0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Oryantalist ama bildiğimiz gibi değil!

Dünya edebiyatının en önemli isimlerinden Lord Byron, eserleri kadar hayatıyla da sıradışı bir portre çizmiş, 36 yıllık kısa yaşamı bitmeden dünyaca üne kavuşmuş bir sanatçıydı. Doğu’yu “sahip olunması” gereken bir öteki olarak gören, Doğu’nun kültürel farklılıklarını üstünkörü tanımaya çalışan Avrupa-merkezci oryantalistlerden çok farklıydı. İngiltere’den İstanbul’a, Yunan bağımsızlık mücadelesine uzanan fırtınalı bir hayat…

Lord Byron’un doğduğu dönemde (1788) Doğu’nun Batı’ya karşı üstünlüğü, daha net şekilde ifade etmek gerekirse, Batı’ya komşu olan Osmanlı İmparatorluğu’nun başat bir güç olduğu günler artık geride kalmıştı. Aydınlanma ve Endüstri Devrimi’ni yaşamış (ve yaşayan) Batı, artık ne Haçlı Seferleri dönemindeki ne de Muhteşem Süleyman’ın karşısındaki Avrupa’ydı. Bilim ve tekniği kullanarak hem ekonomik olarak hem de askerî sahada Doğu’nun fersah fersah ilerisindeydi; adeta başka bir çağı yaşıyordu.

Byron’ın dünyaya geldiği 1788 yılının hemen ertesinde Fransız Devrimi gerçekleşecek ve bunun sonucunda monarkların, prenslerin ve yabancı hanedanların yönetimindeki tüm halklar yöneticilerine karşı bir ulus olarak başkaldıracaklardı. 1776’da ise Amerika’daki on üç koloni Büyük Britanya’dan ayrılmayı talep ederek bir bağımsızlık savaşına girmiş ve sonucunda hem Britanya yönetiminden kurtulmuş hem de anayasası olan bir cumhuriyete kavuşmuştu.

Dönemin süper gücü Büyük Britanya’da entelektüel ve siyasi çevrelerde tartışma konusu da bu dönemde ulus, anayasa ve cumhuriyet gibi yenilikçi fikirlerdi. Byron da büyük amcası “Şeytani Lord” William Byron’ın vefatı ile kendisine kalan büyük mirasla hem bu konuları anlayıp tartışabilecek eğitimi görebildi hem de bu konuların konuşulduğu çevrelerde kendine yer bulabildi. İngiltere’nin en köklü okullarından Harrow’da ve daha sonra Cambridge’de okurken geleceğin önemli siyasileri ile arkadaş oldu. Bunların başta gelenlerinden biri de liberal/Whig görüşleri Byron ile tanıştıran John Cam Hobhouse idi.

Siyaset dışında genç yaşlarından itibaren şiire ilgi duyan Byron’ın ilk yayımlanan kitabı Hours of Idleness önemli bir başarı yakalayamamıştı. Sonrasında ise o dönemde her genç İngiliz aristokratının yaptığı gibi 1809’da “Grand Tour”a çıkmış, fakat Avrupa Napoléon Savaşları nedeniyle karışıklık içerisinde olduğu için Portekiz’de başlayan yolculuğu Sevilla, Cadiz ve Cebelitarık ile devam etmiş, sonrasında ise Malta’ya ve oradan Osmanlı topraklarına, Atina’ya varmıştır. Bu seyahatinde fiziken Doğu ile tanışmış olsa da genç Byron’ın bu coğrafyaya aşinalığı çok daha önceye, okul dönemindeki yıllara dayanmaktaydı. Bilim ve sanata hamilik yapan Abbasi halifesi Vasık ile ilgili kurgu bir roman olan William Beckford’un Vathek isimli romanı onun favori kitaplarından biriydi; aynı zamanda klasik İran şairleri Sa’di, Firdevsi ve Hafız’ın şiirlerini ünlü bilgin Sir William Jones’un çevirisinden okuyarak onlara hayran kalmıştı. Yine aynı dönemde Kuran‘ın İngilizce mealini yazmış olan George Sale’nin çeviriye/meale giriş yazısı olan “A Preliminary Discourse” adlı yazısından etkilenmişti.

