Kasım
sayımız çıktı

Arapların yükselişinden Türklerin hakimiyetine…

Müslümanlığın kabulünden önceki Cahiliye döneminde özellikle ticaret ve güzel sanatlarda önemli bir merkez olan Arap Yarımadası’nın sakinleri, İslâmiyet’le birlikte, Hz. Ömer döneminde kuzeye doğru cihada başladı. 7. yüzyıl ortalarından itibaren Pers-Fars medeniyetlerine üstünlük sağlayan Müslümanlar, Türklerle karşı karşıya geldi. 11. yüzyılın başlarında ise Müslümanlığın tayin edici faktörü artık Selçuklu Türkleriydi.

Türbe Savaşı Yeni ders kitaplarında Türbe Savaşı’nın (1813) anlatıldığı bölümde, Osmanlı güçlerine karşı “kahramanca” direnen Suudiler canlandırılmış.

Geleneksel anlatılara göre oluşturulan pra­tik bir şablonla Nuh Peygamber’in üç oğlundan Ham, Güney Asya halkları ve tüm zencilerin; Sam, Araplar­la İbranilerin; Yafes de Türk­ler ve Avrupalıların atası ola­rak gösterilir. Sam’dan gelen nesillere “Sâmi” denilir. Tarih boyunca Arap Yarımadası ve Mezopotamya’da yerleşerek devletler kuran Asurlular, Ba­billiler, Fenikeliler, Akadlılar, Nebatililer, Aramiler, Süryani­ler, Kenaniler, İbraniler ve el­bette Araplar, büyük Sâmi top­luluğunun parçalarıdır. Güney Arabistan’daki Yemenliler ile Doğu Afrika’nın Kızıldeniz kı­yısındaki Habeşîler de bu top­luluktandır. Geçmişte Araplar, temasta oldukları Sâmi top­luluklarının çoğunu içlerin­de eritip günümüzdeki yaygın Arap toplumunu oluşturmuş­lardır.

Arap adıyla adlandırılan ilk toplulukların izlerine Asur Kralı 3. Salmanassar’ın MÖ 853 tarihli kitabesinde rastla­nır. Arap kelimesinin kökeni­ni açıklamaya çalışan ancak üzerlerinde uzlaşılamayan birçok tez vardır. İbrani dilin­de “kara ülkesi” veya “step” anlamındaki “arabha” veya gö­çebe hayatını tarif eden “ereb­he” kelimesinden geldiği; çöl­de yaşayanlara Arap denildiği; Asurcada batı anlamına gelen Arap kelimesinin Fırat’ın ba­tısında yaşayanları tanımla­makta kullanıldığı gibi tezler ortaya atılmıştır.

Rivayetlerden gerçeklere

Tevrat kaynaklı rivayete bakılırsa, dünyanın en eski kavmi, Akabe Körfezi ile Lut Gölü arasına konumlanan Edom ülkesinde yaşayan, “Amalika” adı verilen kavimdir. Babil kitabelerinde “Meluh” adıyla kuzeyde bulundukları tarif edilen Arapların, Tevrat’taki Amalika ile aynı kavim olduğu düşünülmektedir. Bazı Arap kaynakları ise Tevrat’ın aksine Amalikalıların Bâbil Kulesi’nin yıkılmasıyla Hicaz tarafına göçettiklerini belirterek, Allah’ın Babil Kulesi’nde milletlerin dillerini karıştırdıktan sonra ilk önce Amalikalılara Arapça öğrettiğini iddia eder. Böylelikle en eski kavmin Amalika olduğunda Tevrat’a uyarlar ancak Arapçanın dünyanın en eski dili olduğunu vurgulayarak farklılaşırlar.

Hz. Nuh’un 3 oğlu


Nuh Peygamber dünyayı
oğulları arasında
bölüştürüyor. Bilinmeyen
Rus bir ressamın eseri, 18.
yüzyıldan (üstte). Yemen
bölgesinde MÖ 8. yüzyılda
kurulmuş Main Devleti’nde
MÖ 3.-4. yüzyıllarda
yapılmış kireçtaşından bir
tütsülük. British Museum
(altta).

Araplar tarih boyunca Ara­bistan Yarımadası’nda yaşa­dıkları yönlere doğru da ta­nımlanmışlardır. Güney Ara­bistan’dakilere “Arab-ı Arîbe” kuzeydekilere “Arab-ı Müstağ­ribe” adı verilmiştir. Müstağ­ribe kelimesi sonradan Arap­laşmış kabileleri tanımlasa da, bunların konuştukları Arapça zamanla klasik Arapça hâline gelmiş ve güney kabilelerinin lehçesinden oldukça farklı bir şekle bürünmüştür. Hz. Mu­hammed de müstağribeden olduğunu belirtir ve Arapla­rın en fasih konuşanı olduğu­nu söyler.

Kuzey Arapları çöl haya­tının zor şartlarında, dağınık kabileler hâlinde yaşadıkla­rı yerlerde ittifaklar tesis edip küçük krallıklar kurdular. Me­zopotamya’nın güçlü Bâbil, Akkad, Asur Devletleri, göçe­be kabilelerden oluşmuş zayıf krallıkları haraca bağlasalar da bu devletlerden çok şeyler öğrendiler. Zaman içerisinde kurulan Nebati, Palmira, Gas­sani, Kinde Krallıkları, sık­lıkla Roma İmparatorluğu ile Sasanilerin egemenliği altına girse de, Arapların devlet teş­kilatı tecrübeleri bu ülkelerle temasları sayesinde oldukça gelişti.

