Müslümanlığın kabulünden önceki Cahiliye döneminde özellikle ticaret ve güzel sanatlarda önemli bir merkez olan Arap Yarımadası’nın sakinleri, İslâmiyet’le birlikte, Hz. Ömer döneminde kuzeye doğru cihada başladı. 7. yüzyıl ortalarından itibaren Pers-Fars medeniyetlerine üstünlük sağlayan Müslümanlar, Türklerle karşı karşıya geldi. 11. yüzyılın başlarında ise Müslümanlığın tayin edici faktörü artık Selçuklu Türkleriydi.
Geleneksel anlatılara göre oluşturulan pratik bir şablonla Nuh Peygamber’in üç oğlundan Ham, Güney Asya halkları ve tüm zencilerin; Sam, Araplarla İbranilerin; Yafes de Türkler ve Avrupalıların atası olarak gösterilir. Sam’dan gelen nesillere “Sâmi” denilir. Tarih boyunca Arap Yarımadası ve Mezopotamya’da yerleşerek devletler kuran Asurlular, Babilliler, Fenikeliler, Akadlılar, Nebatililer, Aramiler, Süryaniler, Kenaniler, İbraniler ve elbette Araplar, büyük Sâmi topluluğunun parçalarıdır. Güney Arabistan’daki Yemenliler ile Doğu Afrika’nın Kızıldeniz kıyısındaki Habeşîler de bu topluluktandır. Geçmişte Araplar, temasta oldukları Sâmi topluluklarının çoğunu içlerinde eritip günümüzdeki yaygın Arap toplumunu oluşturmuşlardır.
Arap adıyla adlandırılan ilk toplulukların izlerine Asur Kralı 3. Salmanassar’ın MÖ 853 tarihli kitabesinde rastlanır. Arap kelimesinin kökenini açıklamaya çalışan ancak üzerlerinde uzlaşılamayan birçok tez vardır. İbrani dilinde “kara ülkesi” veya “step” anlamındaki “arabha” veya göçebe hayatını tarif eden “erebhe” kelimesinden geldiği; çölde yaşayanlara Arap denildiği; Asurcada batı anlamına gelen Arap kelimesinin Fırat’ın batısında yaşayanları tanımlamakta kullanıldığı gibi tezler ortaya atılmıştır.
Rivayetlerden gerçeklere
Tevrat kaynaklı rivayete bakılırsa, dünyanın en eski kavmi, Akabe Körfezi ile Lut Gölü arasına konumlanan Edom ülkesinde yaşayan, “Amalika” adı verilen kavimdir. Babil kitabelerinde “Meluh” adıyla kuzeyde bulundukları tarif edilen Arapların, Tevrat’taki Amalika ile aynı kavim olduğu düşünülmektedir. Bazı Arap kaynakları ise Tevrat’ın aksine Amalikalıların Bâbil Kulesi’nin yıkılmasıyla Hicaz tarafına göçettiklerini belirterek, Allah’ın Babil Kulesi’nde milletlerin dillerini karıştırdıktan sonra ilk önce Amalikalılara Arapça öğrettiğini iddia eder. Böylelikle en eski kavmin Amalika olduğunda Tevrat’a uyarlar ancak Arapçanın dünyanın en eski dili olduğunu vurgulayarak farklılaşırlar.
Hz. Nuh’un 3 oğlu
Nuh Peygamber dünyayı
oğulları arasında
bölüştürüyor. Bilinmeyen
Rus bir ressamın eseri, 18.
yüzyıldan (üstte). Yemen
bölgesinde MÖ 8. yüzyılda
kurulmuş Main Devleti’nde
MÖ 3.-4. yüzyıllarda
yapılmış kireçtaşından bir
tütsülük. British Museum
(altta).