Sanatta romantik dönemin önemli kavramlarından biri olan “şarkiyatçılık”a bu şekilde derin bir ilgi duymuştu; fakat Byron’ın Doğu’ya bakışaçısı dönemin çoğu şarkiyatçısından farklıydı. Doğu’yu “sahip olunması” gereken bir öteki olarak gören, Doğu’nun kültürel farklılıklarını üstünkörü tanımaya çalışan bir Avrupa-merkezci bakışaçısı yoktu. Şark, o yıllara kadar edebî eserlerde kimi zaman şiddetin ve baskıcılığın olduğu kimi zaman da tam tersine saf sevginin, kayıp masumiyetin tekrar keşfedildiği veya cennetvari sahnelerin olduğu bir mekan olarak işlenmişti.

Ancak bazı eserlerde de hayalkırıklığına dönüşen sevdaların, gözboyayan masumiyetin olduğu ve yeryüzü cennetinin kaybolduğu finallerle yapılan bir hiciv vardı. Bu eserlerin çoğu Doğu’yu siyasi ve dinî propaganda amaçlı gezmiş, bu coğrafya insanının ancak bozulmuş imgelerini sunan kişiler tarafından kaleme alınmıştı. Byron ise yaptığı seyahatler ile Doğu’yu tam anlamıyla deneyimlemeye çalıştı ve bu kültürü özümsemeye gayret etti. Oradaki hayatı ve kültürü yaşayarak, ondan keyif alarak ve onun üzerine çalışarak kendi doğruları için hareket etmeye uğraştı.

Byron’ın Doğu’ya ilk seyahati (1809-1811)

23 Eylül 1809 tarihinde Patras’a, Osmanlı egemenliğindeki Yunanistan’a varmasıyla Byron’ın Şark ile ilgili tecrübe ederek elde ettiği ilk düşünceleri şekillenmeye başladı. Patras’tan, Yanya’yı Yunan Aydınlanması’nın merkezlerinden biri haline getiren Tepedelenli Ali Paşa ile buluşmak üzere Arnavutluk’a geçti. Arnavut asıllı Ali Paşa, sarayında Yunanca konuşan, kültüre önem veren, askerî olarak “Müslüman Bonaparte” lakabını hak edecek kadar başarılı, fakat düşmanlarına karşı da bir o kadar acımasız ve şehvet düşkünü biriydi. Onun bu yapısı Byron’a şiirlerindeki karakterleri için büyük bir ilham verdi.

Lord Byron
Lord Byron’un Thomas Phillips tarafından 1813’te, Atina’da Britanya büyükelçisinin evinde yapılmış olan tablosu. Tepedelenli Ali Paşa ile Arnavutluk’ta zaman geçirmiş olan Lord Byron geleneksel Arnavut kıyafetleri içerisinde resmedilmiş.

Arnavutluk ziyaretinden sonra Atina’ya, oradan Mart 1810’da İzmir’e ve ardından Mayıs ayında İstanbul’a geçti. Byron bu toprakları ziyaret etmeden önce gezginler için elkitabı olmuş Richard Knolles’un The Generall Historie of the Turks (1603) and William Eton’ın A Survey of the Turkish Empire (1789) adlı eserlerinden faydalanmıştı; fakat deneyimledikleri bu kitaplarda yazanlardan çok farklıydı. Öncelikle “Osmanlılar, tüm kusurlarına rağmen saygı duyulmayacak insanlar değiller”di. Bu topraklardaki yüksek eğitim seviyesi, ticaretteki değiş-tokuş ve barter sisteminin adilliği, kültürün özgünlüğü, yaşamın ve meskenlerin yüksek kaliteye sahip olması ve el zanaatlarındaki incelik Byron’ın dikkatini çekmişti. Ayrıca Türklerin, Müslüman olmamalarına rağmen Yunanlılara karşı üstün ve ayrımcı bir bakışaçısına sahip olmadığını, aksine Müslüman Araplara karşı böyle bir tutum takındıklarını farketmişti.

