Sanat aracılığıyla efsaneleşen tarihî kişilikler arasında Kleopatra belki de en ilginciydi. Bu onun hem Mısırlı, yani Batılıların gözünde esrarını koruyan bir Doğulu, hem de bir kadın olmasından kaynaklanıyordu. İki bin yıl boyunca resim, oyun ve filmlerle tam bir klişeye dönüştü.
Sanat aracılığıyla efsaneleşen tarihî kişilikler arasında Kleopatra belki de en ilginciydi. Bu onun hem Mısırlı, yani Batılıların gözünde esrarını koruyan bir Doğulu, hem de bir kadın olmasından kaynaklanıyordu. İki bin yıl boyunca resim, oyun ve filmlerle tam bir klişeye dönüştü. Dali’ye kadar sayısız sanatçıya esin kaynağı olan Kleopatra, bu resimlerin hepsinde çıplaktır; çoğunda yılana sarılmış olarak görülür çünkü kılıç yerine zehiri tercih eden sinsi kadın katil tipinin şahikasıdır. Resimlerin büyük bir bölümünde de genellikle bir kanepeye uzanmıştır.
Bu tabloların dönemin insanları için ne anlama geldiğini, 19. yüzyıl edebiyatından aldığımız bir örnekle açıklayalım. İngiliz yazar Charlotte Bronte’nin Villette adlı romanında, genç bir kız bir Kleopatra resmine bakarak şöyle der: “Bir kanepeye uzanmış yatıyor; neden, belli değil… Ayrıca daha derli toplu bir şeyler giyse iyi olur…” O sırada nişanlısı gelerek genç kızı azarlar: “Nasıl oluyor da bir erkek gibi oturmuş bu resme bakmaya cesaret ediyorsun?!”
Uzun listedeki iki kadın ressamdan Artemisia Gentileschi’nin Kleopatra’yı intihar ettikten sonra can çekişirken, Angelica Kauffmann’ın ise Marcus Antonius’un mezarının başında yas tutarken canlandırması farklı bir bakış açısını temsil eder.
Kleopatra sinema icat edilmeden önce tiyatronun vazgeçilmez kişiliklerinden biridir. Shakespeare’in Anthony and Cleopatra’sında (1607) bildiğimiz efsaneyle karşılaşırız. Ancak yazarın yeteneği sayesinde Mısır Kraliçesi tek boyutlu kötü kadın türünden biraz ayrışarak, kişilik sahibi bir kadına dönüşür. Başka erkekleri baştan çıkarmaktan hiç usanmadığı halde Antonius’a gerçekten âşıktır, o öldüğünde yaşamak için bir nedeni kalmaz. Shakespeare’in kadın karakterleri arasında kendi cinselliğinin kurbanı olmayan tek kadındır. Bu bakımdan, Mısır kültürünün (daha doğrusu Shakespeare’in gözündeki Mısır kültürünün, yani yabancı olanın) bir simgesidir. Romalılara esir düşmek yerine onurunu korumak uğruna intihar ederken bu eski uygarlık da onunla birlikte ölür.
Shakespeare’den 300 yıl sonra bir başka İngiliz tiyatro yazarı George Bernard Shaw, efsaneyi Caesar and Cleopatra adlı oyununa (1898’de yazıldı, 1901’de yayınlandı) taşır. Bu oyunun kaleme alındığı dönem, birçok açıdan ilginçtir. İngilizler artık kendilerini yeni Romalılar olarak görmektedir ve Mısır’ı kısa bir süre önce (1882) işgal etmişlerdir. Oyuna göre Caesar’ın Kleopatra’ya olan ilgisi tamamen siyasaldır. Caesar nasıl Mısır’a geldiğinde burada Kleopatra ile kardeşleri arasında bir iktidar savaşı sürüyorsa, İngilizler de Mısır’a Urabi (Arabi) ayaklanmasından sonraki savaş ortamında girmiştir. Caesar genç Kleopatra’yı tahta çıkarmış, İngiliz özel komiseri Lord Dufferin ise genç hıdiv Tevfik Paşa’yı “ele alarak” yeni bir rejim kurmaya başlamıştır. Romalılarla İngilizler arasındaki bu paralellikler bir yana, oyunun bir de kadın-erkek ilişkisi konusunda söyledikleri vardır. Yaşlı, tecrübeli, akıllı Caesar, Kleopatra’ya âşık filan değildir ama neredeyse çocuk yaştaki bu afacan genç kız onu eğlendirir; böylece bu çocuğu “yetiştirmeye” karar verir. Bu tema, yazarın yıllar sonra sinemaya “My Fair Lady” adıyla uyarlanarak büyük ün kazanan oyunu Pygmalion’daki temadan farksızdır: Yaşı, aklı, eğitimi büyük bir erkek, kendisinden çok daha genç, eğitimsiz ve aklından çok içgüdülerine göre hareket eden bir kadını eğiterek istediği kalıba döker.
