Osmanlılar’da rüşvet ve yetki suistimalinin yaygınlığı efsaneleşmiştir. Benzer durumlar her toplumda bulunur ama bizde daha fazla olmasının önemli nedeni, yönetimin Kapıkulu bürokrasisinin elinde olmasıdır. Yükselmek ve makam kapmak buradaki fraksiyonlardan birine mensup olmakla mümkündü ve her grup bir çıkar çetesi halinde çalışıyor, her fırsatta diğerinin ayağını kaydırmaya çalışıyordu. Bürokrasiye haraç vermeden varlık sürdürmek, toplumdaki tüm mülk sahipleri için imkansız bir durumdu. Böylece toplumda servet birikimi ve iktisadi faaliyetin gelişmesi olanaksız hale geliyordu. Bürokrasinin elinde toplanan kaynaklar çoğunlukla askerî seferlere ve donanmaya, bazen anıtsal binalara, nadiren de kamu işlerine harcanıp gidiyordu.
Kanunî döneminin dâhi şairi Fuzulî, ünlü Şikayetname’sine “Selam verdim rüşvet değildir diye almadılar” sözleriyle başlar. Bu padişahın zamanı, Osmanlılar’ın en ihtişamlı çağı olarak bilinir ama onun hükümdarlığında büyük bunalım çoktan ortaya çıkmış, ayaklanmalar birbirini izlemeye başlamıştı.
Osmanlı tarihinde görülen en büyük kişisel servetlerden birine, belki de birincisine sahip olan ve “kehle-i ikbal” (ikbal biti) denilen Sadrazam Rüstem Paşa da aynı yılların ürünüdür. “Kanunî’nin tek damadı, Mihrimah Sultan’ın kocası ve Hürrem’in fitne aleti” olarak tanımlanan Rüstem 1561 yılında öldüğü zaman, 15 milyon düka altını tutan bir serveti olduğu görülmüştür. Birbirinden biraz farklı listeler vardır ama hemen hepsinde 2.900 at, 1100’den fazla deve, binlerce altın ve gümüş kakmalı zırh, eğer ve kılıç, iki bin yükten fazla kumaş, 1.700 köle, çok değerli mücevherler, kervansaraylar, 78 bin duka altını ve 2 milyon duka altını tutarında diğer nakit, inanılması zor olduğu için buraya yazmaya çekindiğim sayıda çiftlik ve değirmen ve çeşitli mülk, altın işlemeli hilatlar ve daha neler neler… Ve sözkonusu servet 15 seneye yakın bir sürede biriktirilmiş. Bu devşirme vezir, söylendiğine göre rüşveti tarifeye bağlamış. Bir keresinde Erzurum Beylerbeyi’nin verdiği 5.000 altından 2.000’ini iade etmiş, “bu iş için 3.000 yeter” demiş olduğu rivayet ediliyor. İşler daha onuncu padişahın döneminde bu hale nasıl gelmişti?
Osmanlılar’da rüşvet ve yetki suistimalinin yaygınlığı efsaneleşmiştir. Benzer durumlar her toplumda bulunur ama bizde daha fazla olmasının önemli bir nedeni, yönetimin Kapıkulu bürokrasisinin elinde olmasıdır. Yükselmek ve makam kapmak bu bürokrasideki fraksiyonlardan birine mensup olmakla mümkündü ve her grup bir çıkar çetesi halinde çalışıyor, her fırsatta diğerlerinin ayağını kaydırmaya çalışıyordu. Bürokrasiye haraç vermeden varlık sürdürmek, toplumdaki tüm mülk sahipleri için imkansız bir durumdu. Böylece toplumda servet birikimi ve iktisadi faaliyetin gelişmesi olanaksız hale geliyordu. Bürokrasinin elinde toplanan kaynaklar çoğunlukla askerî seferlere ve donanmaya, bazen anıtsal binalara, nadiren de kamu işlerine harcanıp gidiyordu.
