1960’lı yıllardan itibaren Ankara ve İstanbul sahnelerinde sergilenen müzikaller, Türk seyircisine yeni bir seyirlik anlayışı getiriyordu. Cüneyt Gökçer’in hem tasarladığı hem de oynadığı gösteriler hem hafızalarda hem fotoğraf karelerinde silinmez izler bıraktı: “Kiss Me Kate”, ““My Fair Lady”, “Don Kişot”, “Damdaki Kemancı”…
Broadway, New York kentinin merkezi konumundaki Manhattan bölgesindeki ünlü bir caddenin adı. Davetkâr neon ışıklarının pırıl pırıl aydınlattığı bir eğlence alemi. Caddenin dünya çapındaki şöhreti, daha çok üzerinde ve yan sokaklarında yer almış bulunan 40 kadar tiyatro sayesindedir. Bu sahnelerde, ilk örnekleri Paris’e verilmiş olan bulvar komedisi tarzından eserler, revü türünden gösteriler, kabare oyunları sergilenir. Broadway aynı zamanda, denilebilir ki özgün müzikal türünün doğduğu ve gelişip zirveye ulaştığı bir yerdir. Londra’da da Broadway kadar olmasa da bu tür tiyatrolar mevcut.
Müzikal denilince, genellikle insana hoşça vakit geçirmeyi hedefleyen, konunun gelişimine paralel olarak içinde şarkılar ve müzik parçaları bulunan sahne eserleri akla gelir. Konu bir komedi de olabilir, duygusal bir dram da. Bir bakıma klasik operet türünün bir uzantısı da sayabiliriz. Bizde de çok erken tarihlerde denenmiş bir oyun biçimidir. 1875’te bestelenen Dikran Çuhacıyan’ın “Leblebici Horhor” opereti ilk örneklerden biri sayılabilir. Bu eserin 1934’te Nâzım Hikmet’in senaryolaştırdığı şekliyle Muhsin Ertuğrul tarafından filmi de çekilmiştir. Uluslararası bir yarışmada ülkemize ilk ödül kazandıran Türk filmi olarak tescil de edilmiştir.
Bu arada eskilerin “doğurgan” yerine kullandıkları “velut” sözcüğüyle anılabilecek Muhlis Sabahattin Bey’i gözardı edemeyiz. Meşrutiyet yıllarında gazetecilik mesleği ile göze çarpan ve bu yılların bir bölümünü sürgün olarak Avrupa’da geçiren Sabahattin Bey’in, ancak 1918’de siyaset yapmamak koşuluyla yurda dönmesine izin verilir. Bu arada zamanını boş geçirmemiş, sıkı bir müzik eğitimi almış ve besteci olmuştur. 1917’de ve vefat ettiği 1942’ye kadar kesintisiz sürdürdüğü bestecilik yıllarını hemen hemen her sene bir operet veya revü bestelemekle geçirmiş. “Çaresaz” onun ilk sahne eseri. Onu “Kerem ile Aslı”, “Aşk Mektebi”, “Asaletmeab”, “Muteber Paşa” gibi daha niceleri izlemiş. Çoğunun metnini de kendisi yazmış. “Gül Fatma” ve “Ayşe” en ünlü eserleri.
Değerli bestecimiz bunlarla da yetinmemiş, 1930’lu yıllarda “Muhlis’in Çocukları” adıyla bir operet topluluğu kurmuş; bir süre sonra “Süreyya Opereti” adını vererek ve temsillerini sürdürmek üzere Kadıköy’deki Süreyya Operası’na gelmiş. Operetlerini sahneye koyduğu kadrosunda, Suzan Lütfullah, Lütfullah Sururi, Celal Sururi, Muammer Karaca, Toto Karaca, Avni Dilligil gibi adlarını sonradan sıkça duyduğumuz gençler varmış.