Kuzey ve Güney Arapları

Kuzey Araplarının yaşadıkları yerler büyük ölçüde çöllerden ibaret olduğu ve bunlar çoğun­lukla göçebe bir hayat sürdü­ler. Buna karşılık Güney Arap­larının yaşadığı Yemen bölgesi sulanabilir topraklara sahip olduğundan, burası yerleşik hayata geçişe ve kabile haya­tının ötesinde güçlü ve etkili devletler, uygarlık sahaları ku­rabilmesine zemin hazırlamış­tır. Bilhassa Yemen bölgesi, milattan önceki çağlardan be­ri Çin’den Roma’ya, Hint’ten Afrika’ya gidip-gelen büyük ticaret kervanlarının ana yol­ları üzerinde bulunmakla özel öneme haizdi. MÖ 3. bin yı­lın ortalarında teşkilatlandığı tespit edilen ve o tarihlerden Hindistanlı ve Çinli tüccarlar­la sıkı ticari ilişkiler gelişti­ren Main Devleti’nin bunların en eskisi olduğu sanılmakta­dır. Ardından aynı coğrafyada MÖ 8. asırdan itibaren Sebe Krallığı hüküm sürmüştür. Se­beliler ticarette çok aktiftiler. Mimarlıkta çağına göre çok ilerlediklerinden üstün nite­likli barajlar, sulama kanalları, şehirler, saraylar, köşkler inşa ettiler. Teknolojileri sayesinde geliştirdikleri tarım, en önem­li zenginlik kaynakları oldu. İçlerinden Afrika’ya geçen bir grup bugünkü Etiyopya’nın kökünü teşkil eden Aksum Krallığı’nı da kurmuştu.

Meşhur kadın hükümdar Belkıs, Sebe kraliçesi olarak bilinir. Bu çağlarda aralıklarla da olsa Arapların başına geçen çok sayıda kadın hükümdar vardır. Yahudilerin peygam­beri Süleyman ile Belkıs’ın, Tevrat ve Kur’an kaynaklı ef­sanevi hikayeleri asırlardır anlatılsa da aynı zamanlarda yaşadıklarına dair somut delil­ler bulunamamıştır (Belkıs’ın Sebe kraliçesi olmayıp önceki Main Devleti’nin kraliçesi ola­bileceği ihtimali de değerlen­dirilir. Habeş geleneği fark­lı bir efsane oluşturur. Kebra Nagest adı verilen efsaneye göre Habeş Hanedanı, Süley­man Peygamber ile evlenen Sebe Kraliçesi Makeda’nın ço­cukları 1. Menelik’ten itibaren yürümüştür).

Sebe Devleti zamanla çök­meye yüz tutarak MÖ 115 ci­varında yerini yine bir Arap devleti olan Himyerîler’e bı­raktı. Himyerîler Yemen’de o zamana kadar gelen devletle­rin en örgütlüsü ve en güçlü­sü oldu. Çevrelerindeki Roma, Bizans, Sasani devletleriyle kimi zaman dostça, bazen de şiddetli savaşlarla geçen 6 asırlık ömürlerinde Hıristi­yanlık ve Yahudilik, Yemen’de yer tuttu. Arap Yarımadası’n­daki putperest dinî anlayı­şı yıkan tek tanrıcı dinlere ilk eğilim Himyerî iktidarının son yıllarına doğru başladı. Habe­şistan’daki Aksum Krallığı, 4. yüzyılda tamamen Hıristiyan­lığı kabul edip, kiliseleri Mısır İskenderiye Patrikliği’ne bağ­lanmıştı. Aksumlular güçlen­dikçe Babülmendep Boğazı ve Yemen’in büyük bir kısmını ele geçirdiler.

Babil’den sonra Bazı Arap kaynakları Tevrat’ın aksine Amalikalıların Bâbil Kulesi’nin yıkılmasıyla Hicaz tarafına göçettiklerini belirterek, Allah’ın Babil Kulesi’nde milletlerin dillerini karıştırdıktan sonra ilk önce Amalikalılara Arapça öğrettiğini iddia eder. Pieter Bruegel’in Babil Kulesi (1563).

6. yüzyılın başında Ye­men’in son Himyerî hüküm­darı Zünuvas Yahudiliğe geç­mişti ve tebaası olan Hıris­tiyanları Aksum Krallığı ile işbirlikçilikle suçlayıp, diri diri ateşe atmaya varan işken­celerle katlediyordu. Aksum kralının, Bizans imparatoru ile dindaşlarını kurtarmak için işbirliği yapmalarıyla Himye­rilere hücum edildi. Zünuvas ve Himyerî Krallığı ortadan kaldırılarak Hıristiyanlar kur­tarıldı. Yemen’de yönetimi ele geçiren Ebrehe adlı komutan, vali olarak tanındı.

Bağnaz bir Hıristiyan olan Ebrehe, Yemen’in birçok ye­rine inşa ettirdiği kiliseler­le Hıristiyanlığı yaymaya ve Arabistan’daki putperest­lik ile mücadeleye başladı. Bizans’tan getirttiği ustalar eliyle Sana’da inşa ettirdi­ği kilisede ibadet edilmesi­ni, Mekke’deki Kâbe yerine kendi kilisesine hacca gelin­mesini istiyordu. Bu maksat­la Arabistan’ın her mıntıka­sına haberciler gönderdiyse de itibar edilmediği gibi bazı Araplar tarafından kiliseye hakaret edildi. Bunun üzerine içinde fillerin de bulunduğu büyük bir ordu toplayıp çıktığı seferle Kâbe’yi yıkmak istedi. Kısa sürede ulaştığı Mekke’yi kuşatıp beklerken, Kur’an’da, ebabil kuşlarının gagalarında taşıdıkları taşlarla delik de­şik edilen ordunun Kâbe’yi yı­kamadan bozulduğu anlatılır. Son asırlarda çağdaş âlimler tarafından Ebrehe ordusunun ebabil kuşlarının ayaklarından atılan taşlardan şiddetli bir çiçek hastalığına yakalanarak imha olduğu da dile getiril­miştir. Başında bulunduğu or­dunun mahvolmasına rağmen Ebrehe yaralı olarak Yemen’e kaçabildi ve orada öldü. İslâm tarihinde “Fil vakası” adı veri­len bu olayın tarihinde ihtilaf varsa da çoğunluk tarafından 570 veya 571 tarihinde vuku bulduğu ve o yıl Hz. Muham­med’in dünyaya geldiği ka­bul edilir. Arap Yarımadası ve halklarının tarihinde, bu olay­dan 40 yıl sonra 610’da Hz. Muhammed’in Mekke’de İs­lâmiyet’i tebliğe başlamasıyla yepyeni bir dönem açılmıştır.

