Aralarında 214 yıl fark olan iki önemli dönem, Anadolu’daki siyasi iktidarların aile-kan bağına verdikleri önemi gösterir. Gerek 2. Kılıçarslan gerekse Yıldırım Bayezid sonrası devirde hanedan mensupları arasındaki acımasız mücadeleler, yenilen tarafların itibarsızlaşmasına veya sürülmesine yolaçmış; ancak yenik düşenlerin canına-malına kastedenler de en ağır şekilde cezalandırılmıştı.
Anadolu Selçuklu döneminde 2. Kılıçarslan hakimiyetindeki ülkede 1188’den itibaren yaşanan karışıklıklar; Osmanlı döneminde Yıldırım Bayezid devrinde Ankara Savaşı (1402) yenilgisi sonrası yaşananlar ve Fetret Devri’yle kimi benzerlikler gösterir.
Genel itibarıyla Fetret Devri, iyi-kötü tarih eğitimi almış herkesin az-çok malumudur. Yıldırım Bayezid’in 1402’de Ankara Savaşı’nda Timur karşısında yenilgiye uğraması ve ardından gelen intiharı sonrasında, Osmanlı ülkesi Süleyman, İsa, Musa ve Mehmed isimlerindeki 4 şehzade arasında bir içsavaşa sahne olmuş; sonraları bu mücadeleye Timur tarafından savaş sonrasında esir edilen Şehzade Mustafa da katılmıştı. Bu mücadele sırasında, Bayezid’in en büyük oğlu Süleyman Çelebi kardeşi Musa Çelebi’den kaçarken köylüler tarafından öldürülmüş ve Musa Çelebi bu duruma çok sert tepki göstermişti. Benzeri bir hadise bundan yaklaşık 200 yıl kadar önce Türkiye Selçukluları’nda meydana gelmiş ve o zaman da Rükneddin Süleymanşah, kardeşi Gıyaseddin Keyhüsrev’e saldıran köylülere benzeri bir tutum takınmıştı. Şimdi kronolojik olarak evvela Selçuklu dönemindeki gelişmeye ve akabinde de Osmanlı Devleti’ndeki benzeri duruma bakalım.
Türkiye Selçukluları’nın 7. hükümdarı olan 2. Rükneddin Süleymanşah, büyük dedesi ve bu devletin kurucusu olan Kutalmışoğlu Süleymanşah’la aynı adı taşır. Sultan 2. Kılıçarslan’ın 11 oğlundan biridir. Bazı kaynaklara göre en büyük, bazı kaynaklara göreyse ikinci oğludur. Sultan 2. Kılıçarslan da bazı açılardan Yıldırım Bayezid’e benzer. Onun zamanında Türkiye Selçukluları, Anadolu’daki siyasi üstünlüğü açık biçimde ele geçirmiş; Ortadoğu’nun en önemli askerî güçlerinden biri haline gelmişti.
Kılıçarslan, sınırlarını Fırat’a kadar genişletir. Devrin İslâm dünyasının en kudretli hükümdarları olarak kabul gören Nureddin Zengi ve Selahaddin Eyyûbi ile rekabetten çekinmez, hatta iki hükümdarla savaşın eşiğinden döner. 1176’da Bizans hükümdarı Manuel Komnenos’a karşı kazandığı Miryokefalon Savaşı, Anadolu’daki Türk egemenliğinin geleceğini şekillendiren en önemli mücadelelerden biri olarak kabul edilir. Bu savaşı kazanması, Doğu Roma ya da yaygın adıyla Bizans imparatorlarının Batı Hıristiyan dünyasındaki prestijine de büyük zarar verir. O vakte kadar Kutsal Roma-Germen hükümdarları ile “imparator” unvanının kullanımı konusunda rekabet halinde olan Bizans hükümdarları bu olay sonrasında arka plana düşer.