Araplar tarih boyunca Arabistan Yarımadası’nda yaşadıkları yönlere doğru da tanımlanmışlardır. Güney Arabistan’dakilere “Arab-ı Arîbe” kuzeydekilere “Arab-ı Müstağribe” adı verilmiştir. Müstağribe kelimesi sonradan Araplaşmış kabileleri tanımlasa da, bunların konuştukları Arapça zamanla klasik Arapça hâline gelmiş ve güney kabilelerinin lehçesinden oldukça farklı bir şekle bürünmüştür. Hz. Muhammed de müstağribeden olduğunu belirtir ve Arapların en fasih konuşanı olduğunu söyler.
Kuzey Arapları çöl hayatının zor şartlarında, dağınık kabileler hâlinde yaşadıkları yerlerde ittifaklar tesis edip küçük krallıklar kurdular. Mezopotamya’nın güçlü Bâbil, Akkad, Asur Devletleri, göçebe kabilelerden oluşmuş zayıf krallıkları haraca bağlasalar da bu devletlerden çok şeyler öğrendiler. Zaman içerisinde kurulan Nebati, Palmira, Gassani, Kinde Krallıkları, sıklıkla Roma İmparatorluğu ile Sasanilerin egemenliği altına girse de, Arapların devlet teşkilatı tecrübeleri bu ülkelerle temasları sayesinde oldukça gelişti.
Kuzey ve Güney Arapları
Kuzey Araplarının yaşadıkları yerler büyük ölçüde çöllerden ibaret olduğu ve bunlar çoğunlukla göçebe bir hayat sürdüler. Buna karşılık Güney Araplarının yaşadığı Yemen bölgesi sulanabilir topraklara sahip olduğundan, burası yerleşik hayata geçişe ve kabile hayatının ötesinde güçlü ve etkili devletler, uygarlık sahaları kurabilmesine zemin hazırlamıştır. Bilhassa Yemen bölgesi, milattan önceki çağlardan beri Çin’den Roma’ya, Hint’ten Afrika’ya gidip-gelen büyük ticaret kervanlarının ana yolları üzerinde bulunmakla özel öneme haizdi. MÖ 3. bin yılın ortalarında teşkilatlandığı tespit edilen ve o tarihlerden Hindistanlı ve Çinli tüccarlarla sıkı ticari ilişkiler geliştiren Main Devleti’nin bunların en eskisi olduğu sanılmaktadır. Ardından aynı coğrafyada MÖ 8. asırdan itibaren Sebe Krallığı hüküm sürmüştür. Sebeliler ticarette çok aktiftiler. Mimarlıkta çağına göre çok ilerlediklerinden üstün nitelikli barajlar, sulama kanalları, şehirler, saraylar, köşkler inşa ettiler. Teknolojileri sayesinde geliştirdikleri tarım, en önemli zenginlik kaynakları oldu. İçlerinden Afrika’ya geçen bir grup bugünkü Etiyopya’nın kökünü teşkil eden Aksum Krallığı’nı da kurmuştu.
Meşhur kadın hükümdar Belkıs, Sebe kraliçesi olarak bilinir. Bu çağlarda aralıklarla da olsa Arapların başına geçen çok sayıda kadın hükümdar vardır. Yahudilerin peygamberi Süleyman ile Belkıs’ın, Tevrat ve Kur’an kaynaklı efsanevi hikayeleri asırlardır anlatılsa da aynı zamanlarda yaşadıklarına dair somut deliller bulunamamıştır (Belkıs’ın Sebe kraliçesi olmayıp önceki Main Devleti’nin kraliçesi olabileceği ihtimali de değerlendirilir. Habeş geleneği farklı bir efsane oluşturur. Kebra Nagest adı verilen efsaneye göre Habeş Hanedanı, Süleyman Peygamber ile evlenen Sebe Kraliçesi Makeda’nın çocukları 1. Menelik’ten itibaren yürümüştür).
