Daha önce farkına bile varmadan önünden geçip gidilen heykeller, dünya çapında ırkçılık karşıtı protestoların odak noktası haline geldi. Dünyanın içinde çalkalandığı kriz ortamının nedenlerini geçmişte ararken varılan farklı sonuçlar, heykel tartışmasının farklı kutuplarını da belirliyor. Bir grup geçmişi nostaljiyle anarken, diğeri tarihteki sembollerini yıkmadan eşitsizliğin ortadan kaldırılamayacağını düşünüyor. Peki iki ateş arasında kalan heykellerle ne yapmalı?
Çok da uzak olmayan bir geçmişte, dünyanın herhangi bir şehrinde altında oturup öğle yemeğinizi yediğiniz heykelin, her gün işe gidip geldiğiniz caddenin, okuduğunuz okulun isminin nereden geldiğine dair bir çeşit körlükle hayatınıza devam edebilirdiniz. Çok da uzak olmayan bir geçmişte, önceki yüzyılların dehşet verici felaketlerinin geride kaldığına, tarihin sömürgecilik-sonrası, Soğuk Savaş-sonrası, ırkçılık-sonrası dönemde artık o kadar da önemli olmadığına inanmak daha kolaydı. Özellikle de belli bir renkte, belli bir cinsiyette, belli bir sınıftaysanız…
Hep birlikte ümitvar bir geleceğe doğru ilerlediğimiz bu altın çağ, 90’larda Ortadoğu’daki savaşlar, ekonomik/ekolojik krizler ve mülteci dramlarıyla çatırdamaya başlasa da, Amerika’da Donald Trump’ın seçildiği, İngiltere’de Brexit’in yaşandığı zamanlarda artık resmî olarak sona erdi. Kanıksadığımız değerlerimiz, kendinden menkul anlamlarını yitirirken, içinde yaşadığımız dönemi şekillendiren tarihsel güçleri yeniden hatırlamak tekrar önem kazandı. Daha önce farkına bile varmadan önünden geçip gidilen heykeller de tam bu dönemde tüm dünyada protestoların odak noktası haline geldi.
George Floyd’un polis tarafından katledilmesinin ardından Amerika’nın her köşesinde devam eden protestolarda, tarihsel zulmün sembolü olarak görülen heykeller de yerlerinden sökülüyor, tahrip ediliyor. Protestocular, gündelik hayatlarını etkileyen polis şiddetiyle, yaşadıkları şehri şekillendiren sembollerin temsil ettiği tarihsel şiddetin birbirlerinden ayrılamayacağını düşünüyor. Başta Afro-Amerikalılara yönelik ırkçılık örneklerine ve Konfederasyon sembollerine yönelen öfke, protestoların ilerleyen günlerinde Avrupalı sömürgecilere ve Amerikan yerlilerine yönelik zulme de dikkat çekmeye başladı. Hattâ Amerika sınırlarını aşıp, Bristol’deki köle tüccarı Edward Colston’ın, Belçika’da vahşi sömürgeci 2. Leopold’ün heykellerine de sıçradı. 600’den fazla insanı köleleştiren ülkenin kurucu babası Thomas Jefferson’ın, sömürgeci ve “kaşif” Kristof Kolomb’un heykelleri de protestolardan nasibini aldı. Son olarak New York Belediye Başkanı Bill de Blasio, Trump’ın tüm gücüyle karşı çıkmasına rağmen, 1940’tan beri Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nin girişinde duran ve şehrin sembollerinden sayılan Theodore Roosevelt heykelinin kaldırılacağını açıkladı.