Avrupa merkantilist politikalarla ihracat yapıp altın biriktirirken her alanda üretim ve ticareti teşvik ediyor, Osmanlılar’da ise hırslı paşalar, kadılar ve mültezimler buldukları her kuruşa el koymaya çalışıyordu. Tabii aralarında düzgün insanlar da vardı ama, onlara düşen bu hazin manzaraya üzülmekten ibaretti. Dönemin insanları arasında olayı ahlaksızlığın artmasına bağlayan Koçi Bey gibi “risaleciler” çıktı. Paşaların tımar ve zeametleri boşaltıp akrabalarına ve nüfuzlulara paylaştırdığını, bunun hem orduyu bozup hem de halkı birbirine düşürdüklerini yazmıştı.
Elbette bu işte rüşvetle dağıtım da önemli yer tutuyordu. Tımarların yeni sahipleri tebaalarının aşırı sefaleti pahasına belirlenen miktardan çok daha fazla para topluyordu. Ancak Koçi Bey’in bozulmayı paşaların açgözlülüğüne ve namussuzluğuna bağlaması, bürokratik yapının kaçınılmaz olarak bu durumu üreteceğini gözden kaçırmasına yol açar. Niyazi Berkes ise bürokrasiyi oluşturan kul taifesinin üretimin dışında bir kesim olduğunu ancak sömürünün aracı olarak kullanıldıklarını yazar. Padişahlar kullarının canlarını alıyorlardı ama kullar da kısa sürede güçlerinin farkına varıp padişahları tahttan indirmeye, hatta katletmeye başladılar.
Gene Berkes, padişah, ulema ve kul üçlüsünden ikisi bir araya geldi mi üçüncüsünün kaybetmeye mahkum olduğunu, süreçte her türlü kombinasyonun yapıldığını ve her üçünün de diktatörlük yarışına girdiğini anlatırken, IV. Murat’ı örnek verir. O, kullara dayanarak ulemayı, ulemaya dayanarak kulları ve nihayet ikisine birden dayanarak halkı ezen bir terör sistemi kurmuştu. II. Osman ve III. Selim ise her ikisini de kazanamadıkları için canlarından oldular. İşte bu ortamdan istikrarlı bir iktisadi ve siyasi hayatın çıkması olanaksız, yönetim bozukluğu ve suistimalin yaygınlaşması kaçınılmazdı. Sistem, can ve mal güvenliğini hiçkimse için sağlayamıyordu.
Padişahlar da rüşvet alırdı
Sultan İbrahim’in katli için ulemanın kaleme aldığı fetvada onun rüşvet aldığı ileri sürülmüştü. Bunun doğruluğuna işaret eden anlatılar vardır. İ. H. Danişmend, Sultan İbrahim devrinde Kara Mustafa Paşa’nın veziriazamlık için padişaha 300.000 kuruş rüşvet verdiğini, tayin edildiğini ancak göreve başlamak için İstanbul’a geldiğinde kendisini azledilmiş bulduğunu yazmaktadır.
Bu arada, Peçevi’nin kitabında ilginç bir anlatıya rastlıyoruz. Tabii o da duyduklarını yazmış ama genellikle iyi haber alan devlet makamlarında bulunmuş inandırıcı bir kişidir. III. Murad’ı kastederek, dönemin önde gelenlerinden Şemsi Paşa’nın, padişaha rüşvet aldırttığını söylediğini ifade eder: “Bugün Kızılahmetli’nin öcünü Osmanlılar’dan aldım. Onlar bizim ocağımıza su döktükleri gibi, ben de onların ocağını söndürecek bir başlangıç düzenledim, onlara rüşveti tattırdım”. Bu olayın ne vesileyle olduğunu bilmiyoruz ama başka bir kaynakta, aynı dönem için şöyle bir değinme vardır: “Halep Beylerbeyi padişaha 40.000 duka altınının yanısıra paşaya da birçok hediyeler göndermesine rağmen tutuklandı, Yedikule’ye atıldı”. Keza Koca Sinan Paşa’nın adı da, bu göreve gelmek için padişaha büyük rüşvet vermiş kişilerin arasında geçer.
