Yaklaşık son 200 yıldır dünyanın neredeyse tamamını etkileyen tayin edici gelişmeler Doğu Avrupa’da yaşandı. Avusturyalı devlet adamı Gentz, 1815’te “Türk monarşisinin sonu gelirse, Avusturya ancak çok kısa bir süre ayakta kalabilir” demiş, tarihte eşine nadir rastlanan bir öngörüye imza atmıştı. Kırım Savaşı, 1. ve 2. Dünya Savaşı bu bölgeden çıktı ve savaş durumu hâlen Ukrayna ile devam ediyor. Hatırlatma ve analiz.
Doğu Avrupa son yüzyıllarda dünyanın en sarsıntılı ve acılı bölgelerinden birisiydi. Bölgenin siyasi haritası sürekli değişirken insanlar da farklı devletlerin kontrolüne girdi. Bazı bölgelerde, 100 yıl içerisinde dört, hatta beş farklı devletten nüfus kağıdı almak gibi akıl ötesi sıkıntılar yaşadılar. Örneğin Çar’ın batıdaki bir tebası, 1. Dünya Savaşı sonunda 1917’de bağımsızlığını ilan eden Ukrayna Halk Cumhuriyeti vatandaşı olup; bir tebası da Galiçya’da kurulan kısa ömürlü Batı Ukrayna Halk Cumhuriyeti’nin vatandaşlığına geçmiş olabilir. 1920’de vaktiyle kendisine ait bu toprakları almak için ilerleyen Polonya’nın çok kısa süren yönetimi altında yaşadıktan sonra 1922’de resmen Sovyetler Birliği’ne bağlanmış; SSCB yıkılınca tekrar Ukraynalı olmuş; belki de yeni ilan edilen geçici Donbas vatandaşlığını kabul etmiştir ki sonunda tekrar ya Ukrayna ya da Rusya Federasyonu’nun vatandaşı olacaktır.
Beserabyalılar, Moldovanlar, Karelyalılar, Rutenyalılar, Litvanyalılar, Estonyalılar, Letonyalılar, Lehler, Finliler hepsi en az iki veya üç, bazıları beş kez farklı bayraklar altında yaşadı. Tabii Çekleri ve Slovakları da unutmayalım. Bu arada milyonlarca kişi bu bölgeden sürüldü, katledildi. Avrupa genelinde toplama kamplarında, gaz odalarında öldürülenlerin yüzde 90’ından fazlası bu bölgede yaşayan insanlardı. İki dünya savaşı burada çıkmıştı; üçüncüsünün de aynı yerden çıkma ihtimali dünyada endişe yaratıyor. Batı ülkeleri bu bölgede çıkmış her soruna müdahil oluyor, her savaşa karışıyor.
Baltık ile Karadeniz arasındaki uçsuz bucaksız toprakların kaderi, kuzeyde İsveç, güneyde ise Osmanlıların çekilmesiyle farklı bir yön aldı. Her iki hadise de Büyük Petro’nun denizlere çıkmak için gösterdiği büyük iradenin sonucudur. 1696’da Azak Seferi için bir nehir filosu kurarak güneye ilerlemiş, sonra da kuzeye çıkarak 1700’den 1721’e kadar süren “Büyük Kuzey Savaşı”nda İsveç’i yenerek 1703’te Baltık kıyılarında kendi adıyla anılan St. Petersburg kentinin temellerini atmıştı. İsveç kralı 12. Karl (Demirbaş) bunun üzerine Rusya’ya girmiş, Petro uzun süre çekildikten sonra nihayet 1709’da günümüzde Ukrayna’da kalan Poltava’da bölgenin ve dünyanın kaderini değiştiren bir zafer kazanmıştı. Ukrayna’da bağımsız kalmak istediği için Karl ile ittifak yapan Kazak lideri Mazeppa da mağlup olarak sürgünde ölmüştü.
Karl, Petro’ya yenildikten sonra Osmanlılara sığınarak Bender Kalesi’nde uzun ve zoraki misafirliğine başlamıştı. Amacı Osmanlıları Rusya’ya karşı harekete geçirmekti. 1711’deki Prut Savaşı’nda Osmanlıların Azak’ı geri alma koşuluyla Rus Ordusu’na ricat fırsatı vermesi üzerine hayalkırıklığına uğrayarak nihayet ülkesine döndüğü zaman takvimler 1713’ü gösteriyordu. Bu süreçte, İsveç’e ait Finlandiya da Rusya’ya bağlandı. İsveç ile Finlandiya arasındaki yakın ilişki hâlâ devam ediyor. Finlandiya’nın bağımsızlığı sırasında ve sonraki Rus işgaline karşı onlara yardım eden İsveç, şimdi birlikte NATO’ya girmek için Rusya ile büyük bir kriz yaşıyor.