Sebe Devleti zamanla çökmeye yüz tutarak MÖ 115 civarında yerini yine bir Arap devleti olan Himyerîler’e bıraktı. Himyerîler Yemen’de o zamana kadar gelen devletlerin en örgütlüsü ve en güçlüsü oldu. Çevrelerindeki Roma, Bizans, Sasani devletleriyle kimi zaman dostça, bazen de şiddetli savaşlarla geçen 6 asırlık ömürlerinde Hıristiyanlık ve Yahudilik, Yemen’de yer tuttu. Arap Yarımadası’ndaki putperest dinî anlayışı yıkan tek tanrıcı dinlere ilk eğilim Himyerî iktidarının son yıllarına doğru başladı. Habeşistan’daki Aksum Krallığı, 4. yüzyılda tamamen Hıristiyanlığı kabul edip, kiliseleri Mısır İskenderiye Patrikliği’ne bağlanmıştı. Aksumlular güçlendikçe Babülmendep Boğazı ve Yemen’in büyük bir kısmını ele geçirdiler.
6. yüzyılın başında Yemen’in son Himyerî hükümdarı Zünuvas Yahudiliğe geçmişti ve tebaası olan Hıristiyanları Aksum Krallığı ile işbirlikçilikle suçlayıp, diri diri ateşe atmaya varan işkencelerle katlediyordu. Aksum kralının, Bizans imparatoru ile dindaşlarını kurtarmak için işbirliği yapmalarıyla Himyerilere hücum edildi. Zünuvas ve Himyerî Krallığı ortadan kaldırılarak Hıristiyanlar kurtarıldı. Yemen’de yönetimi ele geçiren Ebrehe adlı komutan, vali olarak tanındı.
Bağnaz bir Hıristiyan olan Ebrehe, Yemen’in birçok yerine inşa ettirdiği kiliselerle Hıristiyanlığı yaymaya ve Arabistan’daki putperestlik ile mücadeleye başladı. Bizans’tan getirttiği ustalar eliyle Sana’da inşa ettirdiği kilisede ibadet edilmesini, Mekke’deki Kâbe yerine kendi kilisesine hacca gelinmesini istiyordu. Bu maksatla Arabistan’ın her mıntıkasına haberciler gönderdiyse de itibar edilmediği gibi bazı Araplar tarafından kiliseye hakaret edildi. Bunun üzerine içinde fillerin de bulunduğu büyük bir ordu toplayıp çıktığı seferle Kâbe’yi yıkmak istedi. Kısa sürede ulaştığı Mekke’yi kuşatıp beklerken, Kur’an’da, ebabil kuşlarının gagalarında taşıdıkları taşlarla delik deşik edilen ordunun Kâbe’yi yıkamadan bozulduğu anlatılır. Son asırlarda çağdaş âlimler tarafından Ebrehe ordusunun ebabil kuşlarının ayaklarından atılan taşlardan şiddetli bir çiçek hastalığına yakalanarak imha olduğu da dile getirilmiştir. Başında bulunduğu ordunun mahvolmasına rağmen Ebrehe yaralı olarak Yemen’e kaçabildi ve orada öldü. İslâm tarihinde “Fil vakası” adı verilen bu olayın tarihinde ihtilaf varsa da çoğunluk tarafından 570 veya 571 tarihinde vuku bulduğu ve o yıl Hz. Muhammed’in dünyaya geldiği kabul edilir. Arap Yarımadası ve halklarının tarihinde, bu olaydan 40 yıl sonra 610’da Hz. Muhammed’in Mekke’de İslâmiyet’i tebliğe başlamasıyla yepyeni bir dönem açılmıştır.