Yine 19. yüzyıl başlarında şarkiyatçılık ile beraber popüler olan bir kavram da “filhellenizm”di, yani Yunan kültürüne duyulan hayranlık. Öncelikle Aydınlanma Düşüncesi ve daha sonra 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başında genelde padişahların ferman ve izinleriyle yapılan Osmanlı topraklarındaki “arkeolojik” kazılarla yaygınlaşan Yunan kültürüne duyulan hayranlık, Batı’daki birçok liberal entelektüel gibi Byron’da da vardı. Onun için de Yunan kültürü Batı’nın kökeniydi. Hatta Byron’ın yakın arkadaşı ünlü şair Percy Shelley, tüm Batılıları kastederek “hepimiz Yunanız” diye başlayan bir çağrıyla Avrupa’daki ülkeleri Yunanistan’ın bağımsızlık mücadelesine destek olmaya çağırmıştı. Ancak büyük general ve devlet adamı Themistocles’in yaşadığı Antik Yunan ile Byron’ın kendi karşılaştığı ve tanıdığı Yunanistan aynı mıydı? O dönemin Yunanistan’ı ne kadar Batı’ya aitti?

Gezgin şair
Lord Byron, dönemin üst sınıf mensubu birçok İngiliz genci gibi Osmanlı topraklarına doğru bir yolculuğa çıkmıştı. Atina ile İzmir’de uzun süre kaldı. Lord Byron, arka planda Atina Akropolis’i ile Yunan giysileri içerisinde.

Byron bu Batılı aydınların Yunan halkını ve kültürünü Antik Yunan ile bir tutarak, onun bağımsızlık mücadelesini idealize ettiğinin farkındaydı. Diğer yandan seyahat ettiği Doğu ne kadar Doğu’ydu? O, genelde eleştirildiği üzere Şark’ı sadece Osmanlı ve Türkler üzerinden tanımlamıştı, zira sadece onları görmüştü ve Arap coğrafyasına hiç gitmemişti. 1811’de Britanya’ya dönen Byron, Osmanlı topraklarındaki tüm bu seyahatlerinde edindiği izlenimlerle “Childe Harold’s Pilgrimage”i ve daha sonra Şark ya da Türk Hikayeleri diye geçen “The Giaour”, “The Bride of Abydos”, “Lara” ve “The Corsair” adlı şiirlerini yazmış ve bu eserlerle ülkesinde ve tüm Avrupa’da büyük bir şöhrete kavuşmuştu.

Byron anavatanına elveda diyor

Byron ülkesine döndü ve geçirdiği beş yıldan sonra 1816’da bir daha dönmemek üzere Britanya’dan ayrılarak İtalya’ya yelken açtı. Napoléon savaşları artık geride kalmış ve eski kıta tekrar toparlanmıştı. İtalya’da kaldığı yedi sene içerisinde farklı şehirlerde bulundu ve İngiliz şair Shelley ve Thomas Moore ile birçok kez görüştü. İtalya’da iken bile Doğu ile ilişkisini koparmadı. Venedik’teki Ermeni San Lazzaro Manastırı’nı ziyaret etti ve burada Ermeni kültürüne ve tarihine merak saldı. Hatta İngilizler için Ermeni dilbilgisi kitabı ve Ermenice-İngilizce sözlük oluşturulmasına katkıda bulundu. Yine İtalya’dayken en önemli eserlerinden Don Juan adlı hiçbir zaman tamamlayamadığı kitabını yazmaya başladı. 1823’e gelindiğinde artık buradaki amaçsız bulduğu hayatından sıkıldı ve Londra Filhellenik Cemiyeti kurucularından Edward Blaquiere’in ısrarıyla Cenova’yı terkederek Yunanistan’ın bağımsızlık davasını desteklemek üzere önce Britanya idaresindeki Kefalonya’ya ardından da Mesolongi şehrine geçti.