Bölgenin güneyiyle bağlarımız çok daha derin ve eskidir. Ne var ki Petro’nun başlattığı girişimler, yüzyılın ikinci yarısında 2. Catherina’nın danışmanı Prens Potemkin’in Kırım’ı ilhak yönündeki kararlı teşvikiyle sonuca ulaştı. Osmanlıların bunu önleme çabalarının başarısızlıkla sonuçlanmasını takiben Ruslar 1783’te Akyar mevkiinde Sivastopol kentinin ve üssünün temelini attılar. 2. Catherina bundan 11 yıl sonra da Odesa’nın geliştirilmesine başladı. Halbuki bir Rus diplomatı 17. yüzyılda şunları söylemekteydi: “Babıâli, hiç kimsenin el sürme hakkına sahip olamayacağı, erden ve arı bir genç kız gibi koruyor Karadeniz’i. Öyle ki Osmanlı padişahı bir yabancının kendi özel dairesine girmesine katlanabilir de yabancı bir geminin Karadeniz’e girmesine göz yumamaz ve izin veremez. Böyle bir şey ancak Türk imparatorluğunun altüst olmasıyla değişebilir”. İşte sonunda Türk imparatorluğu altüst oldu ve Rusya da bölgeye girdi.
Osmanlılar Doğu Avrupa’nın güneyinden çekildikçe Avusturyalılar da giderek toprak kazanmaya başladı. Polonya 1722-1795 arasında üç defa paylaşıldı. Halbuki Polonya, Litvanya Büyük Dükalığı ile birlikte günümüzdeki Ukrayna ile Belarus’un yarısını içeren büyük bir devletti. Habsburglar, Romanovlar ve Hohenzollernler Polonya’dan parçalar kopartmak için savaştılar, sonra da fetihlerini hazmetmeye giriştiler ama başaramadılar. Bu arada Ruslar, Boğazlar’dan güneye inmek üzere büyük bir hevesle çalışmaya başlamış ve Ege’ye donanma göndermişlerdi ki, bunu Baltık, Atlantik, Cebelitarık yoluyla yaptılar ve ayrıca Ege’de faaliyet gösteren bir korsanlık girişimine sermaye yatırdılar.
Osmanlılar Tuna’nın güneyine doğru çekilirken Avusturyalı devlet adamı Gentz 1815’te şunları söylemekteydi: “Türk monarşisinin sonu gelirse, Avusturya ancak çok kısa bir süre ayakta kalabilir”. Bu kadar doğru bir tespit-öngörü tarihte çok nadir görülür. Hem Habsburglar hem de Osmanlılar 1. Dünya Savaşı’nın sonunda battılar ve işin ilginci burada aynı saflarda savaştılar ve Osmanlı ordusu son kez Galiçya topraklarına ayak basmış oldu. Bu dönemde Doğu sorunu, Rusya’nın hâkim olduğu bir alandı. Bir başka ifadeyle, Rusya’nın Baltık ve Karadeniz’e çıkması dünya politikasını kökten değiştirdi ve aynı zamanda Slavlar ile Slav olmayanlar arasında bir mücadele alanı oluştu. 1914’de 1. Dünya Savaşı da bu mücadelenin yansımalarından biri olarak çıktı. Güney Slavları olan Sırplara haddini bildirmezse Doğu Avrupa’daki tüm Slav nüfusu yitireceğinden korkan Avusturya bu ülkeye savaş ilan edince, Rusya da onların yardımına koştu ve savaş çarkları harekete geçti. Zihinlerinin bir köşesinde ise tarihî emelleri olan İstanbul vardı.
1848 ihtilalleri sırasında sözde bunları önlemek için Tuna boylarına inen Ruslar, bu durumu İstanbul’a yürüyüşlerini yeniden başlatmak için fırsat olarak görmüşlerdi. Bunu izleyen girişimleri, Fransa, İngiltere ve Piyemonte’nin gönderdiği kuvvetlerin Osmanlılar ile birlikte Sivastopol’u aldığı 1854-55 Kırım Savaşı sayesinde önlendi. 1877-78 Savaşı’nda bunu başarıp İstanbul’a kadar ilerleyip Ayestafanos (Yeşilköy) anıtını bıraktılar, ama Avrupa’nın müdahalesiyle geri dönmek zorunda kaldılar. 1914’te savaş başlayınca ilk yapılan işlerden birisi bu anıtı yıkmak oldu. Osmanlılar bu savaştan sonra Tuna boylarından kesin olarak çekilince Doğu Avrupa’da üç imparatorluk arasındaki çekişmeler öne çıktı ve nitekim 1. Dünya Savaşı da 2. Dünya Savaşı da burada patladı. 1918’de Doğu Avrupa’yı paylaşan üç imparatorluk dağıldı; Avusturya imparatoru tahttan feragat etti; Çar öldürüldü; Kayzer Hollanda’da sürgüne gidip ölünceye kadar odun kesti.