1950’li yılların başlarında Kabataş Lisesinde öğrenciydim. Biri daha sonra Ferhan Şensoy tiyatrosu olan Ses Opereti’ne, diğeri Taksim Sineması’nın yanındaki Maksim salonunda temsillerini sürdüren Muammer Karaca Opereti’ne her fırsatta koşa koşa giderdim. Şimdi “Muhlis’in Çocukları” listesine bakıyorum da, çoğu bu iki tiyatronun kadrolarında olgunluklarını yaşamaktaydılar benim seyircisi olduğum yıllarda. Sururi ailesinden Celal ve Ali Beyleri, Muzaffer Hepgüler’i, Toto Karaca’yı, Adile Naşit’i ve daha nice komedyeni alkışlamıştık.
Ünlü bestecilerimizden Cemal Reşit Rey’in bestelerini yaptığı “Üç Saat”, “Lüküs Hayat”, “Deli Dolu”, “Söz Caz”, “Maskara” ve “Hava Cıva” isimli, kendilerinin operet olarak betimledikleri eserler de, aslında bizdeki ilk müzikal örnekleridir. Özellikle “Lüküs Hayat”ın şarkıları çok beğenildi. Zaman zaman çeşitli tiyatro toplulukları tarafından tekrar tekrar sahnelendi. Bu eserin metin yazarı Ekrem Reşit Rey olarak belirtilmişse de, o sıralarda hapiste olan ve sakıncalı sayılan Nâzım Hikmet’e ait olduğu hakkında bir de söylenti mevcut.
“Keşanlı Ali Destanı” ise bir Haldun Taner klasiği. Büyük kentin varoşu Sineklidağ’da yaşayan Ali’nin bir yandan kabadayı, bir yandan naif yanını hicveden, Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu’nda sahnelenen oyun sadece 6 yılda 493 kez yinelenmiş, yurtdışında da ünlenmişti. Yine Haldun Taner’in yazdığı “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı”, Tomas Fasulyeciyan’ın kendi adıyla kurduğu kumpanyasının Bursa’da ayakta kalma çabasını anlatıyordu. Müzikali de yapıldı. 1950’li, 60’lı yıllardan bu yana, “Hisseli Harikalar Kumpanyası”, “Keşanlı Ali Destanı”, “Yedi Kocalı Hürmüz” ve daha nice yerli müzikallerimiz şanoları hiç boş bırakmadı.
1960’lı yılların başında Devlet Tiyatrosu ile Operası tek bir kurumdu. Nihayet bale bölümü de bu kuruma bağlı bir dal olarak kurulmuştu. Bütün bu faaliyetlerin başında genel müdür olarak Cüneyt Gökçer bulunmakta idi. Kendisi iyi bir aktör, iyi bir sahneye koyucu ve yorumcuydu. Aynı zamanda hırslı bir kişi idi. Bunu kötü bir nitelik olarak görmediğimi belirtmek isterim. Bazen hırs, başarının anahtarıdır. “Kral Lear, Kral Oedipus, IV. Henry, Don Juan” gibi görkemli oyunların büyük oyuncusuydu. O günlerde en çok konuşulan müzikal “Kiss me Kate”e aklı takılmıştı. Ancak, Böyle bir oyun için hem rol yapma becerisi yüksek, hem de şarkı söyleyebilen sanatçılar ile bir orkestra ve koro gerekti. Ancak asıl sorun Amerikan müzikali ruhunu kavramış işin erbabı uygun yönetmen bulabilmekti. O da, 1961’de Devlet Konservatuvarı Bale bölümüne dört haftalık bir eğitim ile bir eserin sahnelenmesi için davet edilmiş Tod Bolender oldu. Rus bale okulunun büyük ustası, Amerikan balesinin kurucusu sayılan Gürcü asıllı George Balanchine’in yetiştirdiği, önceleri bir balet, giderek koreograf olmuş ünlü bir sanatçıydı. Cüneyt Göker ile iyi uyum sağlayarak Broadway müzikallerini Türk halkına sevdiren bir ekip olmuşlardı.
Cole Porter’in yarattığı “Kiss Me Kate” müzikali 1948 yapımıydı. Metni yazan Samuel ve Bella Spewack çifti. Türkçeye Sevgi Sanlı çevirmişti. Başarılı her müzikalin başına geldiği üzere, bunun 1953’te George Sidney’in yönetimiyle, hem de yeni icat 3D formatında filmi de çekildi; 1954’te Oscar’a aday oldu. 1963’te Ankara Opera sahnesindeki Türkiye prodüksiyonu da çok başarılı geçmişti. Başrolleri Cüneyt Gökçer ve Sevda Aydan paylaşmıştı. Gangster tiplemesinde Semih Sergen ve Savaş Başar çok sempatik, göze çarpıcı bir kompozisyon sergilemişlerdi.