Londra Filhellenik Cemiyeti, Avrupa ülkeleri arasında 1821’de başlayan Yunan Bağımsızlık Savaşı’na destek veren en son, fakat en etkili Batılı kuruluş olmuştu. Öncelikle Fransızlar, Yunan bağımsızlık mücadelesi ilgili destek toplamak üzere birçok yayın yapmış ve belli sayıda savaşçı ve parasal destek toplayabilmişti. Prusya devletinin karşı çıkmasına rağmen, ilginç bir şekilde bu isyana en çok savaşçı Almanlar’dan toplanmıştı. Prusya ve Avusturya, Fransa ve Britanya’daki yönetimlere göre baskıcı rejimlerdi, Yunanistan’daki bir bağımsızlık savaşının kendi ülkelerine de zarar verebileceğini düşünüyorlardı. Özellikle Avusturya’da Metternich “Osmanlıların Yunanistan’daki hakimiyetinin meşru olduğunu ve buna karşı çıkmanın imkan dahilinde olmadığını” vurguluyordu. Bunda tabii Avusturya’nın hakimiyetinde farklı milletler bulunan bir imparatorluk olması önemli bir sebepti.

Böylece Almanların çoğunlukta olduğu savaşçı gruplar, 1821 ve 1822 yıllarında Marsilya’dan kalkan gemilerle Yunanistan’a ulaştılar. Bu gruplar içerisinde çok az İngiliz bulunmaktaydı. Avrupalı bölüklerin desteklediği Yunan birlikleri 1822’de Peta Muharebesi’nde Tepedelenli Ali Paşa’nın eski komutanlarından olan Ömer Vrioni kumandasındaki Osmanlı ordusu tarafından ağır bir yenilgiye uğradı. Eğer 1823’teki büyük Tophane yangını olmasaydı, Yunan İsyanı bu muharebenin üzerine tamamen bastırılabilirdi. Bu yenilgi ile Yunanlar arasında “bölgecilik” başgösterdi. Bu muharebede ordunun başında Avrupa’da eğitim görmş, Fransızcası Yunancasından daha iyi olan ve Avrupalı giyim kuşama sahip Alexandros Mavrokordatos bulunmaktaydı. Kendisi önemli Rum ailelerden olan ve Eflak’ı yöneten Fenerli ailelere mensuptu.

Aleksandros Mavrokordatos
1821’de başlayan Yunan Bağımsızlık Savaşı’nda düzenli bir hükümet kurulması için çalışan Yunan siyasetçi Mavrokordatos. Bir dönem İstanbul’da Yunanistan temsilciliği yapmış ve üç kere Yunanistan başbakanlığı görevini üstlenmişti.

Savaştaki yenilgi sonrası Yunanlılar arasında bir içsavaş patlak verdi. Mavrokordatos yerini Petrobey diye de bilinen Petro Mavromihalis’e bırakmak zorunda kaldı. Mavromihalis’in destekçilerinden biri de, miğferiyle Homeros’un Odysseus‘undan çıkmış gibi görünen başarılı askerî lider Theodoros Kolokotronis idi.