Görüldüğü gibi Doğu Avrupa, üç asırdır dünya tarihindeki en büyük gelişmelerin merkezinde olmuştur. 1918’den sonra parçalanan Avusturya’nın tekrar toparlanma şansı yoktu. 12 milyon Almana karşı 10 milyon Macar, 6.5 milyon Çek, 5 milyon Polonyalı, 3.5 milyon Ukraynalı, 5.6 milyon Sırp ve Hırvat, 2 milyon Slovak, 3 milyon Romanyalı, 4 milyon Rutenyalı, 0.8 milyon İtalyan ve 1.5 milyon kadar da daha küçük gruplardan nüfuslarla bir dizi küçük devlet ortaya çıktı. Bu savaşta az sayıda Ukraynalı, Avusturya Ordusu’nda, ezici çoğunluk ise Rus Ordusu’nda savaşmıştı.
Avusturya yenilince Doğu Avrupa’da birçok küçük devlet ortaya çıktı ama Polonya’nın yeniden kurulabilmesi için neredeyse bir mucize gerekmekteydi ve bu mucize hem Almanya hem de Rusya’nın savaşta yenilmesiyle gerçekleşti. Polonya’nın Rus işgalindeki bölgelerinde baskı ve yoksulluk çoktu. Almanya hakimiyetindeki bölgelerde yoksulluk daha az ama baskı daha fazlaydı. Bu iki ülke çok ağır bir asimilasyon politikası uyguladı. Bunun sonucunda epey dış göç ve isyan oldu; biz de birkaç değerli insanı kazanmış olduk. Polonya kültürü 1.5 asır boyunca daha çok, nispeten toleranslı olan Avusturya işgali altındaki bölgelerde canlı kaldı. Ukraynalılar ise hem Ruslar ile Polonyalılar hem de Rusya’daki uzun içsavaşta ezildiler. Bu sırada Batılılar, Kırım üzerinden Beyaz Ordular’a yardım ettiler ama bu bölgedeki en önemli beyaz komutan Wrangel’in yenilgisini önleyemediler.
Rusya’da 1918-1922 arasında
pek çok Bolşeviğin ve sivilin
katledilmesiyle sonuçlanan
“Beyaz Terör”ün en önemli
komutanlarından Pjotr
Vrangler (solda).
Ne var ki Polonya’nın çilesi 1918’de bağımsızlığını tekrar kazanmasıyla bitmeyecekti. Avusturya tarihe karışırken, Almanya ve Rusya yitirdikleri toprakların peşinde koşup 2. Dünya Savaşı’nı başlattılar. 1939 Eylül’ünde Almanlardan iki hafta sonra Ruslar da Polonya’ya girdi. Her ikisi de Polonyalıları katletmeye başladı. Böylece ülkenin bir daha toparlanmasını önlemek istediler. Rusların Katyn Ormanı’nda Polonya subaylarını ve ileri gelenlerini katletmeleri, Nazilerin bu ülkede kurdukları toplama kamplarının ve gaz odalarının yanında nicelik olarak küçük kalır ama durum bundan ibaret değildir. Ayrıca Hitler Polonya Yahudilerini imha ederken, Stalin küçük bir kısmının İran üzerinden Filistin’e gitmelerine izin verdi ki bunların da İsrail’in kuruluşunda azımsanmayacak rolleri olmuştu. Tabii şunu da unutmayalım: Lehler bir yandan katliama uğrarken, bazıları da Yahudilerin katledilmesini memnunlukla izlemişti. Polonya’nın doğusu Ruslar için ödülün sadece bir parçasıydı. Bu savaşın sonunda Finlilerden Karelya’yı, Romenlerden Beserabya’yı ve üç Baltık ülkesini ilhak edeceklerdi.
