Bundan 60 yıl önce, bugün Suriyeli göçmenlere nefretle yaklaşan bir yönetimi olan Macaristan’da büyük bir kargaşa hakimdi. Sovyet askerlerinin işgal ettiği ülkede binlerce Macar ölmüş, on binlercesi bugünkü Suriyeliler gibi göç yollarına düşmüştü. Mültecilerin duraklarından biri de Türkiye’ydi.
Suriye’de patlak veren kargaşa can güvenliği olmayan insanları yollara düşürdü. Komşuluk yüzünden ilk sığınacakları yer de doğal olarak Türkiye’ydi. Ama birçok insan için umudun asıl zirve hedefi Batı Avrupa ülkeleri oldu. Zamanla göç dalgası ölümüne bir gayrete dönüştü. Başta Ege denizi olmak üzere birçok yerde trajik olaylar yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor.
Ege’de yaşanan facialar bir yana, göçmen akınının kuzey Balkanlardaki geçiş noktalarından biri olan Macaristan’da da yürek burkan olaylar yaşandı. Çeşitli yollardan gelip daha batıya, Schengen bölgesine ulaşmak üzere son kapı olarak bildikleri Macaristan’a gelen göçmenlere başlangıçta gösterilen kısmi hoşgörü birdenbire acımasız bir sertliğe dönüştü. Trenlerden insan indirmeler, sınırlara yığılan sığınmacıların üzerine tazyikli suyla, biber gazlı, coplu sert polis müdahaleleri günlük havadislerden oldu. Dünya kamuoyu, kucağında çocuğuyla can havliyle zulümden kaçan insanlara çelme takan bir kadın kameraman haberiyle de sarsıldı.
Macaristan’ın tutumu kimi çevrelerce eleştirildiğinde, daha önce “Ülkemizde bir tek sığınmacı istemiyoruz” diyen Başbakan Viktor Orban, “Ülkesinin Hıristiyan köklerini tehtid eden sığınmacılarca istila edildiğini” söylemiş, sığınmacılara da, “Siz Türkiye’de kalın, orası güvenli ülkedir, buralara gelirseniz başınız belâdan kurtulmaz” tavsiyesinde bulunmuştu. Bu arada Macar insan hakları savunucularından cılız bir ses de duyuldu. “1956’yı unutmayalım. O tarihte bizler mülteciydik, ve başkaları bize kucak açılmıştı” diyen.
Hemen anımsadım, anılan tarihlerde çekmiş olduğum fotoğraflarımın da tanıklığına dayanarak, 1956 yılına bir göz atmanın yararlı olacağı kanısına vardım. O yılı nasıl bir atmosferde yaşamıştı dünya? Hafızamı yokluyorum ve bazı ilginç şeyler olduğunu görüyorum. Her şeyden önce, iki kutuplu bir dünyada soğuk savaşın bir başka biçimde şekillenmeye başladığının düğüm noktası gibi kabul etmek gerekir o yılı. Bugüne kadar uzanan ve bu günleri hazırlayan bir gelişimin miladı da sayılabilir pekâlâ.
1956 yılı kişisel olarak benim için de bir başlangıç tarihidir. Çünkü o yıl profesyonel gazetecilik yaşamına ayak bastığım yıl olmuştu. Hayat dergisi çıkmadan bir ay kadar önce bana foto muhabirliği teklif edilmişti. Dergi Nisan başında çıkmaya başladı. Tiefdruck tekniğine uygun özel bir kağıda basılıyordu. 13 sayı çıktı, kağıt stoku tükendi. Menderes dönemi, özel tahsis alabilmesi için hükümetle pazarlık gerekiyordu. 5-6 ay sonra kağıt işi çözüldü ve yeniden çıkarılmaya başlandı. Benim mimar olmak gibi bir idealim vardı. Teklife hemen “Evet” diyememiştim. Dergiyi gördükten sonra, teklifi kabul ettim ve işe başladım.