İslâmiyet sonrası Mekke fethedildiğinde, Kâbe ve ya­kın-uzak çevresinde bulunan tüm putlar Hz. Muhammed ve arkadaşları tarafından kırıldı. Kâbe’nin iç duvar yüzleri eski dinsel büyükleri tasvir eden resimlerle doluydu. Bunlar da teker teker silindi (Bazı kay­naklara göre Meryem ve ku­cağındaki çocuk İsa tasvirinin bulunduğu duvar resmi Hz. Muhammed tarafından sildi­rilmemişti. Ondan çok sonra 683’te yılında Emevîler tara­fından Kâbe’nin yakıldığı sı­rada yokolmuşlardı. Kâbe put­lardan temizlenirken Meryem ve İsa tasvirinin sildirildiğine dair rivayetler de gelmiştir).

Hz. Muhammed’in Kabe’ye kutsallığını veren Hacerü’l-esved adlı kara taşı yerleştirdiği anı gösteren 1307’den kalma bir minyatür.

İslâmiyet öncesi Araplar

Mekke’deki Kâbe, Kur’an’a gö­re dünyanın ilk binasıdır ve İbrahim Peygamber ile oğlu İsmail tarafından önceki te­melleri üzerinden yeniden yükseltilmiştir. İlk binanın kim tarafından yapıldığına da­ir bir ayet yoktur. Tevrat ve İncil metinlerinde, Arapların İbranilerle ortak ataları olan İbrahim Peygamber ile çocuk­ları İsmail ve İshak’ın hikaye­lerinde Kur’an’la ortak yan­lar olsa da Kâbe’ye dair hiç­bir bahis geçmez. İbrahim’in yanında kalan oğlunun adı da İshak olarak belirtilir. Arapça­da “dört köşe, küp” anlamına gelen ismi, Kâbe’nin görüntüsünü ifade etmektedir. Mek­ke’nin tam anlamıyla meskûn mahal olmadığı bir zaman di­liminde 2. yüzyılda Ptolema­ios, Geographica adlı eserin­de Mekke’yi Macoraba adıyla göstermiştir. Bazı etimolojik incelemelerde Macoraba ismi­nin Makreb yani “kurban yeri” anlamına geldiği iddia edilir. İşte Mekke’nin ortasındaki Kâbe, zamanla Cahiliye döne­mi Arap halklarının en büyük mabedi, İslâmiyet sonrasın­da da tüm Müslümanların en kutsal yeri hâline gelmiştir.

İslâm öğretisine göre Âdem Peygamber ile başlayan İslâm dini, son peygamber Hz. Muhammed’e kadar gelmiştir. İbrahim Peygamber ile gelen tek tanrıcı din, aynı Hz. Mu­hammed devrinde olduğu gibi namaz, oruç, hac, kurban gibi ibadetlerle inananları yüküm­lü kılmıştır. Daha sonra bu din de unutulmuş, insanlar tekrar putperestliğe dönseler de hâtı­ralardaki ibadetleri bozulmuş hâlleriyle icra etmişler, kutsal mekanları şirk mabetleri ha­line getirmişlerdir. Putperest­lerin Mekke’de hac yapmaları, kurban kesmeleri bunun so­nucudur. İbrahim’in öğretile­rine bağlı kalan az sayıda kişi­ye de Hanif dininin temsilcile­ri gözüyle bakılmıştır.

İstanbul Rüstem Paşa Camii’inde Kabe’yi tasvir eden bir çini pano. Bu panoda, Kabe içinde Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli olarak dört mezhebin günümüzde yerinde bulunmayan makamlarının tasvirleri var

Kâbe ve “kâbe”ler

Kâbe’nin kabilelerin nüfuzunu artırdığını, Araplar arasında itibarını, ticari imkanları ço­ğalttığını gören bazı kabileler; Arabistan’ın çeşitli yerlerinde kendilerine ait “kâbe”ler inşa ederek diğer kabileleri burala­ra çekmeye çalıştılar. Gatafan, Becile, Taif ve Necran kabile­lerinin aynı Mekke’deki gibi ritüellere sahne olan “kâbe”le­ri önem kazanarak bazı Arap kabilelerinin haram aylarda alışveriş ve tavaf merkezi ol­du. Yine de Arapların çoğu­nun teveccühüne mazhar olan Mekke’deki Kâbe en büyük Kâbe olarak bilinirdi. Günü­müzde buraya, başka bir örne­ği olmadığı halde Kâbe-i Mu­azzama yani “en büyük Kâbe” denilmesi belki de o geçmiş zamanların bir hâtırasıdır. Arap kabilelerinin farklı yer­lerdeki “Kâbe”leri de Mek­ke’nin fethinden sonra teker teker yıktırıldı.

Kuzey ve Güney Arapları her devirde birbirleriyle temas hâlinde oldular. Araplar “sûk” adını verdikleri, Arap Yarıma­dası’nın belli başlı yerlerine yayılmış panayırlarda sadece mal ve eşya alışverişiyle kal­mayıp kültür alışverişinde de bulundular. Büyük bir tutkuy­la bağlandıkları edebiyatın şiir sahasında eser veren şairleri el üstünde tutarlardı. Şiirler bölgesel lehçelere ve kabile ağızlarına itibar edilmeden fa­sih Arapça ile söylendiğinden klasik Arapçanın oluşumuna büyük katkısı olurdu. Bazı pa­nayırlarda sırf şiir adına ya­rışmalar düzenlenir ve o yılın büyük beğeni toplamış şiirleri dilden dile dolaşırdı. Mekke yakınlarındaki Ukaz panayırı böyle bir panayırdı. Buralar­da aynı zamanda güreş müsa­bakaları düzenlenir, nutuklar çekilir, kahramanlık hikayele­ri yanında ıslah edici, öğretici hutbeler okunurdu. Hz. Mu­hammed peygamberlik yılları öncesi gençliğinde, bir pey­gamber geleceğine dair hut­beyi burada dinlemişti. İslâm öncesi devirlerde putperest Araplar tarafından icra edilen hac ibadeti ile Ukaz panayı­rı aynı zamanda düzenlenir ve yazı yazabilenlerin sayıca azlı­ğına rağmen o yılın en beğe­nilen şiirleri keten bezinden üretilmiş malzeme üzerine altın suyuyla yazılırdı. “Mu­allakat” adı verilen bu şiirler adının içerdiği anlama uygun olarak herkesin görebileceği yerlere hatta bazı rivayetlere göre Kâbe duvarına da asılırdı.

