Kasım
sayımız çıktı

Kağıt üzerinden hayata eşitlik-özgürlük savaşı

Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı “geliyorum diye diye” geldi. Risk altında olduğunun ilk işaretleri 6-7 sene önce belli olmaya başlayan, giderek resmî politika düzlemine taşınan yasal kazanımlar; kadın hareketinin uzun yıllar süren kapsamlı kampanyaları sonucunda elde edilmişti. Hareketin tarihi ise kadınları kızdırmamak gerektiğini gösteriyor! 

Şubat 2020’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Yeniden gözden geçireceğiz” demeciyle başlayan İstanbul Sözleşmesi tartışması, 19 Mart gecesi Resmî Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararıyla Türkiye’nin Sözleşme’den çekildiğini açıklamasıyla sonuçlandı. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı, kararın gerekçesini “Türkiye’nin toplumsal ve ailevi değerleriyle bağdaşmayan eşcinselliği normalleştirmeye çalışan bir kesim tarafından manipüle edilmesi”yle açıkladı (Sözleşmede cinsel yönelim de dahil olmak üzere ayrım gözetilmeksizin herkese karşı yöneltilen şiddeti engelleme amacından bahsediliyor). 

Karara, 15 Temmuz 2018’de yürürlüğe giren “Milletlerarası Andlaşmaların onaylanmasına ilişkin usul ve esaslar hakkındaki 9 nolu Cumhurbaşkanlığı kararnamesi’nin 3. Maddesi” dayanak gösterildi. Bu madde, “Milletlerarası antlaşmaların hükümlerinin uygulanmasını durdurma ve bunları sona erdirme” yetkisini Cumhurbaşkanı kararına bağlıyor. Ancak hukukçular, 9 numaralı kararnamenin TBMM’de kabul edilmemiş anlaşmaları kapsadığını ve kararnamenin kendisinin de Anayasa’ya aykırı olduğunu söylüyor. Bu yüzden siyasi partiler, barolar ve sivil toplum örgütleri tarafından Danıştay’da iptal davaları da açıldı. 

Darbe sonrası ilk eylemlerden  İstanbul’da 12 Eylül askerî darbesinin ardından düzenlenen ilk izinli, kitlesel kadın yürüyüşü olan “Dayağa Karşı Dayanışma Yürüyüşü” 17 Mayıs 1987’de yapıldı. 

Aslında bu tartışmanın ayak sesleri yaklaşık 6-7 yıl önceden kendini duyurmaya başlamıştı. Önceleri daha cılız olan “Nafaka Mağduru Babalar Var”, “Boşanmış Mağdur Babalar Derneği” gibi grupların sesleri pek de ciddiye alınmamıştı. Oysa 2016’da yayımlanan TBMM Boşanma Komisyonu Raporu, bu marjinal grupların taleplerinin giderek hükümet politikası haline gelmeye başladığını gösteriyordu. Rapor, şiddetin belgesini isteyerek, belge yoksa devletin koruma süresini 15 güne indirerek, şiddet vakalarında kadınlara mahalle karakollarının kapılarını kapatarak kadınların korunmasını zorlaştıracak adımlar öneriyor; uluslararası anlaşmalara aykırı olmasına rağmen şiddet vakalarında arabuluculuk ve uzlaştırma tavsiye ediyor; nafakanın ortadan kaldırılması gerektiğini söylüyordu. Raporun felsefesi kağıt üzerinde de kalmadı; Bakanlıkların, devlet kurumlarının faaliyetlerine de yansıdı. Örneğin, Millî Eğitim Bakanlığı müfredatından toplumsal cinsiyet eşitliğiyle ilgili her şey çıkarıldı, yerine “Erkeğe itaat ibadettir” gibi metinler kondu. 

Kadınların isyanı 

Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilebileceğinin konuşulmaya başlandığı günden beri kadınlar, eylemler ve kampanyalar yoluyla bunun önüne geçmeye çalışıyor. 

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeye giden yolda, yasaların kadınların aleyhine budanması talepleri, giderek yasaların toptan kaldırılması çağrısına dönüştü. “Aile reisliği geri getirilsin”, “Çocukların velayeti babaya verilsin”, “Evlilik içinde edinilen malların eşit paylaşımından vazgeçilsin”, “Kadına karşı şiddetle ilgili 6284 sayılı yasa tamamen kaldırılsın”, “Avrupa Konseyi’nin şiddetle ilgili sözleşmesinden Türkiye imzasını çeksin” gibi talepler yaygınlaştırılmaya ve siyaset gündemine de taşınmaya başlandı. Hatta Akit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak gibi isimler uzun süredir Lanzarote Sözleşmesi’nin (Çocukların Cinsel Suistimal ve Cinsel İstismara Karşı Korunmasına İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi) dahi kaldırılması gerektiğini savunuyor. Özellikle cinsel eylemlerin sınırı konusunda 18 yaşın altındakilerin çocuk sayılmasına karşı olan sesler çoğaldı. 

