başkanı Hoover’ın siyah öndere duyduğu nefret herkes tarafından bilindiğinden, kuşkular federal polis teşkilatına döndü. Temsilciler Meclisi Komisyonu, sonunda FBI’ın “görevini suiistimal ettiğine” karar verdi ama James Earl Ray, bu cinayetten hüküm giymiş tek kişi olarak kaldı.
Kennedy vakasına benzer bir başka cinayet de 28 Şubat 1986 akşamı İsveç Başbakanı Olof Palme’nin Stockholm’da eşi Lisbet ile sinemadan çıktıktan sonra metro istasyonuna yürürken öldürülmesiydi. Katil olarak yakalanan uyuşturucu bağımlısı Pettersson adlı bir kişi, başbakanın eşi tarafından teşhis edilmesine rağmen elde başka delil bulunmadığı için aklandı. Ardından komplo teorileri yağmaya başladı. Bir bölümü polis tarafından da ciddiye alınan bu şüpheliler, uzun bir liste oluşturuyordu: Şilili faşistler (Palme bu ülkedeki Pinochet diktasından kaçanlara sığınma hakkı tanımıştı), Güney Afrika Cumhuriyeti (Palme bu ülkedeki ırkçı rejimi şiddetle kınamıştı), İsveçli bir aşırı sağcı fanatik (Palme sosyal demokrattı), Yugoslav gizli servisi, sağcı eğilimiyle tanınan İsveç polisi, Palme’nin yasadışı ticaret yaptığını bildiği Bofors silah şirketi, PKK, CIA, P2 mason locası…. Bugün İsveç polis arşivindeki Palme belgeleri 700 bin sayfayı geçtiği halde katil veya katillerin kim olduğu hâlâ bilinmiyor.
SOKOLLU – WALLENSTEIN – KIROV
İdam benzeri suikastler
Mutlak iktidar sahibi olan krallar, sultanlar ve diktatörler de kendilerine rakip gördükleri kişileri üstü örtülü suikastlarla ortadan kaldırmakta tereddüt etmedi.
Kendisini gölgede bırakan güçlü bir şahsiyetten başka türlü kurtulamayacağını anlayan iktidar sahibinin son çare olarak suikasta başvurduğu örnekler vardır. Ancak doğal olarak üstü örtüleceği için, bunlar daima kuşkuludur. Örneğin Sokollu Mehmed Paşa’nın 12 Ekim 1579’da bir “deli” tarafından öldürülmesinin ardında ne yatıyordu? Kanuni Sultan Süleyman’ın son sadrazamı olan, oğlu 2. Selim ve torunu 3. Murad’ın saltanatlarında kesintisiz 14 yılı aşkın süre bu unvanı koruyan Sokollu, Osmanlı tarihinin en güçlü isimlerindendi.
2. Selim’in kızı Esmahan Sultan’la evli olduğu gibi, akrabalarına, oğullarına, dostlarına vezirlikler dağıtarak kendisine destek olacak bir çevre yaratmıştı. Ancak son yıllarında karşısına ciddi muhalifler çıktı. 3. Murad ile arası kötüydü; Peçevi’ye göre padişah sadrazamına karşı müthiş öfkeliydi. Padişah, çevresini oluşturan paşaları birer ikişer azil veya idam ederek Sokollu’nun iktidar tabanını zayıflattı. Ancak bu güçlü sadrazamı diğerleri gibi idam etmek kolay verilecek bir karar değildi. Dolayısıyla bir Boşnak, ikindi divanına çıkacağı sırada dilekçe verecekmiş gibi yaşlı sadrazamın yanına sokulup, yeninden çıkardığı hançerle onu öldürdüğünde, suikastın padişahın en azından bilgisi dahilinde işlendiği düşüncesi yayıldı. Katilin “meczup” ilan edilmesi, dolayısıyla tek başına hareket ettiğine karar verilmesi de kuşkuları artırdı.