Biruni’nin 11. yüzyılda, 27 yaşındayken yazdığı ve çeşitli milletlerin tarih ve kültürlerini incelediği Asarü’l-Bâkiye isimli eserde yer alan ve İbrahim peygamberin putları parçalayışını tasvir eden bir minyatür.

Din ve ticaret

Ticaret kervanlarının, başka kabilelere ait sürülerin, kadın ve çocukların, mal ve eşyala­rın yağma ve talanla ele geçi­rilmesini en önemli gelenek­leri olarak gören çok sayıda Arap kabilesi vardı! Arap Ya­rımadası’nda ticari faaliyet­lerin en aktifi olan panayır ve hac ziyaretlerinin gerçekleşe­bilmesi, ticaret kervanları için güvenli bir ulaşım ortamı ge­rektirdiğinden; Arap topluluk­ları “haram aylar” ilan ettikle­ri yılın dört ayında savaşmayı, yağmayı en büyük günahlar­dan kabul etmişlerdir. Birbiri­ni takip eden Zilkade, Zilhicce ve Muharrem ile yılın ortasına denk gelen ve umre haccının yapıldığı Recep ayı haram ay­lardandı. Bu aylarda kervan­ların basılması, yağma ve ta­lan korkusu olmadan, yerel ve uluslararası ölçekte çok sayıda panayır düzenlenir ve hac zi­yaretleri yapılırdı.

Günümüzde İslâm dün­yasına mahsus Hicrî/Kamerî takvim ayın dünya çevresin­de dönüşünü esas alan, gü­neş takvimine göre yılda 11 gün eksik olduğu için her 33 yılda 1 güneş yılı eksik kalan, aynı ay her gelen yılın fark­lı mevsimlerine rastlayan bir takvimdir. Oysa Arap panayır­ları da güneşi esas alan sabit zamanlara münhasırdı. Hicri/ Kameri takvimde kullanılan ay adlarının etimolojisi ince­lendiğinde, mevsimsel sabit zaman dilimlerine göre veril­miş adlar olduklarını görülür. Buna göre ağaçların meyve­ye durduğu bolluk zamanla­rına Rebiülevvel ve Rebiüla­hir; yağmurların yağmadığı, çeşmelerin kuruduğu, incimad ettiği zamanlara Cümadelu­la ve Cumadelahir; bu sıkın­tılı aylardan sonra bolluk ve bereketin görülmeye başlama­sından ve haram ay olduğun­dan dolayı saygı duyulan aya Recep; kabilelerin yağma ve erzak temini için toprakların­dan şubelere ayrılıp gittikleri aya Şaban; çöl kumlarına ayak basamayacak derecede sıcak zamanı tarif için Ramazan; develerin kızgınlık veya kabi­lelerin nakil ve göç zamanı­na Şevval; haram aylardan ol­duğundan yağma ve kavganın durduğu aya Zilkade; hac ayı olduğundan Zilhicce adları ve­rilmesi her ayın mevsimsel bir karşılığı olduğunu gösteriyor.

Hac zamanı ticaret zamanı İslâm öncesi dönemden beri Hac döneminde yapılan Ukaz Panayırı, 1950’lerde Suudi Arabistan’ın eski kralı Faysal tarafından yeniden canlandırıldı.

Veda hutbesi

İslâm öncesinde hatta İslâm geldikten belli bir süre sonra da aylar; ürünlerin hasat edi­lip, mal ve eşyaların alışveriş edilecek bir bollukta olması­na göre sabitleniyordu. Bu da panayırların ve haccın her za­man aynı mevsime denk ge­tirilme gayreti ile ilgiliydi. Bu gayrete de “Nesî” adı verilmiş­tir; Kur’an’la yasaklanıncaya kadar Arapların haram ayları güneş takvimine göre mevsim­sel bir sabitte belirlemek için kullandıkları usuldür. İslâmi­yet’ten sonra Nesî’nin yasak­lanması ve 2. Halife Hz. Ömer devrinde hicrî takvimin ka­bul edilmesiyle Hac ve oruç ibadetleri sabit bir ayda icra edilmeden hicrî yıl içinde dö­nüşümlü hâle geldi. Hem bu nedenle hem de İslâm döne­minde fetihlerin etkisiyle ye­ni ticaret yollarının ortaya çıkması, Arap iktisadi gele­neğinde önemli bir yeri olan panayırları zamanla ortadan kaldırdı. Cahiliye döneminde çok önem verilen bir Arap ge­leneği olan, Kur’an emri oldu­ğu için İslâm’ın ilk yıllarında dikkat edilen “haram aylarda kan dökülmemesi” kuralına da sonradan uyulmadı. Öyle ki Hz. Muhammed’in torunu Hz. Hüseyin, ailesi ve yanındaki­lerle haram aylardan Muhar­rem ayında Kerbelâ’da öldü­rülmüştür. İslâm dinine geçen Farslar ve Türkler diğer Müs­lüman topluluklar üzerine se­fere çıkmak için haram ayların bitmesini gözetmedikleri gibi günümüzün Arap toplumları da bu aylara pek kayıtsızdır.

Cahiliye dönemi Arap örf ve adetlerinin, kültürlerinin büyük kısmı İslâmiyet’in zu­hurundan sonra da devam et­ti. Hz. Muhammed vefatından kısa bir süre önce 632’de Hac sırasında sayısının 100 bini aştığı rivayet edilen bir toplu­luğa hitap ettiği “Veda Hut­besi”nde, Cahiliye döneminde yaygın olup İslâmiyet sonra­sında reddedilen geleneklerin bir dökümünü verir. Öncelik­le kul hakkına riayetin, yaşam hakkının, insan şerefinin-na­musunun dokunulmazlığının, mülkiyet hakkına uyulmasının önemini vurgulayarak Araplar arasında çok yaygın olan kan davalarını ve faizi kaldırdığı­nı söyler. Ardından kadınların haklarına; suçların şahsiliği ilkesine; emanetlerin ve borç­ların ödenmesine; Müslüman­ların kardeşliğine; kendinden sonra Müslümanlara Allah’ın kitabını, sünnetini veya Ehl-i Beyt’i miras bıraktığına dair kısımlara geçer. Bu hutbede­ki belki de en önemli cümle şudur: “Hepiniz Âdem’in ço­cuklarısınız, Âdem ise toprak­tandır. Arapın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kır­mızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üze­rinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Al­lah’tan korkmaktadır”.