Padişahın ve yüksek görevlilerin sürekli hediye aldıkları bir dönemde, bunun genellikle görev ve yetki dağıtımında kayırmaya yol açtığı oranda rüşvet sayılacağı açıktır. İdari sistem bozuldukça, hem yıllık atamalar hem de bunların yenilenmesi için para alınması genel usul haline gelmişti. Buna “caize” denilmiştir. Bu ilk başta şairlerin methiye düzme karşılığında aldıkları paraya verilen bir isimdi (ki, şairlerin giderek dilenci haline gelmesine neden olmuştur). Zamanla memurların amirlerine verdikleri hediyelere de caize denmeye başlandı. Sadrazamlar, büyük memurlar ve hatta padişahlar caize alırdı (Başbakanlık arşivi 1180/1121’den: “Vezirlik verilen kişilerin ‘rütbe-i vezaret tevcih edilen zevatın Enderun-ı Hümayun hazinesine 22.500 kuruş vermeleri kanun icabı olduğu…”).
“Caize” ödemesi bir kez makama atanmış olmakla bitmiyordu. Ödemenin her yıl devamı gelmeliydi, yoksa hemen yerine başka biri tayin edilirdi. Caize verenler de bu parayı çıkarmak için gasp, şantaj, usulsüz vergi toplanması, ödeyemeyenin tüm mallarına el konulması gibi uygulamaları en acımasız ve haksız bir şekilde, mağdurların gözyaşına bakmadan asırlar boyunca uyguladı.
I. Mahmud 1834’te görevlilerin kendi paralarını toplama usulünü kaldırmaya başladı ve 1838’de yıllık atama sistemini tamamen iptal ederek maaş usulü getirdi. Bu sistem ilk başlarda iyi işlemedi, çünkü maliyenin oldukça yüksek belirlenmiş bu maaşları verecek gücü yoktu. Memurların hem maaş alıp hem de eski usul para toplamaya devamından korkuldu. Bu nedenle keyfi müsadere yapmaları ve idari ceza uygulamaları yasaklandı. Ertesi yıl Gülhane Fermanı bu tedbirleri pekiştirdi ama geçişin kolay olmadığı ve sorunun bitmediği açıkça görülüyordu. Osmanlı devleti modernleşmeyi hızla yürütecek kadrolara ve mali olanaklara sahip değildi.
16. yüzyıldan 19. yüzyıla atlamış olduk ama arada sayısız rüşvet hikayesi, bu nedenle idam edilen kaç tane vezir-i azam, kaç paşa, kaç görevli var, saymakla bitmez. Örneğin daha III. Mehmed zamanında Vezir-i Azam Hadım Hasan Paşa rüşvet nedeniyle azledilip idam edilmiştir. I. Mustafa döneminde idam edilen Mere Hüseyin Paşa da başka şeylerin yanısıra soygunculuğuyla bilinirdi. Bir başka örnek de Sürmeli Ali Paşa’nın hazineye borçlu olduğunun tespit edilip azlinden hemen sonra idamıdır.
Bazılarının da rüşvet almadıkları halde, rakiplerinin iftirasına kurban giderek öldürüldüğü söylenir. Örnek olarak III. Osman zamanında Bıyıklı Ali Paşa’nın idamının iftiraya dayandığı ve padişahın hemen akabinde pişmanlık duyduğu kaydedilmiştir. Pirî Reis’in katli de birkaç farklı rüşvet hikayesine bağlanır. Birincisi Basra Beylerbeyi’ne ganimetten uygun hediyeler (ya da pay) vermediği şeklindedir. Bir başka iddia ise kafirlerden rüşvet alarak Hürmüz kuşatmasını kaldırdığı şeklindedir. İkinci iddia pek inandırıcı değildir ama gene de idamına ferman çıkarılmıştır.
İstanbul bir fesat yuvasıydı ve herkes birbirinin ayağını kaydırmak için sürekli komplo ve iftira peşindeydi. Yalan olması çok muhtemel rüşvet iddialarından birisi de İstanbul’un fethinden sonra idam edilen Çandarlı Halil Paşa’nın Bizans’dan para almasıyla ilgilidir. Bunun esası Fatih’in devletin çehresini ve idaresini değiştirme isteğidir. O, İstanbul’da kapıkulu bürokrasisini öne çıkarmaya karar vermişti.