Gelgelelim 1184’e gelindiğinde Sultan 2. Kılıçarslan, tarihçilerin bugün de anlamakta çok zorlandığı bir işe imza atarak topraklarını 11 oğlu arasında taksim etme yoluna gitmiştir. Buna göre kendisi “ulu sultan” olarak Konya’da hüküm sürecekti. Çocuklarından Kutbeddin Melikşah Sivas ve Aksaray’ı, Rükneddin Süleymanşah Tokat’ı, Muhiddin Mesud Ankara’yı, Nureddin Sultanşah Kayseri’yi, Mugiseddin Tuğrulşah Elbistan’ı, Muizeddin Kayzerşah Malatya’yı, Gıyaseddin Keyhüsrev Uluborlu’yu, Nasreddin Berkyarukşah Niksar’ı, Arslanşah Niğde’yi, Sencerşah Ereğli’yi ve Nizameddin Argunşah Amasya’yı babaları adına idare etmekle vazifelendirildi.
İhtiyar sultan bu paylaşımı belki de çocuklarının birbirine düşmemesi için yapmıştı ama sonuç tam tersi yönde oldu. Özellikle en büyük oğlu Kutbeddin Melikşah, rüchaniyet hakkının da kendisinde olduğu düşüncesiyle babasına karşı saldırgan bir tutum takındı. 1188’de babasıyla çatışmaktan dahi çekinmedi. Bazı kaynaklarda oğlunun bu asi tavırlarına çok kızan tecrübeli sultanın onunla işbirliği yapan 4.000 kadar Türkmen’i kılıçtan geçirdiği yazılıdır. Gelgelelim rüzgar, “ulu sultan” için kısa bir süre sonra tersine esmeye başlayacaktır. Kendisine destek veren Türkmen gruplarıyla tekrar babasının üzerine yürüyen Melikşah, bu defa Konya’yı ele geçirerek babası 2. Kılıçarslan’ı kontrol altına almayı başarır. Kendisini zorla veliaht ilan ettirmekle kalmayıp yaşlı babasını da yanına alarak kardeşleri üzerine sefere çıkar.
Evvela Malatya hakimi kardeşi Kayserşah’ın elinden bu şehri alır. Malatya’yı kaybeden Kayserşah, Selahaddin Eyyûbi’nin yanına sığınacaktır. Kayserşah’ı gayet iyi karşılayan Selahaddin, onu geleceğin Eyyûbi sultanı olan kardeşi Melik Adil’in bir kızıyla evlendirir. Bu evlilik, Kayserşah açısından akıllıca bir hamledir. Zira Melik Adil’in 17 oğlundan bazıları, Anadolu coğrafyasında belli yerlerin idarecisi konumunda idiler. Nitekim Kayserşah, Eyyûbilerden aldığı destekle bir süre sonra Malatya’yı geri alır.
Bunun üzerine Kutbeddin Melikşah, bu defa da Kayseri hakimi olan kardeşi Sultanşah’ın üzerine yürür. Bu sefere de babasını götürerek, meşru veliaht olduğu mesajı vermek ister. Lakin 2. Kılıçarslan, Kayseri kuşatması sırasında bir yolunu bularak diğer oğlu Sultanşah’a sığınır. Bu defa da Sultanşah babasını kendi çıkarları için kullanmaya kalkar. Derbeder sultan bu defa da Kayseri’den ayrılarak diğer oğullarını dolaşmaya başlar. En sonunda Uluborlu hakimi olan oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev’de karar kılar. Onu kendi rızasıyla veliaht ilan eder. Bu durumun da etkisiyle Gıyaseddin Keyhüsrev, 1192’de babasının ölümünden sonra Selçuklu tahtına uzanacaktır.
Gelgelelim bu durum, Keyhüsrev’in sultanlığının diğer melikler nezdinde kabul gördüğü anlamına gelmez. Nitekim kardeşler evvela büyük ağabeyleri Kutbeddin Melikşah’ın, onun ölümünden sonra da Rükneddin Süleymanşah’ın etrafında ona karşı birleşirler. 1196’da kardeşinin üzerine yürüyen Süleymanşah, onu Konya’da kuşatır. Konya halkı uzun süre muhasaraya dayanırsa da en sonunda şehri şartlı teslim etmeye karar verir. Buna göre Süleymanşah, kardeşi Gıyaseddin Keyhüsrev’e dokunmayacak, onun yanına muhafız katarak güvenli bir yere ulaşmasını temin edecek, sonrasında şehir kapıları kendisine açılacaktır.