Çok sevdiği bu temanın yazarın kendisi hakkında bize verdiği ipuçlarını bir kenara bıraksak bile, kadın-erkek arasındaki bu iktidar ilişkisi, oyunun yazıldığı dönemin egemen anlayışına tamamen uyar. Bernard Shaw’un Kleopatra’sı hem şımarık, sorumsuz, bencil, cahil bir çocuktur; hem de bütün ciddiyetine ve devlet adamlığına rağmen Caesar’ın temsil ettiği İngiliz erkeği açısından korkutucudur.
Işık Yenersu’nun başarısı
Bu oyun Türkiye’de 1960’larda Işık Yenersu’yu Kleopatra rolünde şöhrete kavuşturur. Zeynep Oral’ın yazdığına göre Işık Yenersu, “yaramaz, afacan, muzip, meydan okuyan, uysal, kah çocuk, kah dişi, yaşı olmayan bir Kleopatra. Koca Sezar’la kedi gibi oynayan bir Kleopatra” olarak herkesi büyüler. Bu sözlerden, genç oyuncunun yazarın kafasındaki Kleopatra tipini büyük bir başarıyla canlandırdığı anlaşılmaktadır. Aynı rolü hem sahnede hem beyazperdede oynayan İngiliz Vivien Leigh için New York Times gazetesinin film eleştirmeni de benzer şeyler söylemiştir: “Küçük bir kız olarak çekingen ve heyecan verici; Caesar’ın ilham verdiği bir kadın olarak ateşli, saldırgan bir doğaya sahip. Her yönüyle kültürlü bir erkeğin dikkatini çekecek birini andırıyor” (New York Times, 6 Eylül 1946).
Edward Said’in Oryantalizm kitabını yazmasına (1978) daha yıllar vardır; ancak Kleopatra’ya içgüdülerine teslim olmuş doğulu bir kadın olarak Batı’dan gelen hakaretler Mısırlı bir şair ve tiyatro yazarını harekete geçirir. Dönemin en ünlü Mısırlı şairi Ahmed Şevki, 1927’de “Kleopatra’nın Ölümü” adlı oyununu bir kitap halinde yayınlar. Kitabın başında yer alan imzasız önsözde Mısır Kraliçesinin yaşamıyla ilişkili kaynaklardan söz edilirken şöyle denmektedir: “Bunlar ya Romalılar ya da ‘Romalılaştırılmış’ tarihçiler tarafından kaleme alınmıştır. Bu yazarlar, Mısır’da Ptolemaios döneminden Roma dönemine geçişi kurgusal bir öykü gibi anlatır; bu öyküde bütün şan şöhret Roma Caesar’larına aittir. Galip gelen (Octavius) bir kahramandır, yenilen ise (Antonius) bir kurban… Bu arada zavallı Mısır kraliçesi Kleopatra, suçlama, günah ve lanetlerden oluşan bir çığın altında ezilir.”
Fedakâr Kilyubatra
Ahmed Şevki’nin Kilyubatra’sı bambaşka bir kadındır; büyük bir kütüphanesi olan bir bilgin, çocuklarına düşkün bir anne, ülkesi için her şeyi yapmaya hazır bir hükümdar, korkutucu Roma imparatorluğuna direnen bir politikacıdır; ölümü bir fedakârlık ve kahramanlık simgesidir.