Söz denizcilikten açılmışken donanmada da büyük bir yiyiciliğin olduğunu belirtmeden geçemeyiz. Kaptanlar personele erzak alınması için verilen paranın bir kısmını cebe atarlar ve fazla para almak için personeli olduğundan çok gösterirlerdi. Bazen de kalabalık bir personel ile denize açıldıktan sonra bunların bir kısmını uygun bir kıyıya bıraktıkları olurdu. Kaptan-ı deryalık makamı 1324 ‘ten 1867’ye kadar 543 yıl sürmüş ve bu arada 200 kişi bu makama atanmıştır. Atananların çoğu denizcilikle ilgisi olmayan paşalar olup, saraya yakınlıkları dolayısıyla bu göreve getirilerek denizciliğe çok zarar vermişlerdi. Hatta Osmanlı denizciliğinin çöküşündeki en temel etkenin bu olduğu söylenebilir.
Sözkonusu paşaları bu makama cezbeden şey, Ege’ye açılıp adalardan vergi toplama ayrıcalığına sahip olmalarıydı. Bunun bir kısmını kişisel servetlerine katarlardı. Ama sıkıyı görünce kaçmak için rüşvet verenler de olmuştur. Örneğin çok kanlı Girit Savaşları sırasında bu göreve getirilen Halep Valisi Mustafa Paşa denize açılmaktan korktuğu için 200 kese altın rüşvet vererek Mısır valiliğine tayinini sağlamıştı. Buradan, Halep’te iyi servet yaptığı anlaşılıyor.
Donanmada bu kadar rüşvet olur da, orduda olmaması elbet düşünülemez 17. yüzyılda Yeniçeri ocağında her türlü disiplin sona erip de bunlar İstanbul’u haraca kesmeye başlayınca, onların maaş defterleri de piyasada dolaşmaya başladı. Yeniçeri ağaları bu defterlere göre hazineden maaş çekerlerdi ama etrafta defter sayısı kadar adam yoktu. Ağa, örneğin 170 adam için para çeker, ama aslında ortasında 80 kişi vardır. Kadroda 30.000 asker görünür, savaşa giden 12.000’dir. Geri kalanın maaşları ve diğer tahsisatları subayların cebine giderdi. 1778’de bir süre sadrazamlık da yapan Mehmed Paşa’nın üzerinde 600 askerin esamesi bulunduğu anlaşılınca görevden alınmıştı. Ne var ki cezalar rüşveti asla azaltmıyordu, çünkü sistemin tümü buna dayanıyordu.
Çöküş döneminde felaketler birbiri ardına geldikçe, mali sorunlara paralel olarak dinî kurumlarda da çürüme arttı. Özellikle kadı atamalarında rüşvet öne çıktı. Kadılar ve diğer görevliler, atanmak için ödedikleri rüşvetleri elbette, makamlarını kullanarak fazlasıyla çıkarıyorlardı.
Burada kadılar ve mültezimler arasındaki çirkin işbirliğine de değinmemiz gerekir. Bilindiği gibi mültezimler bir yörenin devlet vergilerini toplamayı açık arttırma yoluyla üzerine alıp, buna karşı hazineye belli bir para verirlerdi. Bu usul 1856’da resmen kaldırıldı ama bazı yerlerde bu hemen mümkün olmadı. Yüzyıllar boyunca mültezimler ödedikleri paraları çıkarmak için köylere ve kasabalara gelir, kadılar da onlara refakat ederdi. Bunların ahaliyi tam olarak soyuncaya kadar birkaç hafta süren ağırlanmaları da ahaliye yıkım olurdu. Ödeyemeyenlerin mallarına, mülklerine el konur, ellerinde para olan paşalar bunlar haraç mezat yok pahasına toplardı. İşler bazı yerlerde o kadar çığırından çıkardı ki, rastgele tutuklama yapılır, içeriye atılanlardan kurtarmalık akçe istenirdi. Mültezimler kadılara, onlar da paşalara yaslanır, elbirliği halinde ahaliyi soyar ve kadılara soygunu kitabına uydurmak düşerdi. Tabii hepsi de vergilere kendi cepleri için mümkün olan en büyük ekleri yapardı. Bu konuda birçok şikayet gelir, bazen gereği yapılırdı. Kayıtlarda, görevini kötüye kullanan kadılarla ilgili listeler vardır. Kestel kadısının 6.000 akçe rüşvetinin ortaya çıkması, Güzelcehisar kadısının usulsüzlüğü, birçok kez korunup görevde kalan Halep kadısının idamı vs. diye gider.