Yenik 1. Gıyaseddin Keyhüsrev, Akşehir yoluyla İstanbul’a gitmeye karar verir. Süleymanşah da sözünü tutar. Hatta kardeşinin hareketi sırasında, Konya’da kalan iki küçük yeğeni İzzeddin Keykavus ve Alaaddin Keykubat’ı da babalarının ardından yollar. Kaynaklarda anlatıldığına göre Süleymanşah yeğenlerini yanına çağırtmış, her birini bir dizine oturtmuş ve onlara babalarına katılıp katılmama konusunda özgür olduklarını ancak kendi yanında kalırlarsa kendilerine her türlü imkanı sağlayacağını ve çok mutlu olacağını söylemiştir. Melikler, atabeyleri Seyfeddin Ayaba’nın kendilerine öğrettiği şekilde amcalarına ağlayarak babalarını özlediklerin beyan etmişler, Süleymanşah da onların babalarına güvenli bir şekilde ulaşmalarını sağlamıştır. Bilindiği üzere bu iki melik, ileride Türkiye Selçuklularına bir altın çağ yaşatacaklardır.
İşte tam da bu noktada Selçuklu kaynaklarından İbn Bibi de geçen ilginç bir gelişme yaşanır. Eski sultan İstanbul yolundayken, Ladik köyünde taciz edilerek bazı adamlarına zarar verilmiş ve eşyaları yağmalanmıştır. Yaşanan gelişmelere çok içerleyen Gıyaseddin Keyhüsrev, ağabeyine sitem dolu bir mektup yazarak başına gelenleri anlatmıştır. Bu gelişmelere çok kızan Süleymanşah, Selçuklu ailesinden bir melike yapılan bu saldırıyı cezasız bırakmamaya karar verir. Ancak bölgeye asker sevkederek tahkikat başlatacak olursa, başlarına bir iş geleceğinden endişelenen pek çok kişi ya ortaya çıkmayacak ya da yapılan suçlamaları reddedecektir. Sultan bundan dolayı, evvela bölgede tellal dolaştırarak “kardeşim Keyhüsrev’e ve maiyetine kim zarar vermiş ve mallarını gasp etmişse gelip kendilerini tanıtmaları halinde mükafatlandırılacak; hatta elbiselerden ve benzeri şeylerden delil getirene ikta ve hilat dağıtılacak” diye ilan ettirir. Ödül alma umuduyla pek çok kişi Konya Sarayı’na gelmiş; ellerinde attan, elbiseden, silahtan ne varsa yetkililere takdim etmişlerdir. Sonrasında Süleymanşah tarafından kabul edilen bu kişiler onun tarafından bazı iltifatlara dahi mazhar olmuşlardır.
Ancak sultan, köylüler çıktıktan sonra huzuruna aldığı muhafızlarına gelen kişileri sorgulama emri verir. Evvela suçluyu suçsuzdan ayırt etmelerini, sonrasında da yağma işine karıştıkları tespit edilenleri idam etmelerini söyler. Arkasından da Selçuklu hanedanına saygısızlık göstererek nankörlük edenlerin cezasının bu olduğunu ifade eder. Lakin sultan bununla da yetinmeyecek ve Ladik köyünün yakılmasını emredecektir. Bu tarz tutumlara karşı genelde serinkanlılığını koruyan Rükneddin Süleymanşah, bu şekilde hareket ederek hem kardeşliğin hem de sultanlığın gereğini yerine getirdiğini düşünmüş olmalıdır.
Yazının başında da belirtildiği üzere, benzeri bir durum Osmanlı tarihinde Fetret Devri sırasında yaşanmıştır. Bu dönemde Rumeli’de Süleyman Çelebi, Anadolu’da ise küçük kardeşi Mehmed Çelebi başat aktörler konumundadır. Diğer kardeşlerden İsa Çelebi, ağabeyi Süleyman Çelebi tarafından; Musa Çelebi ise küçük kardeşi Mehmed Çelebi tarafından desteklenmiştir.