Polonya için İngiltere ve Fransa ciddi bir tavır aldıkları için (neticede Polonya yüzünden savaşa girmişlerdi) yeni bir çözüm geliştirildi. Polonya sınırları batıya, Oder-Neisse hattına kaydırılırken doğudaki toprakları da Belarus ve Ukrayna’ya verildi. Böylece Polonya, Almanya aleyhine birkaç yüz kilometre batıya kaydırılmış oldu. Günümüzde Ukrayna ve Belarus’ta Polonya asıllılar vardır ve bu ülkenin Ukrayna’ya yoğun yardım yapmasının temelinde bu vardır. Keza Polonya’da da çok sayıda Ukraynalı bulunuyordu ki 1922’de bunların sayısı 3 milyondu; ancak 1945’de sınırlar batıya kayınca bir kısım Ukraynalı tekrar kendi ülkelerinin vatandaşı olmuş, bu defa bir kısım Polonyalı ülkelerinin dışında kalmıştı. Unutulmaması gereken, Polonya’nın da ara dönemde Ukraynalıları asimile etmek için çok ağır bir baskı uygulamasıdır. Özellikle Ortodoks Kilisesi’ni yasaklayarak işe başlamışlardı. Polonya’nın tutumu, ülkenin batıya kaydırılıp yurttaşlarının bir kısmı Ukrayna’da kalınca biraz değişti. Bu topraklarda çifte standart temeldir, hoşgörü çok nadir rastlanan bir şeydir.
Almanya, Polonya, Ukrayna arasında arazi ve nüfus kaydırmaları yapılırken Romanya da bunun dışında kalamadı. Türklerin yoğun olduğu Güney Dobruca, Bulgaristan’a geçerken Romanya, daha önce Macaristan’dan almış olduğu Transilvanya’yı kalıcı şekilde ilhak etti. Ruthenya, Kuzey Bukovina ve Beserabya (bugünkü Moldavya) ise SSCB’ye geçti.
SSCB’ye geçtikten sonra bu halkların alfabeleri yasaklandı, bir kısmı bölgeden sürüldü. Hıristiyan Türklerin Gagavuz özerk bölgesi de buradadır. Kırım Türkleri ise 1944’te korkunç koşullar altında Orta Asya steplerine sürülürken büyük can kaybına uğradı. SSCB yıkıldıktan sonra dönmeye başladılar ve günümüzde yarımada nüfusunun sadece sekizde birini oluşturuyorlar.
Doğu Avrupa’daki en büyük iki katliamdan biri, Nazilerin Polonya’da kurdukları Auschwitz, Chelmo, Treblinka, Sobibor ve Belsec gibi kamplarda Yahudilerin öldürülmesidir. Polonya’daki 3 milyon Yahudinin büyük kısmı burada yaşamını yitirmiş ve tüm Avrupa’dan getirilen Yahudiler ve diğerleri de bu kaderi paylaşmıştır. Yahudiler Varşova gettosundaki direnişlerini 1943’te tek başlarına yaptılar. Esasen bu tarihe kadar buraya tıkılan 380.000 kişiden sadece 14.000’i ayakta kalmıştı. Ertesi yıl Kızılordu yaklaşırken, bu sefer Polonyalılar ayaklandı ama onlar da Yahudiler gibi tek başlarına savaşıp imha edildiler. Stalin’in orduları 5 ay boyunca Vistül’ün doğu yakasında bekleyerek-izleyerek katliamın tamamlanmasını bekledi! Zira bu ülkeyi işgal ettikleri zaman Polonyalıların kendilerine de direnebileceklerini öngörüyorlardı. Ruslar savaştan sonra tüm Polonya kurumlarını etkisizleştirdi. Katolik Kilisesi tek örgütlü kurum olarak kalacak ve pasif de olsa bir muhalefet merkezi hâline dönüşerek bağımsız “Dayanışma” işçi hareketiyle birlikte 80’li yıllarda Polonya’nın Rus işgalinden tekrar çıkmasında etkili olacaktı.
Diğer büyük katliam da Ukrayna’da 1930’ların başında Ruslar tarafından gerçekleştirilen, Holodomor olarak anılan hadisedir. Zorunlu kolektifleştirme sırasında bölgedeki tüm mahsuller toplandıktan sonra Kızılordu geniş bölgeleri çevirerek giriş-çıkışı yasaklamıştı. “Açlıkla öldürülenler”in sayısı için 1.5 milyondan başlayan rakamlar verilmektedir. Bazı kaynaklar 10 milyonu aşan çılgınca rakamlar da dile getirir. 5-10 milyon en sık rastlanan istatistiktir. Muhtemelen 3 milyonun üzeri abartıdır ama bu da zaten fazlasıyla korkunçtur. Bölgede yamyamlık olaylarına bile rastlandığı kaydedilir.