Sokollu suikastı, 25 Şubat 1634 gecesi yatmaya hazırlanırken en güvendiği subayları tarafından Eber şatosunda kılıç ve mızraklarla delik deşik edilen Albrecht von Wallenstein’ın öldürülmesine benziyordu. Wallenstein, Orta Avrupa’yı perişan eden Otuz Yıl Savaşları’nın (1618-1648) en önemli komutanıydı. İmparatorluk ordularını yıllarca yönetmiş, güya hizmet ettiği İmparator 2. Ferdinand’ın hiçbir sözünü dinlememiş, kendi başına antlaşmalar yapmıştı. Sonunda 2. Ferdinand onu ihanetle suçlayan bir ferman yayınladı, ancak bunun ne işe yarayacağı belli değildi. Gerisini halletmek, Wallenstein’ın kendi subaylarına kaldı. İmparatorun suikastla hiçbir ilgisinin olmadığı söyleniyordu ama, cinayeti işleyenlerin ödüllendirilmesi tam tersini gösteren yeterli kanıt sayıldı.
Fransa Kralı 3. Henri ise, yapacağı suikastı bizzat planladı. 23 Aralık 1588’de en büyük siyasi rakibi, halkın “Paris kralı” lakabını taktığı Guise Dükünü huzuruna çağırdı. Kendisine istediği yüksek görevin verileceğini sanan Dük sevinçle Blois Şatosu’na gittiğinde, bekleme odasında kralın en yakın sekiz adamı tarafından kılıçtan geçirildi.
20. yüzyılın en önemli suikastlarından biri de, Sergey Kirov’un 1 Aralık 1934’te Leningrad’da (St. Peterburg) öldürülmesiydi. Sovyet Komünist Partisi Politbüro üyesi Kirov, o dönemde partide Stalin’den sonraki en güçlü adam olarak kabul ediliyordu. Leonid Nikolayev adında birinin elini kolunu sallaya sallaya Kirov’un çalışma mekanı olan Smolni Enstitüsüne girip politbüro üyesini tabancayla vurması, kuşkulara neden oldu. Stalin hem potansiyel bir rakibinden kurtulmuştu hem de son muhaliflerini ezmek için eline bir bahane geçmişti.
Birkaç gün sonra Moskova’daki bir parti toplantısından sonra şu açıklama yapıldı: “Yoldaş Stalin, Kirov suikastı soruşturmasını bizzat yönetmiş, Nikolayev’i uzun uzun sorguya çekmiştir. Nikolayev’in eline silahı verenler, muhalefet önderleridir!” Toplantıda Stalin yandaşları “Merkez Komite acımasız olmalıdır, Parti temizlenmelidir!” diye bağırdılar. Kirov’un öldürülmesi, Stalin’in bütün ülkede büyük bir tasfiye hareketine girişmesi için bahane oldu. 1956’da Kruşçev partinin başına geçtiğinde bu sayfayı yeniden açarak Kirov suikastının araştırılması için Pospelov Komisyonunu kurdu. Kırk yıl sonra Gorbaçov döneminde de aynı olay soruşturuldu ama Stalin’in suikasta doğrudan karıştığını gösteren kanıt bulunamadı. Ancak kuşkular silinmedi. Sonuçta Stalin, idamlara olduğu kadar suikastlara da yatkındı; sürgündeki en büyük rakibi Troçki’yi 20 Ağustos 1940’ta Meksika’da Sovyet NKVD ajanı Ramón Mercader’in eliyle öldürtmüştü. Kirov’un ölümü Stalin’in bir taşla iki kuş vurmasını sağladığı için, bu cinayeti onun planladığı şüphesi ortadan kalkmadı.
2. ALEKSANDER- CARNOT- ELISABETH-UMBERTO…
Anarşistlerden ‘bomba’ cinayetler
Krallar, imparatorlar, başkanlar, 1880-1914 arasında arabalarına atılacak bombanın korkusuyla yaşadı. Bu dalga ancak 1. Dünya Savaşı’nın bombalarıyla sona erdi.
Dünyanın taçlı başları 19. yüzyıl sonunda bir suikast korkusuna kapıldı. Saldırganlar ABD’den Japonya’ya kadar devlet başkanlarını, imparatorları, kralları öldürmek için nitrogliserin, dinamit, barut ve bomba dersleri alıyordu. Öldürdüklerinin tam listesi çok uzundur. Bir seçki yaparsak:
Rus Çarı 2. Aleksandr, 13 Mart 1881’de başkent St. Peterburg’da arabasına atılan bombayla öldürüldü.