Fetret Devri’ni, akıllıca politikalar güden Mehmed Çelebi sonlandıracaktır. Esasen mücadelenin başında hemen bütün koşullar Süleyman Çelebi’nin lehinedir. Süleyman Çelebi veziriazam Çandarlı Ali Paşa’yla çalışıyor; başkent Edirne ve buradaki Kapıkulu ordusunu kontrolü altına almış bulunuyordu. Başlangıçta Rumeli akıncıları ve Türkmen grupları da kendisini destekliyordu. Ancak Süleyman Çelebi mizacen rahata ve sefahate düşkün bir isimdi. Biraz rahata erince sefahat alemlerine geri dönüyordu. Hatta bir keresinde Bursa’da hamamda eğlence tertip ederken kardeşi Mehmed Çelebi’nin baskınına uğrayacağını öğrenmiş ve son anda gerekli tertibatı almıştı. 1406’da akıl hocası ve veziriazamı Çandarlı Ali Paşa’nın ölümüyle de, ekber şehzadeye söz geçirebilecek hemen kimse kalmamıştı. Bu devrede Mehmed Çelebi, ağabeyi Musa Çelebi ile işbirliği yapmış ve ona kuvvet temin ederek kendisini Rumeli’ye geçirmişti. Musa Çelebi, Rumeli beylerinin yanısıra Bulgar ve Sırplardan da destek görerek ağabeyi Süleyman Çelebi’nin karşısına çıkmış fakat yenilmekten kurtulamamıştı. Kardeşini takip etme gereği duymayan Süleyman Çelebi yeniden Edirne’ye çekildi. Bu yıllarda Süleyman Çelebi, Osmanlı Devleti’nin gerçek hükümdarı gibiydi. Nitekim kimi Osmanlı tarihçileri, Osmanlı padişahlarının sayısını genel kanının aksine 36 olarak değil 37 olarak verir ve Süleyman Çelebi’yi de bu listeye ekler.
Musa Çelebi ve Süleyman Çelebi
Musa Çelebi bir süre sonra etrafında tekrardan ciddi bir kuvvet toplayarak bu defa Edirne’ye yürür ve ağabeyini hazırlıksız yakalar. Süleyman Çelebi, kardeşi Edirne önlerine geldiğinde hamamda işret âlemindedir. Ne akıncı beyi Evrenos Gazi’yi ne de yeniçeri ağası Hasan Ağa’yı dinler. Hatta Hasan Ağa’nın ısrarları üzerine ona yiğitlikten dem vurmamasını ve sakalını tıraş etmesini söyler. Bu emri ciddiye alan Hasan Ağa sakalını tıraş ettikten sonra yeniçerilerin karşısına çıkacak ve kendisine reva görülen muamaleyi dillendirerek “Ben bundan sonra Musa Çelebi’nin katına giderim. Dileyen kapı oğlanı benimle gelsin” dedikten Musa Çelebi’ye katılacaktır. Bazı beyler de onun ardından Edirne’yi terkeder.
Aklı başına gelince Edirne’den ayrılmaya karar veren Süleyman Çelebi, ihtimal ki müttefiki olan Bizans hükümdarına sığınmak için İstanbul’un yolunu tutar. Ancak yol üzerinde bulunan Düğüncü Köyü’nde tanınır. Köylülerle arasında çıkan tartışmada Süleyman Çelebi’nin köylülerden ikisini öldürmesi üzerine kendisi de köylüler tarafından öldürülür. Süleyman Çelebi’yi öldüren köylüler mükafat almak umuduyla naaşını Musa Çelebi’ye götürürler; ancak hiç ummadıkları bir muamele ile karşılaşırlar. Bizans tarihçisi Dukas, Musa Çelebi’nin ağabeyinin cenazesini görünce çok öfkelendiğini ve katilleri köylerindeki hanelerine akrabaları ile birlikte doldurarak diri diri yaktırdığını söyler. Sonrasında Süleyman Çelebi’nin naaşı Bursa’ya gönderilerek büyükbabası 1. Murad Hüdavendigâr’ın türbesine defnedilecektir.
Anlaşılan odur ki Selçuklularda da Osmanlılarda da, hükümdarın düşmanı da olsa hanedan mensubu bir şahsiyete ilişmek hiç de akıl kârı değildir.