Farklı günlerde birkaç de­fa okunan bu hutbenin hadis ve siyer kaynaklarında değişik rivayetleri vardır. Bazı âlim­lerin “Arap’ın Arap olmayana üstünlüğü yoktur” kısmının sonraki asırlarda eklendiğine dair itirazları olsa da, en azın­dan 12-13 asırdır İslâm kültü­ründe yaşayan bir söz olarak tarihte yerini almıştır. Hutbe­nin Arapça aslında yukarıda belirttiğimiz gibi “Arap olma­yan” tabiri “Acem” kelimesiyle karşılanmıştır. Bundan dola­yı “Arap’ın Acem’e üstünlüğü yoktur” cümlesinden sadece İranlılar değil Arapların dışın­daki tüm toplumlar anlaşıl­malıdır (Arapların bu tarihler­deki “milliyetçiliği”, şüphesiz Fransız İhtilali’nden sonra ge­lişen siyasal/ulus devlet milli­yetçiliğinden farklıdır).

1950’lerde soğuk içeceklerle serinlemeye çalışan hacılar.

Hz. Ömer ve fetih-cihad dönemi

Arap toplumundaki Cahili­ye âdetleri-inançları, Kur’an ayetleri ve peygamber sözle­riyle reddedilip ortadan kal­dırılmaya çalışılsa da 4 Halife ve sonraki Emevî, Abbasî sal­tanatları devrinde bile toplum üzerindeki etkisini sürdürdü. Hz. Muhammed’in ölümün­den sonra Halife Ömer dev­rine gelindiğinde, İslâmiyet’i ve Arap Yarımadası halklarını sonsuza kadar dönüştürecek bir gelişme yaşandı. O zama­na kadar Müslüman olmayan Arap kabileleriyle veya Hz. Muhammed’in ölümünden sonra dinden dönenlerle sava­şan Müslüman Araplar, yarı­madanın dışına fetih seferle­ri açmaya karar verdiler. Hz. Ömer “Ey peygamberin arka­daşları, Hicaz sizin için artık otlaktan başka bir şey olamaz, ancak atlarınıza arpa yetişti­rebilir. Sizleri ve halkı doyu­rabilecek durumda değildir. Allah’ın kitabında size miras kıldığını vaadettiği toprakla­ra gidiniz” sözleriyle fetihler çağını başlattı. Hz. Ömer’in bu sözleri, hangi şartlar dahi­linde söylediği tartışmalıdır. Ancak bütünüyle Müslüman­lar tarafından kontrol edilen Arabistan topraklarının bun­dan böyle “Arapları doyura­mayacak, sadece atlara arpa yetiştirebilecek hâlde olması­nın” sebeplerinin incelenmesi gerekir. Bilhassa tarım ve tica­retin çok geliştiği bölgeleriy­le ünlü Arabistan’da Hz. Mu­hammed’in tarımı ve ticareti teşvik eden sözlerine rağmen, ticaret burjuvazisinin asırlar­dır sürdürdüğü ekonomik dü­zenin İslâmiyet’in gelişinden sonra bozulduğu; faizin kaldı­rılmasıyla faizcilerin ellerinde tuttukları paranın ekonomiye ve yatırıma katılamayışı; Arap Müslümanlardan toplanan zekât, öşür ve gayrimüslim­lerden alınan cizye vergileri­nin ekonomiye katkısı olacak yatırımlarda kullanılamaması; Hac ve panayırların sabit za­manlarda düzenlenememesi, bölgesel ve uluslararası pana­yırların devam edememesin­den dolayı ihracat ve ithalatla birlikte tüm ticaretin zayıfla­ması; Müslümanlığın ilk yılla­rında yarımadadaki ekonomik şartların kötüleşerek Arapla­rın gelir kaybına uğramaları düşünülebilir.

Hz. Ömer’in Yahudilerin vadedilmiş topraklarına ben­zer vaadi karşısında Araplar, hazırlıkların ardından binler­ce atlıyla ilk seferlere çıktılar. Arabistan’ın kuzey komşula­rı olarak uzun yıllardır tanıyıp bildikleri ve her şekilde ken­dilerinden çok üstün Bizans ve Sâsâni (Pers/Fars) impa­ratorluklarıyla çetin savaşla­ra girildi. Yıllardır birbirleriy­le savaşmaktan yorgun düşen, servetlerini eriten, toplumsal huzursuzlukların zirveye çık­tığı Bizanslılar ve Sâsâniler, Arap atlıları karşısında varlık gösteremedi. 634’ten itibaren Bizans’ın Şam, Antakya, Urfa gibi büyük şehirleri ele geçiril­di. Müslümanların ilk kıblesi olmakla ünlenen Kudüs 638’de kuşatıldıktan sonra savaşsız ele geçirildi. Mısır ve Irak böl­gesi tamamen zaptedildi. Dur­maksızın süren İran seferle­rinde 636’da Kadisiye, 637’da Celula ve 642’de Nihavent savaşlarını kaybeden Sâsâni İmparatorluğu tarihten silin­di. Kadisiye Savaşı sonrasında Arapların Acem adını verdik­leri Farslardan 4.000’a yakın asker, Araplardan sonra Müs­lümanlığa geçen ilk yabancı topluluk oldu.

Prof. Dr. Nihad Çetin’in bir harita üzerinde derlediği Arabistan’da kurulan panayır yerleri…

Türklerle ilk karşılaşma

Yüzlerce yıllık komşuları Sâsânilerin ortadan kalkma­sıyla, Maveraünnehir ve İç As­ya’da yaşayan Türkler birden­bire Araplarla sınır komşusu oldular. O sırada suikasta uğ­rayan Halife Ömer’in ardın­dan peşpeşe Halife Osman ile Ali’nin de suikast sonucu öl­dürülmeleri sonrasında, Şam Valisi Muaviye’nin halifeliğe geçmesiyle Emevî hanedanı iktidarı başladı. Araplar, Sâsâ­nilerin ardından Türkistan’a gözlerini dikmişlerdi. Horasan Valisi Ubeydullah b. Ziyad’ın Ceyhun Nehri’ni ilk kez geç­mesiyle fetihler başladı. Irak Valisi Haccac’ın Türkistan’ın fethi için tayin ettiği komutan Kuteybe’nin bölgedeki Türkler üzerinde uyguladığı acımasız vahşet ve katliamlara dayana­mayan Türk ülkeleri birer bi­rer Arapların eline geçti. Böl­geyi fethe gönderdiği Kutey­be’yi acımasız katliamlarından dolayı tebrik eden Irak Vali­si Haccac, bu görevine tayin edilmeden önce Hicri 73-Mi­ladi 692’de Mekke’yi 6 ay bo­yunca kuşatıp mancınıklar­la tahrip ettirdiği için “Zalim” lakabını almış biriydi. Kutey­be 712’de Harezm bölgesini de ele geçirdi.