Bunlar görevden alınır ama bazıları başka yere yeniden atanırdı. Arasıra çok ileri gidenlerin idamı da bu rezilliği durduramamıştır. Bir kayıtta “Reayanın parasını çalan Yusuf Paşa ve adamlarının toptan idam edildiği” yazılı. 50’den fazla veziriazamın, yani her dört başbakandan birisinin idam edildiği Osmanlı sisteminde bunlar zaten “ya devlet başa, ya kuzgun leşe” diyerek yiyicilik ve zulüm yapan, merhametten yoksun insanlardı ve kimi zaman aralarından bir kısmı sürgün veya idamla cezalandırılsa da, sistem asırlar boyu devam etti.
İlk kuruluş döneminden, özellikle Fatih’ten sonra Osmanlılar’ın sahibi bürokrasiydi. İstanbul’da Kapıkulu askerlerinin ve bürokrasinin ilk yağması ve istediği şehzadeyi padişah yapmak için etkili müdahalesi, Fatih’in ölümü üzerine ortaya çıkmıştır. Bunları dışarıdan denetleyebilecek güçlü odaklar yoktu. Kendi içerisinden yapılan denetim ise bürokrasinin fraksiyonları arasındaki güç dengelerine ve çatışmalara bağlı olup, çoğu zaman komplolarla birlikte yürürdü. Ayrıca, devlet görevlileri herhangi bir yerde uzun kalmazdı. Bazı ülkelerdeki büyük mülk sahipleri gibi bulundukları yeri imar etme, bağımsız zanaatçı ve imalatçıları teşvik, ticareti destekleme dürtüsü yoktu veya üretim çabası ağırlıkla askerî seferleri desteklemeye yönelikti.
İç pazarlar ve denizcilik başta olmak üzere ulaşım zayıflığı kentlerin ticaret ve tarımdışı üretim açısından cılız ve küçük kalmasına yol açtı. Bunlar ekonomik ve sosyal alanda güçlü adımlar atacak halde olmayıp, 16. asırda büyük ticaret yollarının Batı’ya geçmesi karşısında gelişme olanakları daha da kısıtlandı. Hemen ardından “büyük kaçgun” denilen dönem geldi. Afetler, sürekli isyanlar ve istikrarsızlık toparlanma olanaklarını yok etti. İşte bu koşullarda göreve gelen paşalar, kadılar, mültezimler ve diğer görevliler kısa görev sürelerinde en fazla çalıp çırparak oradan gitmekten başka şey düşünmediler. En üst makamlara gelip servet sahibi olanların bazıları, adlarını yürütmek için anıtsal binalar yapmakla yetindiler. Herhangi bir makamı veya beldeyi benimseyip hizmet yapanlar azınlıkta kaldı.
Rüşvet ve suistimal yaygınlığının temel nedeni budur. Ama gene de yüzlerce yıl boyunca ülkeyi bunlarla mücadele eden dürüst bürokratlar ayakta tuttu. Reform yanlılarının girişimlerinin zayıf kalması nedeniyle onları eleştirmek doğru değildir, çünkü çok büyük bedeller ödediler ve arkalarında onları destekleyecek üretici kesimler yoktu. Burada bürokrasinin ikili yapısını iyi anlamak, iyilerin ve kötülerin birlikte varlığını görmek ve çoğu zaman umutsuzca giriştikleri çabaları takdir ve teslim etmek gerekir. Onlar olmasaydı, Osmanlı atalarımız çok önce tarihten silinirdi; ama binbir güçlükle ayakta tuttukları sistemin çürümesini engelleyecek güçleri de yoktu.