Bu talepler üzerine bazı yasa değişiklikleri de gündeme geldi. 2016’da bir geceyarısı Meclis’ten geçirilmeye çalışılan (2020’de tekrar gündeme geldi), ama yoğun tepkiler üzerine geri çekilen TCK 103. maddede değişiklik önergesi; çocuklara yönelik cinsel istismar vakalarının evlilikle sonuçlandığında cezadan muaf olmasını öngörüyordu! Bunun geri püskürtülmesinin hemen arkasından, boşanan kadının nafakasına süre sınırı getirilmesiyle ilgili yasa değişikliği gündeme geldi. Miras hakkından nişan ve düğünde takılan takılara el konulmasına, erkeklerin boşanmasını kolaylaştırıp kadınlarınkini zorlaştıran düzenleme önerilerine, kadın hareketi sürekli olarak bir mücadeleden diğerine sürüklendi. 

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararının ardından pek çok hükümet temsilcisi, bunun kadına karşı şiddetle mücadeleden ödün vermek olarak yorumlanmaması gerektiğini söyledi; hatta AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Fatma Betül Sayan Kaya, “Ankara Mutabakatı” denilen yeni bir çalışma planladıklarını söyledi. Oysa İstanbul Sözleşmesi öyle basitçe yerine “yerli ve millî” versiyonu getirilebilecek bir yönetmelik değil; bir ilkeler ve değerler manzumesi. Hayatın her alanında cinsiyet eşitliğinin bütüncül bir şekilde uygulanması için devletlerin sorumluluklarını belirleyen bir yol haritası, bir “altın standart”. Türkiye bağlayıcı bir sözleşmede olan imzasına ve her gün vahşice katledilen kadın sayısının dehşet verici rakamlara ulaşmasına rağmen, 10 yılda henüz cinsel şiddet kriz merkezleri açmaktan kadın cinayeti verilerini tutmaya bu sorumlulukların pek çoğunu yerine getirmemişken, bu sözleşme ortadan kalktığında bunları yapmaya başlayacak mı? 

İstanbul Sözleşmesi aynı zamanda 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un da daha ilk maddesinde atıf yaptığı dayanağı. Sözleşme’nin imzacıları arasından çekildiğimizde, bu kanunun altındaki dayanağı da çekmiş olacağız. Dolayısıyla yasanın getirdiği uzaklaştırma kararı ve koruma tedbirlerinde kısıtlamaya da gidilebilir. Eğer İstanbul Sözleşmesi karşıtı grupların diğer talepleri de ciddiye alınırsa, sırada kadın hareketinin yoğun kampanyalar sonucu değiştirdiği Medeni Kanun, Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) ilgili maddeleri, dünya kadınlarının anayasası sayılan CEDAW (Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Yok Edilmesi Sözleşmesi) ve Lanzarote de olabilir. Peki “bir kağıt parçası” olarak görülen bu sözleşmelerin ve kanunların arkasında kadınların hangi kazanımları var ve bu kazanımlar hangi zorlu mücadelelerin sonucunda elde edildi? 

Kadınlar dayağa karşı  1987’de Çorum’da bir hâkimin, şiddet nedeniyle boşanmak isteyen üç çocuklu kadının talebini “Karnından sıpayı, sırtından sopayı…” diyerek reddetmesi üzerine başlayan eylemler (üstte). Aradan 37 yıl geçti, kadınlar hâlâ şiddete karşı (altta). 

Medeni Kanun ve TCK’da reform süreci 

12 Eylül sonrası ilk kitlesel eylemlerden biri 2500 kadının Kadıköy’de “Dayağın çıktığı cenneti istemiyoruz” diye haykırmasına sahne olmuştu. Ardından 90’ların başında sığınaklar, dayanışma/danışma merkezleri geldi; 8 Mart’lar salonlardan sokağa taştı. 2000’li yıllardaysa kadın hareketi, bir kampanyalar dönemine girmişti. 1997’de, şiddet uygulayan erkeklerin evden uzaklaştırılmasını düzenleyen 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun’un çıkarılması için ülke çapında bir platform oluşturuldu. Yasanın adından aile kelimesi çıkartılamadı ama, yasa 1998’de çıktı. 