Lord Byron, farklı bölgelerin desteklediği gruplar arasındaki bu içsavaş sırasında Blaquiere’in ısrarıyla Yunanistan’a vardı. Londra Filhellenik Cemiyeti, aslında Yunanlılar hakkında sadece yüzeysel bir bilgiye sahip Blaquiere sayesinde büyük miktarda borç para toplamıştı. Bu paralar Yunanistan’a ulaştırılırken bağımsızlık savaşı için önemli bir figür olarak Byron ikna edilmişti; zira o artık şöhretinin zirvesinde bir şairdi. Byron her ne kadar Yunanlılara sempati duysa da, bu savaş ile ilgili önce kendisini motive edecek bir şey bulamamıştı; fakat sonra askerî zaferler kazanmanın amaçsız bulduğu yaşamına bir amaç katacağını düşünerek Blaquiere’in teklifini kabul etmişti. 5 Ocak 1824’te Yunan anakarasına vardığında, Blaquiere ona haber vermeden çoktan Britanya’ya dönüş yoluna geçmişti.

Yunan Bağımsızlık Savaşı Sözkonusu savaş Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla son bulacaktı. Georg Perlberg burada çarpışan Osmanlı ve Yunan birliklerini resmediyor.

Byron gerçekçi bir bakışaçısıyla, savaş idaresinin savaş beylerinin çıkarları için yapıldığının ve bunların da Batı’dan gelen askerî bilgi birikiminden ve Avrupalı birliklerden ziyade kendi davaları için kullanabilecekleri para yardımıyla ilgilendiklerini kısa sürede farketti. Filhellen Cemiyeti de Fenerli Rum Mavrokordatos yerine, “gerçek” bir Yunan gibi gözüken Kolokotronis ve destekçilerine parayı vermeyi tercih etti. Bu arada Byron, kendi parasıyla Arnavutlardan ve Sulyotlardan (Yunanca konuşan Arnavut kökenli bir halk) oluşan kendi birliğini kurdu. William Parry isimli bir İngilizi kendine askerî danışman yaptı. Ancak sefer için hazırlıklar yaparken birliğindeki huzursuzluk bir isyana dönüştü; sonrasında ise birlik tamamen dağıldı. Şubat ayında ağırlaşan sara krizleri ile sağlığı iyiden iyiye bozuldu. Tedavisi için yapılan kan alma işlemi onu yorgun düşürdü ve muhtemelen yine kan alma sırasında mikrop kaptı. 15 Nisan 1824’te yüksek ateş nedeniyle öldü (ölmeden önce “zavallı Yunanistan” dediği rivayet edilir).

Theodoros Kolokotronis 1821-1829 arasında Osmanlı egemenliğine karşı verilen Yunan Bağımsızlık Savaşı’nın generali Theodoros Kolokotronis atının üzerinde. Kolokotronis’i efsaneleştiren savaş, 1822’de Dervenakia’da Dramalı Mahmut Paşa karşısında kazandığı zafer olmuştu.

Lord Byron birliğiyle herhangi bir zafer elde edememiş olsa da bu topraklardaki ölümü, Yunanistan’ın bağımsızlık davasının birçok ülkeden destek bulmasını sağladı. Lord Byron, şarkiyatçı eserler verirken Doğu’yu kötülememiş, Doğu’yu manzum hikayeleri için bir sahne olarak görmüştü. Kimi zaman kendisinin de ifade ettiği gibi “şarkiyatçı” klişeleri okurların ilgisini çekmek ve eserlerinin popülaritesini arttırmak için kullandı. Şark’ı önyargısız bir şekilde gözlemlediği gibi Yunan kültürüne olan hayranlığını eserlerinde göstermiş, deneyimlediği Yunanistan’daki gerçekleri ve olguları rasyonel bir şekilde mektuplarında değerlendirmiştir. Yunanistan’ın bağımsızlık mücadelesi sırasında ölmesi, onu Yunanlılar için bir ulusal kahraman haline getirmiştir.

Efsanenin peşinde

Çanakkale Boğazı’nı yüzerek geçmişti!