İslâmiyet sonrası Mekke fethedildiğinde, Kâbe ve yakın-uzak çevresinde bulunan tüm putlar Hz. Muhammed ve arkadaşları tarafından kırıldı. Kâbe’nin iç duvar yüzleri eski dinsel büyükleri tasvir eden resimlerle doluydu. Bunlar da teker teker silindi (Bazı kaynaklara göre Meryem ve kucağındaki çocuk İsa tasvirinin bulunduğu duvar resmi Hz. Muhammed tarafından sildirilmemişti. Ondan çok sonra 683’te yılında Emevîler tarafından Kâbe’nin yakıldığı sırada yokolmuşlardı. Kâbe putlardan temizlenirken Meryem ve İsa tasvirinin sildirildiğine dair rivayetler de gelmiştir).
İslâmiyet öncesi Araplar
Mekke’deki Kâbe, Kur’an’a göre dünyanın ilk binasıdır ve İbrahim Peygamber ile oğlu İsmail tarafından önceki temelleri üzerinden yeniden yükseltilmiştir. İlk binanın kim tarafından yapıldığına dair bir ayet yoktur. Tevrat ve İncil metinlerinde, Arapların İbranilerle ortak ataları olan İbrahim Peygamber ile çocukları İsmail ve İshak’ın hikayelerinde Kur’an’la ortak yanlar olsa da Kâbe’ye dair hiçbir bahis geçmez. İbrahim’in yanında kalan oğlunun adı da İshak olarak belirtilir. Arapçada “dört köşe, küp” anlamına gelen ismi, Kâbe’nin görüntüsünü ifade etmektedir. Mekke’nin tam anlamıyla meskûn mahal olmadığı bir zaman diliminde 2. yüzyılda Ptolemaios, Geographica adlı eserinde Mekke’yi Macoraba adıyla göstermiştir. Bazı etimolojik incelemelerde Macoraba isminin Makreb yani “kurban yeri” anlamına geldiği iddia edilir. İşte Mekke’nin ortasındaki Kâbe, zamanla Cahiliye dönemi Arap halklarının en büyük mabedi, İslâmiyet sonrasında da tüm Müslümanların en kutsal yeri hâline gelmiştir.
İslâm öğretisine göre Âdem Peygamber ile başlayan İslâm dini, son peygamber Hz. Muhammed’e kadar gelmiştir. İbrahim Peygamber ile gelen tek tanrıcı din, aynı Hz. Muhammed devrinde olduğu gibi namaz, oruç, hac, kurban gibi ibadetlerle inananları yükümlü kılmıştır. Daha sonra bu din de unutulmuş, insanlar tekrar putperestliğe dönseler de hâtıralardaki ibadetleri bozulmuş hâlleriyle icra etmişler, kutsal mekanları şirk mabetleri haline getirmişlerdir. Putperestlerin Mekke’de hac yapmaları, kurban kesmeleri bunun sonucudur. İbrahim’in öğretilerine bağlı kalan az sayıda kişiye de Hanif dininin temsilcileri gözüyle bakılmıştır.
Kâbe ve “kâbe”ler
Kâbe’nin kabilelerin nüfuzunu artırdığını, Araplar arasında itibarını, ticari imkanları çoğalttığını gören bazı kabileler; Arabistan’ın çeşitli yerlerinde kendilerine ait “kâbe”ler inşa ederek diğer kabileleri buralara çekmeye çalıştılar. Gatafan, Becile, Taif ve Necran kabilelerinin aynı Mekke’deki gibi ritüellere sahne olan “kâbe”leri önem kazanarak bazı Arap kabilelerinin haram aylarda alışveriş ve tavaf merkezi oldu. Yine de Arapların çoğunun teveccühüne mazhar olan Mekke’deki Kâbe en büyük Kâbe olarak bilinirdi. Günümüzde buraya, başka bir örneği olmadığı halde Kâbe-i Muazzama yani “en büyük Kâbe” denilmesi belki de o geçmiş zamanların bir hâtırasıdır. Arap kabilelerinin farklı yerlerdeki “Kâbe”leri de Mekke’nin fethinden sonra teker teker yıktırıldı.
