Kasım
sayımız çıktı

2015 yılında gökyüzüne dönen büyük yıldızlar

Artık sonuna geldiğimiz 2015 yılı birçok tanıdığımı, dostumu sonsuzluğa uğurladığım bir yıl oldu. Kaybettiklerimiz arasında, fotoğraflarını çekerken tanıştığım ve sonra bu tanışıklığın dostluğa dönüştüğü, hepimizin yakından tanıdığı isimler de vardı. Bu kişilerin fotoğraflarını çekerken biriktirdiğim anılar hafızamda hâlâ tazeliğini koruyor.

YAŞAR KEMAL

‘Neden parasız çektin?’

Önce, 28 Şubat’ta yitirdiğimiz Yaşar Kemal’den söz edeceğim. 1956’nın ilk aylarındaydık. Osmanbey’de, Agos gazetesinin önceki yerinin bulunduğu apartmanın asma katında o zamanların en modern fotoğrafhanesi olarak bilinen Tanju Fotoğraf Stüdyosu vardı. Sahibi Şevket Tanju, İstanbul Umum Fotoğrafçılar Derneği’nin de yönetim kurulu başkanıydı. Ben de yirmi yaşlarında bir delikanlı olarak 100 TL maaşla o derneğin kâtipliğini yapıyordum.

Patronun stüdyoda olmadığı bir gün, banyo ettirmek üzere film bırakan bir müşteri geldi. Cüsseli bir adamdı ve bir gözü de kördü. Sanki bir yerlerden tanıyor gibiydim. Sakın bu kişi Cumhuriyet’in röportaj yazarı Yaşar Kemal olmasın? Çekinerek mesleğini sordum. “Belediyede çalışıyorum, elektrik saatlerini okuyorum” dedi. Arkasından, “Bir de yazarlığımız var işte” diye ekledi. Durum aydınlanmıştı. Teneke adlı öykü kitabı Varlık Yayınları’ndan yeni çıkmıştı. Onu okumuştum. İnce Memed romanı da çok yeniydi. O benim dar bütçeme biraz pahalı gelmişti, henüz alıp okuyamamıştım. Ama çok söz ediliyordu.

Yaşar Kemal’e “Bir fotoğrafınızı çekebilir miyim” diye sordum. Memnun oldu. Onu oradaki portatif sedire oturttum, birkaç gün önce sahibi olabildiğim ilk ciddi kameramla üç beş poz fotoğrafını çektim. Bu benim arşivime giren ilk yazar fotoğrafıydı. Kendisi de şöhretinin ilk basamaklarında olan büyük ustayı stüdyodan uğurladıktan sonra, Şevket Tanju’nun Ahmet adlı kalfası bana hayretle “Bu kör adamın fotoğrafını niye parasız çektin?” diye sormuştu.

EROL BÜYÜKBURÇ

‘Türk Elvis’in zirvedeki yılları

Bu yıl 22 Mart’ta, zamanının gençliği tarafından “Türk Elvis’i” diye adlandırılan Erol Büyükburç’u yitirdik. Onu ilk kez 1964’te yapılan Balkan Şarkı Yarışması’nda Türk ekibinin şampiyon olduğu günlerde, şöhreti zirve yapmışken Ankara Ulus Sineması’nda arkadaşları ile verdikleri efsanevi konser sırasında tanımıştım. Sinema girişinde izdiham yaşanmış, kapılar kırılmıştı. Büyükburç’un fotoğraflarını bir İzmir Fuarı sırasında Kültürpark’taki açıkhava lokallerinden birinde de çektim.

Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’ndaki gençlik konserini de çok iyi anımsıyorum. Ortalık cıvıl cıvıl kız öğrencilerle doluydu. Çığlık çığlığa tezahürat yapıyorlardı. Sahnedeki Erol onlara defalarca “Bu güzel serzenişinize ne cevap vereceğimi bilemiyorum” dedi durdu. Serzeniş sözcüğünü iltifat anlamında iyi bir şey olduğunu sanıyor olmalıydı. Oysa, bu Farsça sözcüğün Türkçe tam karşılığı “yakınma” idi.