İngiliz edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük şairlerinden olan Lord Byron, 22 Ocak 1788’de George Gordon Byron adıyla Anglo-İskoç bir ailede doğdu. Henüz 10 yaşındayken büyük amcasının ölümüyle baron ünvanı, az bir miktarda para ve İngiltere’de önemli mülkler kendisine kaldı. Harrow’da ve Cambridge’de okudu. Daha o yıllarda birçok gönül ilişkisi yaşadı, yine aynı yıllarda şiire merak saldı. İlk denemeleri başarısız oldu ama onun aklında hep şair olmak vardı.

1809’da üst sınıfa ait birçok İngiliz gencinin yaptığı gibi rotasını doğuya, Osmanlı yönetimindeki topraklara çevirdi. Atina’da ve İzmir’de uzun zaman geçirdi. Hem Türk hem de Yunan birçok arkadaşı oldu. Mayıs 1810’da tıpkı Yunan efsanesinde olduğu gibi Leandros’u örnek alarak Çanakkale Boğazı’nı yüzerek geçti. Daha sonra bu deneyimine Don Juan adlı eserinde referans yapacaktı. Dönemin Kostaniyye’sinde fazla zaman geçirmeden ülkesine geri döndü ve yazdığı eserler onu büyük üne kavuşturdu. İngiltere’de karmaşık ilişkiler, skandallar ve aldığı borç paralarının getirdiği zorluklarla uğraştı. 1815’te Annabella Millbanke ile evlendi ve bu ilişkiden Ada isimli bir kızı oldu; fakat Byron’ın bitmek bilmeyen çapkınlıkları yüzünden evlilik 1816’da son buldu.

Leandros’un izleri Ünlü şair Mayıs 1810’da, Abydos kralının efsaneleşen oğlu Leandros’u örnek alarak Çanakkale Boğazı’nı yüzerek geçmişti.

Yaşadığı zorluklardan yorulan ve bundan kaçmak isteyen Lord Byron aynı yıl ülkesinden ayrılarak Belçika üzerinden İsviçre’ye geçti. Cenevre’deyken romantik dönemin ünlü şairlerinden Percy Bysshe Shelley ile arkadaş oldu. Daha sonra İtalya’da hem Shelley hem de edebiyatçı Thomas Moore ile zaman geçirdi. Burada da birçok aşk yaşadı; bunlardan en önemlisi evli olan Kontes Guiccoli ile olanıydı. Shelley’nin Spezia Körfezi’nde ters bir akıntı nedeniyle boğularak ölmesinden sonra Byron, son yıllarını geçireceği Cenova’ya yerleşti. Ardından da bağımsızlık savaşına destek verebilmek için geçtiği Yunanistan’da, Missolonghi şehrinde hastalanarak öldü. Ölümünden sonra her ne kadar Yunanlılar kahramanlarının orada gömülmesini isteseler de, naaşı balmumlanarak İngiltere’ye gönderildi. İngiltere’de yakınları onun Westminster Manastırı’na gömülmesini istedi; fakat manastır Byron’ın yaşamında sorunlu bir ahlak anlayışı olduğunu söyleyerek buna izin vermedi ve bunun üzerine başka bir mezara gömüldü. 1965’te ise naaşı taşınarak Westminster Manastırı’nda hakettiği yere taşındı.

36 yıllık kısa yaşamında, Don Juan, Childe Harold’s Pilgrimage, Manfred, The Giaour, Mazeppa gibi İngiliz şiirinin klasikleri olan eserleri yarattı. Henüz hayatta iken uluslararası üne sahip ilk kişi oldu; yaşadığı dönemde buna “Byromania” denildi. Ayrıca eserlerinde yarattğı, kendisi ile çokça ortak noktaları olan ve birbiri ile benzer özelliklere sahip karakterler, yeni tip bir edebi kahraman ortaya çıkardı: “Byronik kahraman”. Bu tanımlama daha sonra filozof Friedrich Nietzsche’nin “übermensch” kavramına da ilham verecekti.

Devamını Oku

Son Haberler