Kuzey ve Güney Arapları her devirde birbirleriyle temas hâlinde oldular. Araplar “sûk” adını verdikleri, Arap Yarımadası’nın belli başlı yerlerine yayılmış panayırlarda sadece mal ve eşya alışverişiyle kalmayıp kültür alışverişinde de bulundular. Büyük bir tutkuyla bağlandıkları edebiyatın şiir sahasında eser veren şairleri el üstünde tutarlardı. Şiirler bölgesel lehçelere ve kabile ağızlarına itibar edilmeden fasih Arapça ile söylendiğinden klasik Arapçanın oluşumuna büyük katkısı olurdu. Bazı panayırlarda sırf şiir adına yarışmalar düzenlenir ve o yılın büyük beğeni toplamış şiirleri dilden dile dolaşırdı. Mekke yakınlarındaki Ukaz panayırı böyle bir panayırdı. Buralarda aynı zamanda güreş müsabakaları düzenlenir, nutuklar çekilir, kahramanlık hikayeleri yanında ıslah edici, öğretici hutbeler okunurdu. Hz. Muhammed peygamberlik yılları öncesi gençliğinde, bir peygamber geleceğine dair hutbeyi burada dinlemişti. İslâm öncesi devirlerde putperest Araplar tarafından icra edilen hac ibadeti ile Ukaz panayırı aynı zamanda düzenlenir ve yazı yazabilenlerin sayıca azlığına rağmen o yılın en beğenilen şiirleri keten bezinden üretilmiş malzeme üzerine altın suyuyla yazılırdı. “Muallakat” adı verilen bu şiirler adının içerdiği anlama uygun olarak herkesin görebileceği yerlere hatta bazı rivayetlere göre Kâbe duvarına da asılırdı.
Din ve ticaret
Ticaret kervanlarının, başka kabilelere ait sürülerin, kadın ve çocukların, mal ve eşyaların yağma ve talanla ele geçirilmesini en önemli gelenekleri olarak gören çok sayıda Arap kabilesi vardı! Arap Yarımadası’nda ticari faaliyetlerin en aktifi olan panayır ve hac ziyaretlerinin gerçekleşebilmesi, ticaret kervanları için güvenli bir ulaşım ortamı gerektirdiğinden; Arap toplulukları “haram aylar” ilan ettikleri yılın dört ayında savaşmayı, yağmayı en büyük günahlardan kabul etmişlerdir. Birbirini takip eden Zilkade, Zilhicce ve Muharrem ile yılın ortasına denk gelen ve umre haccının yapıldığı Recep ayı haram aylardandı. Bu aylarda kervanların basılması, yağma ve talan korkusu olmadan, yerel ve uluslararası ölçekte çok sayıda panayır düzenlenir ve hac ziyaretleri yapılırdı.
Günümüzde İslâm dünyasına mahsus Hicrî/Kamerî takvim ayın dünya çevresinde dönüşünü esas alan, güneş takvimine göre yılda 11 gün eksik olduğu için her 33 yılda 1 güneş yılı eksik kalan, aynı ay her gelen yılın farklı mevsimlerine rastlayan bir takvimdir. Oysa Arap panayırları da güneşi esas alan sabit zamanlara münhasırdı. Hicri/ Kameri takvimde kullanılan ay adlarının etimolojisi incelendiğinde, mevsimsel sabit zaman dilimlerine göre verilmiş adlar olduklarını görülür. Buna göre ağaçların meyveye durduğu bolluk zamanlarına Rebiülevvel ve Rebiülahir; yağmurların yağmadığı, çeşmelerin kuruduğu, incimad ettiği zamanlara Cümadelula ve Cumadelahir; bu sıkıntılı aylardan sonra bolluk ve bereketin görülmeye başlamasından ve haram ay olduğundan dolayı saygı duyulan aya Recep; kabilelerin yağma ve erzak temini için topraklarından şubelere ayrılıp gittikleri aya Şaban; çöl kumlarına ayak basamayacak derecede sıcak zamanı tarif için Ramazan; develerin kızgınlık veya kabilelerin nakil ve göç zamanına Şevval; haram aylardan olduğundan yağma ve kavganın durduğu aya Zilkade; hac ayı olduğundan Zilhicce adları verilmesi her ayın mevsimsel bir karşılığı olduğunu gösteriyor.