Fransa Cumhurbaşkanı Sadi Carnot, 24 Haziran 1894’te Lyon’da bıçaklandı.
Avusturya İmparatoru Franz Joseph’in eşi İmparatoriçe Elisabeth 10 Eylül 1898’de Cenevre’de bıçaklandı.
İtalya Kralı 1. Umberto 29 Temmuz 1900’de Monza’da vuruldu.
ABD Başkanı William McKinley 6 Eylül 1901’de Buffalo’da bir sergiyi gezerken vuruldu, 14 Eylül’de öldü.
Rus çarının amcası, Moskova Valisi Grandük Sergey, 17 Şubat 1905’te Kremlin’den çıkarken arabasına atılan bir bombayla öldü.
Yunanistan Kralı 1. Yorgo, 18 Mart 1913’te Selanik’te sokakta yürürken vuruldu.
Bunların dışında, Prusya Kralı 1. Wilhelm ve İngiltere Kraliçesi Victoria’ya başarısız suikastlar düzenlendi; baba-oğul İspanya kralları 12. ve 13. Alfonso 25 yıl arayla düğün günlerinde yapılan saldırı girişimlerinden zor kurtuldular. 1910’da Japon İmparatoru Meiji’ye yönelik bir suikast girişimi ortaya çıkarıldı. Osmanlı padişahı 2. Abdülhamid’e 21 Temmuz 1905’te Yıldız’da Cuma selamlığından çıktığı sırada yapılan saldırı da bir bakıma bu silsilenin bir parçası olarak görülebilir.
Londra’da Temmuz 1881’de toplanan Anarşist Enternasyonal, “eyleme dayalı propaganda” yöntemi olarak şiddete başvurulması çağrısında bulunmuştu. İktidar sahiplerine karşı yapılacak suikastlar küçük siyasal grupların adını duyuracak, iktidarın zayıflığını halka gösterecekti. Alman anarşist Johann Most, “Devrimci Savaş Bilimi: Nitrogliserin, dinamit, Pamuk barutu, cıva fülminat, bomba, fitil, zehir vb. yapımı ve kullanımı üzerine el kitabı” adlı broşüründe “Dinamitin yarım kilosu, sekiz galonluk oy pusulasını yener” diye yazıyordu.
Korkuya kapılan 21 devlet, 24 Kasım 1898’de Roma’da Uluslararası Anti-Anarşist Konferansını topladı, suikastlara karşı alınacak tedbirleri, polis teşkilatları arasındaki işbirliği sorunlarını konuştu. Ancak devrimci ve anarşist çevrelerin tamamı bu yöntemi benimsememişti. Benimseyenler arasında bile 20. yüzyıl başında kuşkular doğmaya başladı: Belki de sabırla halkı örgütlemek, sabırsızca birilerini öldürmekten daha iyi sonuç doğurabilirdi? İşlerin nasıl zıvanadan çıktığını, yazar Joseph Conrad 1907’de yayınladığı Gizli Ajan adlı romanda anlatır. Romandaki Vladimir adlı karakter bir eylem hayal ediyordu: “Öyle yıkıcı bir vahşet, öyle absürt bir eylem olmalı ki, asla anlaşılamasın, açıklanamasın, akla bile gelemesin – mesela delilik gibi?”
Anarşist bombası korkusu doğal olarak 1. Dünya Savaşı ile birlikte sona erdi. Bu savaş bombayı iyice sıradan hale getirdiği gibi, suikastle değil ayaklanmayla başlayan Rus Devrimi de “eyleme dayalı propagandanın” sınırlarını göstermişti.
NİZAMÜLMÜLK- WILLEM- GANDHİ
Eli kanlı fanatizm
Nizamülmülk bir haşhaşî fedaisinin hançeriyle, Gandhi bir Hindu fanatiğin kurşunuyla can verdi. Bağnaz Katolikler, yeterince dindar bulmadıkları Fransa kralını bile öldürdü.