Ardından bu platform büyüyerek döneme damgasını vuracak iki büyük kampanyaya temel oluşturdu: Medeni Kanun ve TCK kampanyaları. Medeni Kanun değişikliği için atılan ilk adım, 1993’te 119 bin kadının imzaladığı bir dilekçe kampanyasıydı. 1994’te Kadının İnsan Hakları – Yeni Çözümler Derneği, bunu uluslararası bir mektup ve faks kampanyasına çevirdi. 2001’e gelindiğinde Türkiye’nin 126 kadın örgütü biraraya gelerek ülke çapında bir kampanya başlattı. Toplantılar, medya ve faks kampanyaları, bildiriler, Adalet Komisyonu ziyaretleri ve siyasetçilerle görüşmeler yoluyla ördükleri savunuculuk çalışmaları sayesinde 1 Ocak 2002’de Yeni Türk Medeni Kanunu yürürlüğe girdi. 

Hepsinin erkek olması rastlantı mı  8 Mart 2003’te savaş karşıtı kadınlar, Hitler, Mussolini, Şaron, Miloseviç, Bush, Saddam gibi erkeklerin posterleriyle “Bu bir rastlantı değil, hepsi erkek” demişti. Savaş karşıtı olmak için biyolojik olarak kadın olmanın yetmediğini göstermek üzere de, bıyıklı bir Thatcher fotoğrafına yer vermişlerdi. 

Yeni Kanun’a göre artık: “Aile reisi kocadır” hükmü değiştirilmiş; “evlilik birliğini eşler beraber yönetirler” hükmü getirilmişti. Evlilik birliğini temsil hakkı, artık kocaya değil, eşlerin her ikisine birden aitti. Çiftin oturacağı evi kocanın seçeceği hükmü değişmiş, iki tarafın bu kararı birlikte alacağı hüküm altına alınmıştı. Evlenen kadın, isterse kocasının soyadının yanısıra kızlık soyadını da kullanabilecek; erkek de eşinin soyadını alabilecekti. Kadınların meslek seçiminde eşlerinden izin alma şartı kaldırılmıştı. Miras paylaşımında erkeklere öncelik tanıyan maddeler iptal edilmişti. Evliliğin bitmesi durumunda evlilik süresince edinilmiş malların eşit olarak paylaştırılmasına karar verilmişti (ancak Meclis’te son dakikada yapılan bir değişiklikle, mal rejiminin mevcut evliliklerin 1 Ocak 2002’den sonraki dönemine ve yeni evliliklere uygulanmasına karar verildi). Daha önce erkek için 17, kadın için 15 olan evlenme yaşı, kadın ve erkek için eşitlenerek yükseltilmiş ve istisnalar haricinde 17 yaşını doldurma şartı getirilmişti. 

“İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” ve “İstanbul Sözleşmesi’ni Uygula” son aylarda kadınların en çok kullandığı sloganlar oldu. 

Medeni Kanun Kampanyası’nın verdiği heyecanla, kadın örgütleri, Nisan 2002’de Türk Ceza Kanunu Çalışma Grubu’nu kurdular. Temel amaçları, mevcut TCK’nın ataerkil ruhunun izlerini silmek ve kadınların yasada birey olarak kabul edilmesini sağlamaktı. 1926’da yürürlüğe giren Ceza Kanunu’nda kadının bedeni ve cinselliği eşinin, ailesinin ve toplumun malı sayılıyordu. Bu yüzden, tecavüz, taciz gibi cinsel suçlar “toplum ve aile düzenine ve genel ahlaka zarar veren davranışlar” olarak tanımlanıp, gerektiği gibi cezalandırılmıyordu. Kadınların bekar veya evli olması, cinsel suçlara verilen cezaları etkiliyordu. 

2019’da Şili’den dünyaya yayılan Las Tesis eylemlerinden biri, Kadıköy’de yapıldığında polis müdahale etmiş, 6 kadın gözaltına alınmıştı. Gözaltılar “Las Tesis’i değil, katilleri yargıla” kampanyasına neden olmuştu (üstte). İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını protesto eden kadınlar (altta). 

Önce bütün yasa taranıp kadının insan haklarını ihlal eden, ayrımcılığı meşrulaştıran, kadınların bedensel bütünlüğünü yok sayan maddeler listelenmişti. Ardından kadın bakışaçısıyla yeni maddeler, alternatif bir yasa metni hazırlanmıştı. Mayıs 2003’te erken seçimlerin hemen ardından da uluslararası bir kampanya yürütmeye karar verilmiş; 26 kadın örgütü TCK Kadın Platformu’nu kurup, değişiklik taleplerini hem kamuoyuyla paylaşmış hem de Meclis Adalet Komisyonu’na sunmuştu. 3 yıllık bir kampanyanın ardından 2005’te yürürlüğe giren Yeni TCK’da yaklaşık 30 madde değiştirilmişti. Bir kadına tecavüz eden saldırganın kadınla evlenmesi halinde cezasının affedilmesi, eski yasada suç olmayan “evlilik içi tecavüz” gibi maddeler kaldırıldı. 