Veda hutbesi
İslâm öncesinde hatta İslâm geldikten belli bir süre sonra da aylar; ürünlerin hasat edilip, mal ve eşyaların alışveriş edilecek bir bollukta olmasına göre sabitleniyordu. Bu da panayırların ve haccın her zaman aynı mevsime denk getirilme gayreti ile ilgiliydi. Bu gayrete de “Nesî” adı verilmiştir; Kur’an’la yasaklanıncaya kadar Arapların haram ayları güneş takvimine göre mevsimsel bir sabitte belirlemek için kullandıkları usuldür. İslâmiyet’ten sonra Nesî’nin yasaklanması ve 2. Halife Hz. Ömer devrinde hicrî takvimin kabul edilmesiyle Hac ve oruç ibadetleri sabit bir ayda icra edilmeden hicrî yıl içinde dönüşümlü hâle geldi. Hem bu nedenle hem de İslâm döneminde fetihlerin etkisiyle yeni ticaret yollarının ortaya çıkması, Arap iktisadi geleneğinde önemli bir yeri olan panayırları zamanla ortadan kaldırdı. Cahiliye döneminde çok önem verilen bir Arap geleneği olan, Kur’an emri olduğu için İslâm’ın ilk yıllarında dikkat edilen “haram aylarda kan dökülmemesi” kuralına da sonradan uyulmadı. Öyle ki Hz. Muhammed’in torunu Hz. Hüseyin, ailesi ve yanındakilerle haram aylardan Muharrem ayında Kerbelâ’da öldürülmüştür. İslâm dinine geçen Farslar ve Türkler diğer Müslüman topluluklar üzerine sefere çıkmak için haram ayların bitmesini gözetmedikleri gibi günümüzün Arap toplumları da bu aylara pek kayıtsızdır.
Cahiliye dönemi Arap örf ve adetlerinin, kültürlerinin büyük kısmı İslâmiyet’in zuhurundan sonra da devam etti. Hz. Muhammed vefatından kısa bir süre önce 632’de Hac sırasında sayısının 100 bini aştığı rivayet edilen bir topluluğa hitap ettiği “Veda Hutbesi”nde, Cahiliye döneminde yaygın olup İslâmiyet sonrasında reddedilen geleneklerin bir dökümünü verir. Öncelikle kul hakkına riayetin, yaşam hakkının, insan şerefinin-namusunun dokunulmazlığının, mülkiyet hakkına uyulmasının önemini vurgulayarak Araplar arasında çok yaygın olan kan davalarını ve faizi kaldırdığını söyler. Ardından kadınların haklarına; suçların şahsiliği ilkesine; emanetlerin ve borçların ödenmesine; Müslümanların kardeşliğine; kendinden sonra Müslümanlara Allah’ın kitabını, sünnetini veya Ehl-i Beyt’i miras bıraktığına dair kısımlara geçer. Bu hutbedeki belki de en önemli cümle şudur: “Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arapın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır”.
Farklı günlerde birkaç defa okunan bu hutbenin hadis ve siyer kaynaklarında değişik rivayetleri vardır. Bazı âlimlerin “Arap’ın Arap olmayana üstünlüğü yoktur” kısmının sonraki asırlarda eklendiğine dair itirazları olsa da, en azından 12-13 asırdır İslâm kültüründe yaşayan bir söz olarak tarihte yerini almıştır. Hutbenin Arapça aslında yukarıda belirttiğimiz gibi “Arap olmayan” tabiri “Acem” kelimesiyle karşılanmıştır. Bundan dolayı “Arap’ın Acem’e üstünlüğü yoktur” cümlesinden sadece İranlılar değil Arapların dışındaki tüm toplumlar anlaşılmalıdır (Arapların bu tarihlerdeki “milliyetçiliği”, şüphesiz Fransız İhtilali’nden sonra gelişen siyasal/ulus devlet milliyetçiliğinden farklıdır).