Fransızlar Kleopatra konusunda İngilizlerden farklı değildir. Ünlü tiyatro yazarı Victorien Sardou, 1890’da Cléopâtre (Kleopatra) adlı oyununu yazar; baş rolde de elbette dönemin büyük oyuncusu Sarah Bernhardt oynamaktadır. Kleopatra’nın sarayındaki ahlaksızlık, ihtişam ve yozlaşmayla ilgili bütün önyargılar bu eserde de yankılanır. Oyun bir süre sonra Londra’da sahnelendiğinde, seyirciler arasında bir kadının “Bizim sevgili kraliçemizin saray hayatından ne kadar farklı!” diye bağırdığı gazetelerde yayınlanır; Kleopatra’yı Victoria ile karşılaştıran bir İngiliz için –ikisinin de kraliçe olması dışında- aradaki fark aşikârdır.
Victorien Sardou’nun oyunu, sinema tarihinin ilk Kleopatra filmine de ilham kaynağı olur. 1912 tarihli, baş rolde Helen Gardner’ın oynadığı Kleopatra, sessiz sinemanın şaheserlerinden sayılır; pekçok sahnesinin sansüre kurban gitmesinin nedenini anlamak zor değildir: Erkek delisi Kleopatra’nın maceraları, o devrin ahlak anlayışına uymaz. Aynı öykü, 1934’te yapılan büyük bir Hollywood filminde tekrarlanır. Bu defa “erkek yiyen kadın” rolünde Claudette Colbert oynamakta, yönetmen koltuğunda da Cecil B. DeMille oturmaktadır. Filmde Octavius’un ağzından çıkan “Kimdir bu erkeklerimizi ısıran zehirli yılan? Önce Julius Caesar, şimdi de Antonius. Ne zaman bitecek?” sözleri, seyircilere Kleopatra’ya nasıl bakmaları gerektiğini öğretir.
Ancak bugüne kadar çekilmiş en ünlü Kleopatra filmi 1963’te, Elizabeth Taylor’ın başrolde oynadığı, Joseph Mankiewicz’in yönettiği film olur. Bu büyük prodüksiyonun çekimi, efsanenin ruhuna uygun olarak çeşitli skandallarla geçmiş, Elizabeth Taylor ile Richard Burton arasında başlayan ilişki, filmde canlandırdıkları Kleopatra-Antonius çiftinin aşkını gölgede bırakmıştır. Stüdyoyu batıracak kadar yüksek bir maliyetle çekilen bu filmin şaşaası, Batı imgelemindeki antik Mısır’ı temsil eder. Bu filmle birlikte Elizabeth Taylor’ın film yıldızı statüsü, Kleopatra’nın imajıyla bütünleşir; sonraki yıllarda Shakespeare’in Anthony and Cleopatra’sı bu doğrultuda sahneye konur. Örneğin 1969’da Margaret Leighton rolü üstlendiğinde “kendini hap ve martiniyle avutan zengin bir kadın” gibi davranır; 1973’te yönetmen Tony Richardson oyunu 1920’lere taşırken Kleopatra’yı “dünyayı avucunun içinde zanneden şımarık bir film starı” olarak düşler, karısı Vanessa Redgrave de bunu başarıyla yerine getirir.
Öte yandan 1960’larda seyircilere Hollywood’un çok sevdiği tumturaklı törenlerden ve parlak mermer sütunlardan gına gelmiştir. Belki de bu nedenle sonraki yıllarda bir dizi komik Kleopatra filmi çekilir; bunlar Mısır Kraliçesi ile ilgili efsanelerle olduğu kadar, onu beyazperdeye taşıyan Hollywood filmleriyle de dalga geçer.
Princeton Üniversitesi klasik arkeoloji profesörlerinden Margaret M. Miles’ın editörlüğünde yayınlanan ve Kleopatra imajıyla ilgili bir dizi makaleden oluşan kitap Bir Sfenks’e Yeniden Bakmak başlığını taşır. Yukarıda sözünü ettiğimiz bütün imajlar üst üste yığıldığında Kleopatra’nın bugün bir nesne olarak neredeyse tüketildiğini söyleyebiliriz. Ama insan olarak bir Mısır sfenksi gibi esrarını koruduğunu söylemek de aynı ölçüde doğrudur.