Eski yasa kadınlar arasında bekaret ve medeni durumlarına göre ayrımcılık yapıyordu. Örneğin bekar bir kadını kaçırmanın cezası, evli bir kadını kaçırmanın cezasından daha hafifti. Zira bekar bir kadının daha değersiz olduğu varsayılıyordu. Bu tip maddelerde değişikliğe gidilerek yasanın “ruhu”nda da değişiklik yapılması hedeflenmişti. Bu sırada Türkiye’de ilk kez “namus” kavramı da tartışılmaya başlanmış; “namus cinayetleri”nde ceza indirimine gidilmesi kısıtlanmıştı. Ayrıca edep, töre, ırz, namus, ahlak, ayıp, edebe aykırı davranış gibi ataerkil ve ayrımcı ifadeler kanundan çıkarılmıştı. 

Tüm bunlar son 25 yılda devleti dönüştürmeyi başaran en önemli toplumsal hareketlerden birinin kadın hareketi olduğunu gösteriyor. Belki tarihsel (ve evrensel) olarak kadınların bir yerden kazandığı başka bir yerden alınmaya çalışılıyor ama, kadınlar mutlaka yeniden güç toplayıp her yeni saldırıya karşı farklılıklarını, sürtüşmelerini bir kenara bırakarak ortak mücadele yürütmeyi başarıyorlar. Hareketin tarihine şöyle bir bakmak ise kadınları kızdırmanın pek iyi sonuç vermediğini gösteriyor. 

NASIL İMZALANMIŞTI? 

‘Yerli ve millî’ bir uluslararası sözleşme 

Tam adı “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan İstanbul Sözleşmesi, 11 Mayıs 2011 tarihinde imzaya açılmış ve 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe girmişti. 2011’in ilk yarısında Avrupa Konseyi’nin dönem başkanı olan Türkiye, Sözleşme’nin hem ilk imzacısı hem de parlamentosunda onaylayarak taraf olan ilk ülkeydi. Bunda 2009’da Nahide Opuz davasında, AİHM tarafından kadına yönelik şiddet nedeniyle mahkum olan ilk ülke olmasının da etkisi vardı. 

Bugün “tercüme sözleşme” denerek “kökü dışarıda” bir müdahale izlenimi verilmek istense de yazım ekibinde Türkiye’yi temsilen Prof. Dr. Feride Acar da vardı. Daha bu aşamada bile Sözleşme, Türk uzmanların, siyasetçilerin ve kadın hareketinin katkısıyla yazıldı. Sonraki 2-3 sene içerisinde de Türkiye, metnin uluslararası çerçevede tanınması için yoğun çaba sarfetti. Henüz yürürlüğe girmeden, kadına yönelik şiddete dair kanunu (4320 Sayılı Kanun) İstanbul Sözleşmesi’yle uyumlu hale getirmek için çalışmaya başlamıştı bile. 2012’de yürürlüğe giren 6284 Sayılı Kanun, bir öncekinden çok daha detaylı, kadınları şiddete karşı korumak ve suçluları cezalandırmak konusunda çok daha etkin olacağına inanılan bir kanundu. Buna rağmen 2020 ortalarında AK Parti üyeleri, “İmzalanması yanlıştı”, “Neye oy verdiğimizi bilmeden el kaldırdık” gibi açıklamalar yaptılar. 

Eleştiriler, Sözleşme’nin aile yapısını yıprattığı; LGBT+ evliliklerinin önünü açtığı; toplumsal cinsiyet kavramının “cinsiyetsizleştirme”ye yönlendirdiği; süresiz nafaka gibi uygulamalarla erkekleri mağdur ettiği; “halkın” talebinin bunun kaldırılması yönünde olduğu gibi noktalarda yoğunlaşıyor. Halbuki sözleşmede aile yapısına yönelik herhangi bir eleştiri yok; hane içinde çocuklar da dahil olmak üzere herkese yönelik şiddet vakaları kapsanıyor. LGBT+ kavramı hiçbir yerde geçmediği gibi, “cinsel yönelim” ifadesi de yalnızca bir yerde hiçbir noktada ayrım gözetilmeksizin herkese karşı yöneltilen şiddeti engelleme amacından bahsedilirken geçiyor. “Süresiz nafaka” gibi uygulamalar ise Medeni Kanun’la düzenleniyor. Ayrıca sözleşmedeki tüm maddeler yalnızca hane içinde şiddet gören kadınları değil, şiddete uğramaları halinde erkekleri de koruyor. 

“Halkın talebi”yle ilgili olarak da, Temmuz 2020’de MetroPoll Araştırma’nın yaptığı anketin sonuçları şöyle: “Araştırmaya göre, halkın %39.5’i sözleşmeden çıkılmaması yönünde, %8.8’i aksi yönde fikir beyan etti; %51.7 ise sözleşmeyi bilmedikleri yönünde görüş bildirdi”.