Bu acıların büyüklüğü, Ruslar ile Ukraynalılar arasında uzlaşmazlığı besleyen bir yakın tarih olayıdır. Esasen gerek Almanlar gerek Ruslar 2. Dünya Savaşı süresince girdikleri her ülkede işe katliamla başlamıştır. Örneğin Estonyalılar 1939’da Rusların, 1941’de Almanların, 1944’de tekrar Rusların elinde büyük bir katliam yaşadı. Bu, tüm Baltık ülkelerinde ve Ukrayna’da tekrarlandı. Holodomor katliamından kurtulan Ukraynalılar ve gene işgal edilen Baltıklılar 1941’de Nazi ordularının kendilerini kurtaracağını sanarak onları millî kıyafetlerle dans ederek karşıladılar; ancak sadece birkaç hafta sonra onların daha büyük bir katliam için geldiğini gördüler. Almanlar Kiev’i aldıktan çok kısa süre sonra kentte çocuk, yaşlı demeden 30.000 Yahudiyi Babi-Yar mevkiinde kurşuna dizdi. Bu kurbanları bulup getirenlerin arasında Ukraynalılardan toplanan aşırı sağcı işbirlikçi milis kuvvetleri de vardı. Başta Galiçya Tümeni olmak üzere işbirlikçi Ukraynalılar Nazilere yardımcı birlikler oluşturdular.
Bu, karmakarışık bir tarihtir. Nazi vahşetine karşı direnişe geçenler de çok sayıdaydı. Ancak bir kısım Nazi işbirlikçisi sonuna kadar Ruslarla savaşarak Orta Avrupa’da Karpatlar’a kadar çekildi. Bunların kalıntıları Sovyetler Birliği zamanında da küçük ama sonu gelmeyen bir direniş odağı oldu. Örneğin Nazi işbirlikçilerinin en tanınmışlarından birisi olan “aşırı milliyetçi” Stepan Bandera son yıllarını Almanya’da geçirmesine rağmen bir dönem Ukrayna’da “bağımsızlık lideri” olarak payeyle anıldı ama yakın dönemdeki Kiev yönetimleri bu unvanı iptal ederek Bandera’yı reddettiler. Bunun gibi birçok örnek vardır ve Ruslar tarafından propaganda için kullanılmaktadır. Rusya’da “milliyetçi” terimi Sovyetler döneminden kalan alışkanlıkla “Nazi” terimiyle eşanlamlı kullanılır ama Rus milliyetçiliği pek konuşulmaz.
Çoğu savaş aynı zamanda bir içsavaşla birlikte yürür. 2. Dünya Savaşı’nda işgale uğrayan her ülkede içsavaş çıktı. Bu, günümüzde de farklı ölçülerde devam etmektedir. Donbas, Luhansk içsavaşın yıllardır sürdüğü bölgelerdi. Sovyetler Birliği döneminde Ruslar her cumhuriyete mümkün olduğu kadar çok Rus götürerek, işgal ve ilhak ettikleri topraklarda nüfus desteği sağlamaya çalıştılar. Birliğin dağılmasını takiben, bunlar yeniden bağımsız olan sözkonusu ülkelerde istenmeyen kişi oldular. Estonya bunun çok tipik bir örneğidir.
Nüfusu doğum oranı nedeniyle sürekli azalan Rusya ise bunlara sahip çıkmayı hayati bir sorun olarak gördü. Rusya’nın Çarlık ve SSCB dönemlerinde nüfus taşıdığı ülkelere tekrar müdahalelerinde, jeopolitik gerekçelerin yanısıra nüfus da belirleyici bir sorundu. Ruslar önlenemez bir şekilde azalmaktadır.
Petro ve Katerina’nın hayalleri insanlığa çok pahalıya mâloldu. Bizim savaşlarımızı saymazsanız, Kırım Savaşı, 1. ve 2. Dünya Savaşı bu bölgeden çıktı ve savaş durumu hâlen de Ukrayna ile devam ediyor. Tarihin en büyük üç kuşatması St. Petersburg (bir ara Leningrad) ve iki kez de Sivastopol’de yaşandı. Birincisinde 900 bin sivil ve en az o kadar asker öldü. Sivastopol kuşatmaları da çok kan dökülmesine neden oldu.
Bunlar Ruslar için kutsal kentlerdir. Ukrayna’daki son savaşın giderek uzamasındaki etkenlerden önemli bir tanesi de budur.