ZEKİ ALASYA

Sevgide bonkör bir tiyatro adamı

8 Mayıs’ta da bir başka sahne adamı sevgili Zeki Alasya’yı yolcu ettik. Onu ilk kez Ulvi Uraz Tiyatrosu’nda seyretmiştim. Daha sonra Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nda yer aldı. Devekuşu Kabare’nin sık sık Ankara turnesi olurdu. Ben oldum bittim tiyatroların kulislerini çok severim. Orada yapılan sohbetler, patlatılan espriler sahnedekilerden daha içten ve özel olur. Devekuşu Kabare’nin kulisine gire çıka Zeki ile sıkıfıkı arkadaş olmuştuk. Zeki Alasya, özel hayatında ortağı Metin Akpınar’dan daha açık yürekli görünüyordu, sevgide de bonkör bir yapısı vardı. Aslında çok da uzun anlatmaya gerek yok. Herkes onu o kadar iyi tanıyor ki…

BEHİYE AKSOY

Gazino çağının efsane yıldızı

2015 yılının en önemli kayıplarından biri de gazinolar çağının büyük sanatçılarından Behiye Aksoy’du. 31 Mayıs’ta aramızdan ayrılan sanatçının söyleyiş tarzını Cemal Süreya, “Müzeyyen Senar’ın evden kaçan hayırsız kızı” olarak betimlemişti.

Ben 1960’ta Ankara’ya taşındığımda Ankara Radyosu’nun en önde gelen sanatçılarından biriydi. Ankara’da ilk fotoğrafını çektiğim sanatçılardan biri Behiye Aksoy’du. Sıhhiye’deki evinde pek çok fotoğrafını çekmiştim. Aklımda kalanlardan biri, kucağından düşmeyen kara kedisidir. Salonunun duvarlarından birine hayranı olduğu ve bize plağını dinlettiği şarkıcı Marino Marini’nin dev posterini asmıştı. Hemen yanında da kendi posteri yer alıyordu.

Behiye Hanım zaman zaman o günlerin gözde lokallerinden Göl Gazinosu’nda sahne alıyordu. Menajerliğini, hem avukat hem de udî ve bestekâr olan ilk eşi Halil Aksoy yapıyordu. Onunla iyi bir diyalog oluşturmuştuk.

60’lı yıllar gazino kültürünün altın çağının yükseliş dönemi. Behiye Aksoy gibi sesi, sahnesi güçlü bir yıldız adayının gazinocuların gözünden kaçması olanak dışıydı. Nitekim “Gazinocular Kralı” Fahrettin Arslan’dan teklif gelmişti. Sanatçımız Ankara’dan İstanbul’a şa’şalı bir biçimde giderken kocaman renkli bir afişle gitmeliydi. O zaman renkli dia çeken pek yoktu. Halil Aksoy fotoğraflarını çekmem için eşini bana, HayatSes dergilerinin bürosunda kendimce oluşturduğum stüdyoya getirdi.

Aktör Şeref Gürsoy, yabancı içkilerin ithal edilmediği o günlerde bana armağan olarak bir şişe Napolyon konyağı getirmişti. Tabii o konyak kısa zamanda tüketildi. Ancak şişesi pek fiyakalıydı, kıyıp atamadım; sürahi olarak kullanılabilirdi. Bizim Tekel’in “Kanyak” adını verdiği içki hiç de kötü olmamakla birlikte gösterişsiz, külüstür şişelerde pazarlanıyordu. Ben o günden sonra yerli konyaktan alıyordum, o fiyakalı şişeye boşalıp bir köşeye koyuyordum; sohbet için gelen dostlara ikram etmek üzere…

Behiye Aksoy’un fotoğraflarını çeşitli kostümlerle poz poz çekerken bir köşede kendi halinde oturan eşi sıkılmasın diye “Halil Abi, bak orada konyak var. İstediğin gibi servisini kendin yap” dedim. Halil Aksoy bir süre sonra damağını şapırdatmaya başladı. Bir yandan da Behiye Hanım’a sesleniyordu: “Bak hanım, bak” diyordu, “Herifler ne muhteşem konyak yapıyorlar. Fransız konyağı bu be, yağ gibi kayıyor gırtlaktan. Bizimkileri iç, öğürür durursun.” O böyle konuşmaya başlayınca, utandığım için sesimi çıkaramadım. Gerçi bu aldanışı o kadar önemli değildi. Asıl büyük aldanışı, özene bezene İstanbul’a hazırladığı Behiye Hanım’ı orada Gazinocular Kralı’na kaptırmak olacaktı.