Bronz bir atın üzerinde kahraman bir şövalye edasıyla yükselen Roosevelt’in, kendisinden aşağıda, iki yanında duran bir Amerikan yerlisi ve bir Afrikalı’yla birlikte tasvir edilmesi, hem Roosevelt’in ırkçı fikirleri hem de bu tasvirin ırklar arası bir hiyerarşiyi yeniden üretmesi nedeniyle yıllardır protesto ediliyordu. 2017’de Monument Removal Brigade adlı bir grup, heykelin üzerine kırmızı boya atmalarını şu sözlerle savunmuştu: “Şimdi bu heykel kanıyor. Onu biz kanatmadık; onun temelinde kan var. Bu bir vandalizm eylemi değil. Bu kamusal bir sanat eseri; uygulamalı bir sanat eleştirisi. Biz bir heykele zarar vermeyi amaçlamıyoruz. Gerçek hasar, bu heykelin cisimleştirdiği patriyarki, beyaz üstünlüğü ve sömürgecilik tarafından yaratılıyor. Bu zulme de tekrar tekrar saldırmalıyız. Ta ki aldıkları hasar onları yokedinceye kadar…”
1990’larda kimsenin dönüp bakmadığı bu anıtlar, bugün siyasal kamplaşmanın ortasında duruyor, çünkü içinde yaşadığımız bitmek bilmez kriz ortamı, bizi bütün bunların kökeninde yatan nedenlere dönüp bakmaya zorluyor. Kampların bir tarafı, bugün içinde yaşadığımız eşitsizlikle ancak geçmişteki köklerine dokunarak başa çıkılabileceğini düşünürken diğer uç, geleneklerden sapıldığı için bugün dibe vurduğumuz sonucuna varıyor. “Amerika’yı yeniden harika yap” sloganının arkasında yatan ve pek çok beyaza çok cazip gelen bu nostaljiyi savunanlar, bugün geçmişin yüzkarası olarak gördüğümüz figürlere itibarlarını iade ederek, kendi ayrıcalıklı statülerini de geri kazanabileceklerini; krizden çıkışın (en azından kendileri için) buradan geçtiğini düşünüyor. Heykeller de bu kutupların arasındaki gerilimin taşa kazınmış halleri…
Peki tarihe yönelik canlanan bu ilginin gündeme taşıdığı sorunlu heykellerle ne yapmalı? New York’ta belediyenin çağrısıyla toplanan, tarihçiler ve sanatçılardan oluşan kurul, yayımladıkları raporda tek tek her bir anıtın kaderine karar verirken sordukları ilginç sorulara yer vermiş: “Anıtların tarihi yazma gücü varsa, bu gücü kim elinde tutuyor? Bu tarih doğru mu, yoksa zaman içinde yeniden mi yazılmış? Bu yazılan tarih, ayrımcılığı mı kapsayıcılığı mı teşvik ediyor? Heykeller de aynı tarih gibi karmaşık simgeler olduğu için doğru veya yanlış olarak değerlendirmeleri zor, ama karmaşık olmaları yerlerinde kalmalarını meşrulaştırabilir mi?”
Bu soruların ardından bir dizi seçenek sıralıyorlar: “Anıtlar oldukları gibi bırakılabilir. Yeni açıklamalarla bağlamları değiştirilebilir. Müze gibi başka bir kamusal alana taşınabilir. Göz önünde olmayan bir depoya kaldırılabilir. Üzerine yeni bir sanat eseri eklenerek anlamları değiştirilebilir”. Tabii tahrip etmek seçenekler arasında değil…
Oldukları gibi korumak en kolay seçenek belki, ama geçmişin geçmişte kalmadığı bugün yaşayan insanları halen incitmeye devam ettiği düşünülünce artık pek de mümkün görünmüyor. Bu heykelleri bir tartışma başlatacak şekilde yeniden şekillendirmek, geçmiş zaferlerin hatırası değil de, tarihin bir utanç vesikası olarak tutmak mümkün. İlginç örnekleri de var bu yaklaşımın. Örneğin Paraguay’ın başkenti Asunción’da eski diktatör Alfredo Stroessner’in bir heykeli parçalanarak, parçaları rejime karşı direnişi hatırlatacak şekilde iki beton parçasının altında ezilirken tekrar kullanılmış.
Her durum için geçerli tek bir cevap bulmak zor; her anıt kendi içinde değerlendirilmeli belki. Yarın başka bir isyanda hedef haline gelmemeleri için akılda tutulması gereken ise, bu defa tarihin iki tarafında olanların da sürece dahil edilmeleri; kararların yalnızca iktidarı elinde tutanlar tarafından verilmemesi. Böylece belki herkesin kendini ait hissedebileceği, eşitlik ve adaletin çiçeklenebileceği yeni mekanlar yaratılabilir.