Türkistan ve Harezm top­raklarında Arap işgalinin ta­mamlanmasından fazla bir sü­re geçmeden Türkler de Fars­lar gibi Müslümanlığı kabule başladılar. Emevî saltanatının Ebu Müslim Horasani tarafın­dan yıkılıp Abbasî hanedanı­nın hilafete geçmesiyle, Arap nüfuzuna girmemiş bazı Türk boyları eski düşmanları Çinli­lerle savaşmaya devam eder­ken bir yandan da Araplarla ittifaklar kuruyorlardı. Çin’in Taşkent’e saldırısı sırasında yardıma koşan Karluk Türkle­ri, 751’de Ebu Müslim Horasa­ni’nin gönderdiği Arap Ordusu ile ittifak kurarak Çin Ordu­su’nu ağır bir bozguna uğrat­tı. Talas Savaşı olarak tarihe geçen bu savaş, yaklaşık 100 yıldır süren Türk-Arap çatış­masına son verdi ve o zamana kadar Mecusi, Mani veya Gök Tanrı itikadındaki Türklerin akın akın İslâm dinine geçme­lerini sağladı. Daha önceleri Türkiş Kağanı Tarhan, Toha­ristan hükümdarı Yabgu, Bu­hara hakimi Tuğşad gibi böl­gesel Türk kağanlarından ba­zıları Müslüman olmuşlardı; ancak Karahanlı Satuk Buğra Han’ın (ölümü 955) Müslü­man olup Abdülkerim adını al­masından ve İslâmiyet’i devlet dini olarak kabulünden sonra devlet düzeyinde İslâmlaşma başladı.

Veda Hutbesi


Hz. Muhammed vefatından
kısa bir süre önce 632’de
Hac sırasında sayısının
100 bini aştığı rivayet
edilen bir topluluğa hitap
ettiği “Veda Hutbesi”nde
“Arabın Arap olmayana
üstünlüğü yoktur” der.
Hakan Arslan’ın sülüs ve
nesih hatlarıyla terkip ettiği
Veda Hutbesi metni (TMKV
Gelenekli Sanatlar Müzesi,
Envanter nr. 41).

Müslümanlığın kabulü

Türklerin kitlesel İslâmlaş­ma sürecinde eski parçalan­mış görüntüsünden uzak bir yeknesaklık gösterdiğine; yer­leştikleri geniş coğrafyalarda asırlar boyunca farklı dinle­ri kabul ettikleri hâlde tek bir dinde buluşmalarının, kabi­le ve boyculuk taassubundan kurtulup millet olma aşaması­na geçmesine katkıda bulun­duğuna dair görüşler vardır. Türklerin Müslüman olarak tek dine mensup mütecanis bir millet sıfatıyla asırlarca yaşayan devletler kurdukla­rını; Doğu ve Güney Asya uy­garlıkları etkisinden sıyrıla­rak Ön Asya uygarlık dairesi­ne iltihak ettiklerini belirten Zeki Velidi Togan (Umumi Türk Tarihine Giriş, 79-80), Bîrunî’den naklen “Kuzey Af­rika’dan Türk ülkelerine kadar geniş bir coğrafyada asırlardır tam anlamıyla sağlanamayan asayiş ve yol güvenliğinin, ilk defa İslâm fetihleri sonucunda şekillenen yeni devlet düze­ninde sağlandığını, bu sayede Cebelitarık’tan Çin Seddi’ne kadar her yerin ticaret ve se­yahat için güvenli bölge hâline geldiğini” aktarır.

Araplar, kendilerinden farklı milletlerden üstün ol­duklarına dair gururlarını Ca­hiliye devrinden beri terke­demedikleri gibi; Emevîler döneminde eski hâllerini bile aratır bir şekilde ırk ve kabile vurgusu yapmaya başlamışlar­dı. İslâm öğretilerinde “Arapın Arap olmayana bir üstünlü­ğü olmadığı” belirtilse de, yeni Müslüman olan halkları, Fars, Türk, Kıptî, Berberîleri ifa­de etmek için eskiden kulla­nılan ve barbar anlamına ge­len Acem kelimesi de yetmez oldu. Araplar, kendilerinden sonra Müslüman olan top­lumları tarif ederken “Mevalî” (azatlı köle) kavramını kul­lanmaya başladı. Kendilerinin efendi, diğer Müslüman top­lumlarının “Mevalî” olduğunu ifade edip onları aşağılamaya ve küçük görmeye devam etti­ler. Hatta ayrımcılıkta daha da ileri gidenler, Arap olmayan­larla aynı sofrada oturmama­ya, arkalarında namaza dur­mamaya, camilerini ayırmaya, savaş ganimetlerinden mah­rum etmeye, kızlarını onlarla evlendirmemeye başladı.

Hz. Muhammed’in Veda Hutbesi’ni okuduğu Arafat Dağı ve civarı

Emevîler devrinde ihti­da hareketleri artıp kitlesel din değiştirmeler çoğaldığın­da, sadece gayrimüslimlerden alınan cizye vergisi azalma­ya başladı. Bunu üzerine geliri artırmak için Müslüman ol­dukları halde “Mevalî”lerden de cizye alınmaya başlandı. Bu şekilde bir ayrımcılığa tâbi tu­tulmak Kuzey Afrika Berberî­lerinden Farslara kadar tüm Müslümanlarda tepkilere se­bep oldu ve çeşitli isyanların yolunu açtı. İktidarları boyun­ca defalarca bu isyanlarla kar­şı karşıya kalan Emevî Devle­ti, en sonunda kendisi de Türk veya İran asıllı bir “Mevalî” olan Ebu Müslim Horasanî adlı isyancının önderliğinde gelişen hareket sonucu yıkıla­rak yerini Abbasî hanedanına bıraktı. Bu dönemde Arapların ortaya koyduğu birçok eserde Türkler “lanetli Yecüc-Me­cüc kavmi” olarak tanıtılmış, Hz. Muhammed’in ağzından Türkler aleyhine birçok hadis uydurulmuştur.