CÜNEYT ARCAYÜREK

Jilet gibi bir ağabeyimizdi

Ankara’da meslek icra eden birkaç kuşak gazeteci olarak, bize Hürriyet dendi mi Cüneyt Arcayürek’i anımsarız. Onu da ne yazık ki Haziran’ın 28’inde yitirdik. 1928 doğumluydu, biz çelik-çomak oynarken gazeteciliğe başlamıştı. Ankara’nın nabzını en iyi tutan, en gizli kapaklı işlerden en önce haberdar olan, en doğru yorumları yapan jilet gibi bir ağabeyimizdi Arcayürek. Üstelik de yakışıklı adamdı.

Ankara iyi gazeteci yetiştirir. Onlar kademe kademe yükselirler. Daha sonra yönetici, başyazar ya da kıdemli köşe yazarı olarak İstanbul’a transfer olurlar. Arcayürek Ankara’da doğmuş, orada gazeteci olmuş, UlusHürriyet duraklarından Cumhuriyet menziline erişmiş, ama hep başkentli kalmış, bizim için idol ve ideal bir gazeteciydi. Namuslu adam ezenden yana değil, ezilenden, haksızlıklardan yanadır. Öyleydi ve sapına kadar gazeteci oldu Cüneyt Abi. Zaten “Gazeteci oldum, gazeteci kaldım, gazeteci olarak öleceğim” demişti. Sözünü de tuttu.

MEHMET BAŞARAN

Bana yol gösteren komünist

Tanıdığım ilk Köy Enstitü çıkışlı şair-yazar Mehmet Başaran’dı. Yaşadığım kasabaya, Edremit’e köy okulları için “gezici başöğretmen” olarak ve yakasına yapışmış “komünistmiş” söylentisiyle birlikte gelmişti. Ben o zaman ortaokul öğrencisiydim. Başaran ve eşini kucaklarında kalbi delik olduğu için ölmesi beklenen bir kız çocuğuyla gördüğüm için aileye hep hüzünle bakardım. Bu hazin ama dirençli görünüş sanki Başaran’ın yüzüne de yansımıştı. Herkesin kederi alnında yatay çizgiler oluşturur; onun dikey çizgileri de vardı. Trakyalıydı, yaşadığı çileli günlere karşın benim coğrafyamı, Ege’nin bu körfezini çok sevmişti. Zeytin Ülkesi diye kitabını yazdı.

Lise sonrası İstanbul’daki bekârlık günlerimde, Edremit’ten İstanbul’a atanan ve eşinin ataması bir yıl sonra yapılacağı için bekâr yaşayan Başaran’la arkadaşı resim öğretmeni Selahattin Taran’ın Laleli’de tuttukları odada bir yıl kaldım. Bana “Birçok alanda yeteneklisin. Ama kendine esas bir meslek seç ve o alanda derinleş” diyerek fotoğrafçılığı seçmem konusunda yol gösterici olmuştu Başaran. Ona şükran borçluyum. 27 Haziran’da bu çok değerli dostu da yitirdik.

BAŞAR SABUNCU

Sahnelerin sevimli siması

Yine bu yıl, 15 Temmuz’da da Başar Sabuncu’yu yitirdik. Onunla 1962 yılında Ankara’da kurulan Türkiye’nin öncü özel tiyatrolarından Meydan Sahnesi’nde tanışmıştık. Tiyatronun finansman sağlayan kurucularından biri Ankara Radyosu elemanlarından Adalet Ağaoğlu idi. Açılışından kısa bir sonra Zafer Madalyası isimli oyunu sahneye koymuşlardı. Bir grup Amerikan bahriyelisi arasında geçen bu hoş komediyi yönetmesi için İstanbul’dan Haldun Dormen gelmişti. Kalabalık bir ekip tarafından oynanması gerekiyordu. Kadro Ankara’nın sanatsever çevresinden yetenekli amatörlerle takviye edilmişti. Ankara Radyosu’nun sözlü yayınlar bölümünde çalışan Başar Sabuncu en sevimli karakteri canlandırıyordu. Tek kadın rolü, yine bir radyo çalışanı olan, Ankara’nın delişmen kızı Sevgi Nutku’ya verilmişti. Bir süre sonra ne olduysa oldu, Sevgi Nutku’nun soyadı Sabuncu olarak değişti! (Daha da sonra Sevgi Soysal olacağı üzere).