O sıralarda Arap İsrail savaşı ile hemen hemen eşzamanlı olarak Orta Avrupa’da da bir olay patlak vermişti. Polonya’dan sonra Macaristan Sovyet baskısına başkaldırmıştı. 2. Dünya Savaşı sırasında Macaristan henüz krallıktı ve Almanya’nın müttefiki olarak Sovyetler’e karşı savaşa girmiş, ne var ki Ruslar tarafından işgal edilmişti. Varşova Paktı üyeleri bir paktın parçası olmaktan çok Sovyetler Birliği’nin işgali altında gibiydiler. Stalin’in ölümünden sonra Macaristan’ın başına başbakan olarak İmre Nagy geçmiş, Varşova Paktı’ndan ayrıldıklarını ilân etmişti. Onun bu öncü hareketi Macar halkınca, özellikle de üniversite öğrencileri arasında benimsenmiş, direnişe daha sonra işçiler de katılmışlardı.
1956’da Sovyet politikalarına karşı kendiliğinden bir kalkışma tetiklenmişti. Sempatik tavırlarına karşın Sovyet lider Kruşçev, Stalin’den aşağı kalmadığını gösterdi. Bu başkaldırıya sert tepki gösterdi ve 1956 Kasım ayında Sovyet güçleri askeri harekât başlattılar. 200 bin Sovyet askeri ve 6 bin tank Budapeşte’ye hücum etti. Tankların acımasız saldırısına karşı kullanılan molotof kokteyli bu direnişin sembolik silahıydı. Şiddetli çatışmaların ilk döneminde 722 Sovyet askeri ile 2500 cıvarında Macar hayatını kaybetti. Binlerce devrimci tutuklandı, 2700’ü idam edildi. Macarların toplam kaybı 25 bin kişiyi buluyordu. 200 bin kişi de ülkeyi terketmişti. Sovyetler, Macaristan’da başbakanlığa Janos Kadar’ı getirdiler. Bir süre sonra İmre Nagy de tutuklandı ve idam edildi.
Macaristan’da yaşananlar birçok Macarı yollara dökmüştü. Kış kıyamet günlerinde yakındaki ülkelerde sığınmacı durumuna düşmüşlerdi. Sığınmacılardan Türkiye de nasibini aldı. 1957 yılının ilk günlerinde bu Macarların, Pendik’teki bir kampta korunduklarını duymuştuk. Dergi adına oraya gidip, onların yaşantılarından fotoğraflar çekmek ve okuyucularımızla paylaşmak üzere kampın yolunu tuttuk. Ziyaretimizi, onları topluca görebilelim diye akşam yemeği saatine denk getirdik. Mülteci kampı, sanırım Kızılay’ın gözetiminde idi. Sığınmacılar tahta barakalarda kalıyorlardı. Günlük sosyal faaliyetlerini yemekhane olarak kullanılan daha büyücek bir barakada gerçekleştiriyorlardı. Pek çoğu, aileler halinde iltica etmişlerdi. Onlarla konuşmaya çalıştığımızda Türkiye’ye sığınmış olmaktan memnun oldukları anlaşılıyordu. Türklerin misafirperverliklerini öve öve bitiremiyorlardı. Hepsinin ortaklaşa öğrendikleri anlaşılan ilk Türkçe sözcük “Çok şükür” olmuştu.
Bir Macar kadın önüne futasını takmış, kampın aşçısına yardım ediyordu. Bir genç kız yemek masalarının birinde kendisine yer açmış, mektup yazdığını sanıyorduk. Meğer öğrendiği Türkçe sözcükleri ve Macarca karşılıklarını yazıyormuş. Aslında Üniversite hazırlığı içindeymiş. İşler uzarsa Türkiye’de okumak istiyormuş. Hâl hatır sorduğumuzda boş oturmaktan başka sıkıntıları olmadığını söylediler. Kendilerine mesleklerine uygun birer iş verilse daha mutlu olacaklarmış. Elbette akıllarından çıkmayan bir şey varsa, o da vatanları ve geride bıraktıkları yakınlarıydı.