Hz. Ömer’in Kudüs’e girişini gösteren bir gravür.

Terse dönen ayrımcılık

Arap olmayan Müslümanla­ra uygulanan ayrımcılık, son­rasında kimi toplulukların Araplardan çok daha üstün olduklarına; hatta Arapların dünyanın en zelil, hakir kavmi olduğuna dair güçlü bir dokt­rin geliştirmelerine sebep ol­du. En fazla taraftarı İranlılar arasından çıkan ve Şuubiye adı verilen bu hareket, Abbasî iktidarı sırasında İslâm Devle­ti içinde yer alan Endülüs’ten Kuzey Afrika’ya, İran’dan Tür­kistan’a kadar geniş bir coğ­rafyada çok farklı milletlerin Arap karşıtı politik, düşünsel ve edebi eserler üretmeleriyle zirveye ulaştı.

Altta kalmak istemeyen Araplar da, Şuubiye karşı­tı söylemlerle ortaya çıkıp 10. yüzyılın sonlarına kadar mü­cadeleyi bırakmadılar. Şuubi­ye akımı ve karşıtlarının İs­lâm kültür dünyasındaki etkisi sonraki asırlarda da sürmüş­tür. Arap ediplerinin en güçlü kalem erbabı olarak bilinen Cahiz’in Türklerin Faziletleri adlı kitabı bu dönemin eseri­dir. Aynı dönemde ortaya çı­kan ve Müslümanların farklı milletlerden oluşan bir ümmet olduğunu vurgulayan bu ve diğer eserler; Şuubiye hare­ketinden etkilenen Arapların kendilerinden sonra Müslü­man olan topluluklarla arala­rındaki geçimsizliği ortadan kaldırmak düşüncesini yansı­tıyordu.

Emeviler’in Horasan Valisi Kuteybe bin Müslim, 711 yılında Semerkant’ı kesin olarak fethetti. Irak Valisi Haccac onu acımasız katliamlarından dolayı tebrik etti. Pencikent duvar resimlerinden bir kesit…

Türklerin iktidarı

Abbasi iktidarı 10. yüzyıl başla­rında bir hayli güçten düşünce, İran kökenli Şii Büveyhi Dev­leti, Halife Müstekfi-Billah’ın daveti üzerine geldiği Bağdat’ta iktidarı ele geçirmişti. Halifenin makamına dokunmadan tüm Irak’ta iktidarlarını pekiştirdi­ler. Yaklaşık 1 asır boyunca Bü­veyhilerin istikrarsız yöneti­mi altında kalan Irak ve Abbasi hilafeti, 1040’da Dandanakan Savaşı sonunda Gazneliler Dev­leti’ni yıkarak Büyük Selçuklu Devleti’ni kuran Tuğrul Bey’den yardım istedi. Abbasi Halife­si Kaim-Biemrillah’ın daveti üzerine 1055’te Bağdat’a gele­rek büyük törenlerle karşılanan Tuğrul Bey ve kalabalık ordusu, Büveyhi egemenliğine son ve­rerek Abbasi hilafetini hima­yesine aldı. Tuğrul Bey 1 yıldan fazla bir süre kaldığı Bağdat’ta imar faaliyetlerine girişti; ca­mi, saray, askerleri için kışlalar yaptırdı. Kaim-Biemrillah’ın kı­zı ile evlenmek istediğinde hali­fe bunu kesin bir dille reddetse de Tuğrul Bey’in ısrarlı talepleri üzerine rıza göstermeye mec­bur oldu.

İlk Müslüman Karahanlı lider Karahanlıların 920-955 arasındaki hükümdarı Satuk Buğra Han, İslâm’ı kabul ederek, Karahanlı Devletinin ilk müslüman hükümdarı olmuştu. Eski başkent Kaşgar’a 40 kilometre mesafedeki türbesi…

3 asır öncesine kadar işgal, yağma ve katliamlarla sürdü­rülen Arap fetih hareketleri sonucu tedricen İslâmlaşma­ya başlayan, Arapların yıllarca “Mevalî” adını takarak her tür­lü küçümsemeye maruz bırak­tıkları Türklerin, sonunda Ab­basî Devleti’ni ve İslâm hilafe­tini himayelerine alması Türk tarihinin en önemli hadisele­rindendir. Türkler bu tarihten sonra, dâhil oldukları İslâm dünyasında kurdukları irili-u­faklı devletlerle, Haçlı Seferle­ri’nden Moğol istilasına kadar coğrafyalarının savunmasında en önemli askerî, siyasi, eko­nomik güç olarak en önde yer aldılar. Anadolu Selçukluları ile Doğu Roma İmparatorlu­ğu’nu sıkıştırıp geriletecekler; Osmanlıların tarih sahnesine çıkmasından itibaren savun­madan saldırıya geçecekler; başlattıkları fetih hareketleriy­le Avrupa’nın ortasına kadar hakimiyetlerini yayacaklardı.

16. yüzyıldan bir İran minyatüründe Zülkarneyn, cinlerin yardımıyla Yecüc ve Mecüc’ü medenilerden uzak tutan seddi inşa ediyor (üstte). Cahiz’in Fezailü’l- Etrak (Türklerin Faziletleri) kitabının unvan sayfası (Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya, nr. 4159).

CAHİLİYE DEVRİ

Kâbe, kabile, asabiyet, putlar ve Arap üstünlüğü!