Başar Sabuncu sıkıntılı bir ara dönemde ortalıkta görünmez oldu, birkaç yılı Avrupa’da geçirdiğini duyuyordum. Gurbetten dönüşünde artık İstanbul’a yerleşmişti, gerek tiyatro gerek sinema alanında pek çok başarılı işlere imza atmıştı.

TARIK DURSUN K.

Candan ve unutulmaz bir insan

11 Ağustos’ta kara haber bu kez İzmir’den geldi. Tarık Dursun K. ölmüş. 1946- 1949 yılları arasında ben İzmir’de Buca Ortaokulu’nda yatılı okumuştum. Orada beni sahiplenmiş üç ağabey vardı: Cengiz Yörük, Nedret Gürcan ve Cengiz Tuncer. Tarık Dursun, edebiyat tutkunu bu üç ağabeyin arkadaşıydı. Hatta Cengiz Tuncer’le ortak bir şiir kitabı da çıkarmışlardı. İşte onların dostu sonradan benim de dostum olmuştu. İstanbul’da olduğum süreçte onunla Cengiz Tuncer’in önce ajansında daha sonra da E Yayınları’ndaki ofisinde birlikte olmuştuk. Yollarımız Ankara’da da kesişti. Bilgi Yayınları’nın sahibi Ahmet Küflü’yle aramızı Tarık Dursun kaynaştırdı. Böylece o yayınevinin ilk yüz kitabının kapağını yapmama da vesile oldu. Candan ve unutulmaz bir dosttu Tarık Dursun Kakınç.

ŞERAFETTİN TURAN

Tevazu sahibi bir aydın

Sıra 16 Ekim’de yitirdiğimiz değerli bir tarihçimize geldi: Prof. Dr. Şerafettin Turan. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yakın Çağ Tarihi Anabilim Dalı Bölüm Başkanlığı ve fakülte dekanlığı ile Türk Dil Kurumu başkanlıklarında bulunmuş, saygıdeğer bir bilim adamımız. Hem Osmanlı Devleti tarihi, hem Cumhuriyet tarihi alanında eserler vermiş, yurtiçi ve yurtdışında birçok ödül almıştı. Başkentin aydınları arasında çok saygı gören bir kişi olan Şerafettin Hoca, o derecede de tevazu sahibiydi.

Bir seferinde, TRT’nin Uluslararası 23 Nisan Şenlikleri’ni konu alan Dünyanın Bütün Çiçekleri isimli albüm-kitabını hazırlarken kendisinden 23 Nisan’ın tarihçesi ve Atatürk’ün çocuk sorunları üzerindeki fikir ve eylemleri hakkında beni aydınlatmasını rica etmiştim. Sevgili Şerafettin Hoca, bilseniz ne kadar ayrıntılı bilgiler vermişti. Sağolsun, benim için özel bir dosya hazırlamıştı adeta.

ÇETİN ALTAN

Düşmanı çok, dostu daha çoktu

22 Ekim günü bir büyük gazetecimizi, şahane bir yazı ustasını, ağabeylerimizden birini daha kaybettik. Çetin Altan, fıkra yazarlığında çığır açmış usta bir kalem sahibiydi. Onu gazete bürolarında kaç kez sessiz sedasız, hayranlıkla dinlediğimi anımsıyorum.

Kızdırdığı insanlar çoktu. Milletvekili olduğu dönem, Şadi Pehlivanoğlu adındaki fanatik vekilin başını çektiği bir ekip tarafından darp edilip hırpalandığına bizzat tanık olanlardan biriydim. Düşmanı çoktu ama seveni de çok fazlaydı. Cezasının ertelenmesi için İsmet İnönü başta olmak üzere bir çok kişi uğraş vermekteydi. İşte o günlerde vaktini hep Milliyet gazetesinin Ankara bürosunda geçirmekteydi. Ben de o tarihlerde o büronun gediklilerinden biriydim.

O dönem Kızılay’da birkaç büyük sinema vardı. Bir de cep sineması gibi bodrumlarda, pasaj altlarında küçük, yeni sinemalar açılmıştı. Çetin Abi sinemaya düşkünlüğümü bilirdi; ortalığın durulduğu saatlerde bir kaç kez “Yakındaki sinemalarda hangi filmler oynuyor” diye sormuştu. Ben de söylemiştim. “Hadi bana eşlik et de, şu sinemaya gidelim” demişti ve gitmiştik. Birlikte üç filim seyrettik. Aklıma geldikçe içimi bir üzüntü kaplıyor.