Bugün bazı Batılı yazarlar tarafından intihar bombacılarının atası ilan edilen Haşhaşîler (kendilerine verdikleri isimle Nizarî İsmailîler) fanatik miydi yoksa kiralık tetikçi mi? Aslında bugün kullandığımız bu terimler Ortaçağ için biraz anlamsız kaçar. Sadece Sünnilerin değil Şiilerin bile dışladığı bu küçük tarikat, 11. yüzyılda Ortadoğu’da bazı kaleleri elinde tutuyordu. İran’da Elb dağlarında Hasan Sabbah’ın yönetimindeki Alamut Kalesi bunların en ünlüsüydü. Geniş bölge Selçuklu İmparatorluğu’nun elindeydi.
14 Ekim 1092’de büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk, Nihavend yakınlarında bir haşhaşî fedaisi tarafından hançerlenerek öldürüldü. Nizamülmülk, Hasan Sabbah’ın temsil ettiği İsmaili doktriniyle hem ideolojik hem askerî düzeyde mücadele etmişti. Ancak vezirin hükümdarı Melikşah ile arasının açıldığı ve bu nedenle öldürtüldüğü iddiaları da ortaya atılmıştı. Eğer bu doğruysa, suikast bir tetikçinin işiydi. Zaten haşhaşiler sonraki yüzyılda Ortadoğu’da kiralık katil olarak nam salacak ve Suriye’de faaliyet gösteren İsmaili dâisi Raşidüddin Sinan, bölgedeki Haçlılarla iyi ilişkiler sürdürecekti. Sonradan kendilerine başka efendiler de buldular. İbni Batuta, 14. yüzyılda onlardan söz ederken “Şu anda Melik Nasır’ın (Mısır Memluk sultanı) okları gibidirler. Melik kendisinden kaçan düşmanlarının işini bunların aracılığıyla bitirir” diye yazıyordu.
Ancak fanatikler tarih boyunca en etkili suikastçılar arasında yer almıştı. Örneğin 16. yüzyılda Avrupa, Protestan-Katolik savaşlarıyla kanarken buna bir de din adına düzenlenen suikastlar eklendi. Papa, protestanlığı seçmiş bir kral veya prensi aforoz ettiği anda, bir anlamda bunların uyruklarını da hükümdarlarını öldürmeye teşvik etmiş oluyordu; çünkü aforoz edilmiş bir kişiyi öldürmek günah sayılmıyordu.
İspanyol efendilerine karşı ayaklanan Hollandalıların protestan önderi Oranj Prensi Sessiz Willem, 10 Temmuz 1584’te evinin kapısını çalan bir Katolik tarafından vurularak öldürüldü. İngiltere Kraliçesi 1. Elizabeth sürekli öldürülme korkusu içinde yaşadı. Bu din savaşları döneminde Katolik olan Fransa kralları bile, kendilerini yeterince Katolik bulmayan suikastçıların elinden kurtulamadı. Kral 3. Henri 1 Ağustos 1589’da, 4. Henri ise 14 Mayıs 1610’de bağnaz birer Katoliğin kurbanı oldular.
Dinî ve etnik nefretlerin pençesindeki ülkelerde bu tür saldırılara sık rastlanıyordu. Sikh-Hindu-Müslüman çatışmalarının hiç durmadığı Hindistan’da ülkeyi yönetenler sürekli tehlike altındaydı. Bir Hindu milliyetçisi, 30 Ocak 1948’de bağımsız Hindistan’ın kurucu önderi Mahatma Gandhi’yi vurarak öldürdü. Katil Godse, mahkemeye sunduğu yazılı ifadede Gandhi’nin Hindistan için bir “lanet” olduğunu, Müslümanların Hindistan’ı ele geçirmesi için zemin hazırladığını, böylece Hinduluğun sonunun geleceğini iddia etti. Sonraki başbakanlardan İndira Gandhi ise 31 Ekim 1984’te, kendi korumaları arasında bulunan iki Sikh tarafından kurşun yağmuruna tutularak öldürülecekti.