İslâmiyet sonrasında, Arap tari­hinin daha öncesi çağları “Cahiliye Devri” olarak adlandırılmaya başlandı. Yaygınlıkla bilindiği şekliyle cehaletin, cahiliyenin kelime anlamı her ne kadar “bilgi­sizlik” olsa da, İslâm öncesi devrin adlandırılmasında bu kelimenin “vahşilik, vandallık, barbarlık” anlamının daha ağır bastığı söylen­melidir. Cahiliyenin karşıtı olarak “hilm” kelimesinin kullanılması da barbarlık anlamını doğrular. Güçlü, dayanıklı, yumuşak huylu, kararlı, ihtiyatlı davranışlar “hilm”, böyle huyları üzerinde toplayan kişiye de “halim” denilir. Vahşi, zorba, kaba nitelemesinin zıddı olan halim ki­şilik, tam anlamıyla uygar bir kişiyi tanımlar. Cahiliye devrinin barbar yönleri İslâmiyet sonrası dönemde kınanmış, kötülenmiş ve terkedil­mesi için yoğun bir çaba gösteril­mişse de Araplar arasında zaman zaman canlanan Cahiliye hatıraları uzun süreli gerginliklere, savaş­lara, İslâmiyet uygulamalarında irticaya ve zihniyet bozukluklarına sebep olmuştur.

Arap Yarımadası’nda aynı atadan gelen ailelerin sosyal, eko­nomik ve politik örgütlenmelerine “kabile” adı verilirdi. Yakın veya uzak akraba kabilelerle, akrabalık bağı olmadığı hâlde ele geçirilmiş bazı kabileler aynı çatı altında toplanarak aşiret konfederasyon­larını meydana getirirdi. Kabilele­rin çöllerde, badiyelerde göçebe surette yaşayanlarına “bedevî”, yerleşik yaşayanlarına “hadarî” adı verilirdi. Aynı atadan gelen kabile fertlerini birarada tutan akrabalık bağına “asabe”, kabile dışındaki unsurlardan kendilerine yönelik bir tehdit karşısında birlik ve dayanışma içinde bulunmala­rına “asabiyet” denilirdi. İbn Hal­dun’un Kitâbu’l-İber adlı eserinin Mukaddime’sinde ortaya koyduğu “Asabiyet teorisi”, Arap kabilecilik anlayışı üzerinden şekillenmiştir.

Kabe, Osmanlı dönemi Mekke, 1888.

Cahiliye devri Arap kabile­lerinin “asabiyet”e bağlılıkları sebebiyle, her kabile ferdi hak­lı-haksız demeden rakip kabilelerle mücadeleye girişmek zorundaydı. Bu nedenle kabileler arasında uzun asırlar boyunca büyük rekabetler, kan davaları ve düşmanlıklar ya­şanırdı. Her kabilenin kendine ait bir arazisi olmakla birlikte, hayati önem taşıyan yağmur mevsimi­nin ardından verimli otlaklara dönüşen bazı çöl mıntıkalarının ele geçirilmesi için savaşılırdı. Bilhassa çöllerdeki Arap kabileleri, güç ya­şam koşullarının yanında genel bir yoksulluk ve darlık altında yaşardı.

Kabilelerin büyük çoğunluğu, ilk çağlarda aldıkları adlarıyla bugün de yaşamaktadır. Nesep bağlarına düşkün olmaları, soy şecerelerini yüzlerce yıl ötelere da­yandırabilmelerini sağlamıştır. Her kabile kendi nesebiyle övünse de bazı kabilelerin kendilerinden daha saygın olduğunu kabul ederlerdi, ancak iş diğer halklara geldiğinde, “Arapların üstünlüğü” ilkesinde bir­leşilirdi. İlk ve Orta Çağlarda Araplar kendilerini diğer milletlerden üstün gördüklerinden, neseplerini Hz. Âdem’e bağlarlar; dünyanın ilk milletinin Araplar, ilk dilinin Arapça olduğunu söylemekle iftihar eder­ler; atlarının asaletiyle, şiirleriyle; dillerinin fesahatiyle övünürlerdi. İfrat derecesine çıkardıkları gurur­larından dolayı, başka milletlerden bir kral dahi kızlarına talip olsa asla evlendirmezlerdi. Bir bakıma bu ırkî özellik, Sâmi geleneği gibi anlaşıla­bilir. Araplar gibi Sâmi halklarından olan Yahudiler de kendilerini diğer milletlerden üstün görür ve bunu kutsal kitaplarına dayandırırlardı. Çağdaşları olan Yunanlıların kendi­lerinden başka toplumları “barbar” adıyla sınıflandırdıkları gibi, Araplar da kendilerinden başkalarına “Acem” derlerdi. “Arapçayı düzgün konuşamayan, bozuk konuşan” anlamındaki bu kavram, o devirde Araplar dışındaki her toplumun fertlerini kapsardı.

İlk çağlarda yazılı metinlere aşina olmadıkları hâlde şiirlerini, şarkılarını, efsane ve menkıbe­lerini sonraki nesillere sözlü kültür yoluyla aktarabilmeleri Arap kültürünün başarılı yönle­rindendir. Arapçadaki “sünnet” kelimesi “atalar örfü” anlamında kullanılırken, İslâmiyet sonrası Hz. Muhammed’in davranış ve tavrına, söylediklerine dair bir kavram hâline gelmiştir.

Arap Yarımadası’nın çok büyük bir kesiminde hâkim olan putpe­restlik anlayışı da, derin bir duyguy­la bağlı olunan “atalar kültü”yle içiçe geçmiştir. Atalarından miras aldıkları putlara taparlar, her kabi­lenin kendine has bir putu olurdu. Arapçası “sanem” olan putların en büyüğü Kâbe’de dikili olan kırmızı akikten insan şeklindeki Hübel putuydu. Hübel’e tapınan Araplar, çevresinde bulunan fal oklarıyla ge­leceklerini tayin etmeye çalışırlardı (Arabistan’a dışarıdan getirilen Hü­bel’i, Mezopotamya tanrılarından Baal veya Anadolu tanrıçalarından Kibele ile ilişkilendirenler de vardır). Tanrıça mertebesindeki Uzza ile kızları Lat ve Menat adı verilen büyük putlara Kureyş kabilesinden başka birçok kabile de tapınır, adak­lar, kurbanlar sunarlardı. Araplara yakın veya uzak kültürlerin İsis, Afrodit, İştar adını alan Tanrıça kültleriyle bağlantılı Kureyş putları, Kâbe’nin dört duvar yapısı içinde saklanırdı. Kâbe’nin çevresinde de 360 adede varan miktarda put dikili olduğu rivayet edilir.