Ankara Devlet Operası’nda sahnelenen ikinci Broadway müzikali Bernard Shaw’ın “Pigmalion” (Bir Kadın Yarattım) oyununun müzikli uyarlamasıdır. Eser bir bakıma asaletin, kibarlığın ırsi üstünlük olmayıp eğitimle kazanılabilir olmasının kantı sayılabilir.
“My Fair Lady”nin filmi çevrildiğinde başrollerin Rex Harrison ve Audrey Hepburn’a verilmesi isabetli seçimdi. Bizdeki temsilde ise Cüneyt Gökçer-Ayten Gökçer ikilisi vardı. Albay Pickering rolündeki Asuman Korad ile Eliza’nın babasını oynayan Şahap Akalın da rollerinde göz dolduruyordu. Ankara temsilinden sonra, 1969’da İstanbul Kültür Sarayı’nın açılışında Devlet Tiyatroları’nın ilk ağızda sahneleyeceği oyunlardan biri olarak repertuvara konulmuştu. Bu prömiyeri tiyatro bölümünün kurucusu Carl Ebert de izlemiş, eski öğrencilerinin olağanüstü başarılarından dolayı onları bağrına basarak kutlamıştı.
Broadway yeni müzikaller piyasaya sürerken, ünlü romanlardan ve tiyatro klasiklerinden büyük ölçüde yararlanmıştır. Dale Wasserman ve Joe Darion işe bu noktada Cervantes’in Don Kişot eserini ele almakla gerçekten turnayı gözünden vurmuşlar. Filmi çevrildiğinde, daha sonra Don Kişot’a dönüşecek olan Cervantes rolünü ünlü oyuncu Peter O’Toole üstlenmiş, Aldonza/Dulcinea rolünü de en parlak yıllarında Sofia Loren oynamıştı. Bizim Ankara versiyonunda ise başrolleri Cüneyt Gökçer/Ayten Gökçer ikilisi paylaşmıştı. Ayrıca Şanso Panso rolünde Şahap Akalın, hancı rolünde de Muammer Esi olağanüstü başarı sağlamışlardı.
Müziklerini Jerry Bock’un bestelediği, şarkı sözlerini Sheldon Harnick’in yazdığı “Damdaki Kemancı” müzikali ise geleneklere bağlı bir toplulukta, değişen dünya koşullarına direnişin, ama sonunda çaresiz kabul edişin ve zor koşullar içinde bile dengeyi korumaya çalışmanın ironik bir anlatımı olarak özetlenebilir.
İlk kez 1964’te Broadway’de sergilenen müzikalde Tevye rolünü Zero Mostel oynamış ve büyük sükse yapmıştı. Yıllar sonra ben Avrupa’da Zero Mostel’i (hiç kuşkusuz konuk oyuncu olarak) aynı oyunda izleme şansına sahip olmuştum. 1979’da çevrilen filmindeki Tevye’yi Topol canlandırmıştı.
Ankara Devlet Tiyatrosu’nda ilk oynanış tarihi 14 Ekim 1969’dur. Elbette Sütçü Tevye, Cüneyt Gökçer’in bizzat kendisi olacaktı. Zero Mostel’i sahnede izlediğimi söylemiştim; Topol’u da sinemada seyrettik. Üçü arasındaki en iyi Tevye hangisiydi diye soracak olursanız, hiç tereddütsüz ve büyük farkla Cüneyt Gökçer’di derim. Tevye’nin eşi Golde’yi ise yakınlarda yitirdiğimiz çok değerli oyuncumuz Handan Uran oynamıştı.
Bu dört Broadway müzikali, zamanında ağzımıza çalınan birer parmak bal gibiydi. Rüzgar gibi esip geçti. O günleri yaşamış olanların belleğinde birer anı olarak, ünlü şarkılarıyla, bir de çekilmiş fotoğraflarıyla izleri kaldı.