Hz. Ömer ve fetih-cihad dönemi
Arap toplumundaki Cahiliye âdetleri-inançları, Kur’an ayetleri ve peygamber sözleriyle reddedilip ortadan kaldırılmaya çalışılsa da 4 Halife ve sonraki Emevî, Abbasî saltanatları devrinde bile toplum üzerindeki etkisini sürdürdü. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Halife Ömer devrine gelindiğinde, İslâmiyet’i ve Arap Yarımadası halklarını sonsuza kadar dönüştürecek bir gelişme yaşandı. O zamana kadar Müslüman olmayan Arap kabileleriyle veya Hz. Muhammed’in ölümünden sonra dinden dönenlerle savaşan Müslüman Araplar, yarımadanın dışına fetih seferleri açmaya karar verdiler. Hz. Ömer “Ey peygamberin arkadaşları, Hicaz sizin için artık otlaktan başka bir şey olamaz, ancak atlarınıza arpa yetiştirebilir. Sizleri ve halkı doyurabilecek durumda değildir. Allah’ın kitabında size miras kıldığını vaadettiği topraklara gidiniz” sözleriyle fetihler çağını başlattı. Hz. Ömer’in bu sözleri, hangi şartlar dahilinde söylediği tartışmalıdır. Ancak bütünüyle Müslümanlar tarafından kontrol edilen Arabistan topraklarının bundan böyle “Arapları doyuramayacak, sadece atlara arpa yetiştirebilecek hâlde olmasının” sebeplerinin incelenmesi gerekir. Bilhassa tarım ve ticaretin çok geliştiği bölgeleriyle ünlü Arabistan’da Hz. Muhammed’in tarımı ve ticareti teşvik eden sözlerine rağmen, ticaret burjuvazisinin asırlardır sürdürdüğü ekonomik düzenin İslâmiyet’in gelişinden sonra bozulduğu; faizin kaldırılmasıyla faizcilerin ellerinde tuttukları paranın ekonomiye ve yatırıma katılamayışı; Arap Müslümanlardan toplanan zekât, öşür ve gayrimüslimlerden alınan cizye vergilerinin ekonomiye katkısı olacak yatırımlarda kullanılamaması; Hac ve panayırların sabit zamanlarda düzenlenememesi, bölgesel ve uluslararası panayırların devam edememesinden dolayı ihracat ve ithalatla birlikte tüm ticaretin zayıflaması; Müslümanlığın ilk yıllarında yarımadadaki ekonomik şartların kötüleşerek Arapların gelir kaybına uğramaları düşünülebilir.
Hz. Ömer’in Yahudilerin vadedilmiş topraklarına benzer vaadi karşısında Araplar, hazırlıkların ardından binlerce atlıyla ilk seferlere çıktılar. Arabistan’ın kuzey komşuları olarak uzun yıllardır tanıyıp bildikleri ve her şekilde kendilerinden çok üstün Bizans ve Sâsâni (Pers/Fars) imparatorluklarıyla çetin savaşlara girildi. Yıllardır birbirleriyle savaşmaktan yorgun düşen, servetlerini eriten, toplumsal huzursuzlukların zirveye çıktığı Bizanslılar ve Sâsâniler, Arap atlıları karşısında varlık gösteremedi. 634’ten itibaren Bizans’ın Şam, Antakya, Urfa gibi büyük şehirleri ele geçirildi. Müslümanların ilk kıblesi olmakla ünlenen Kudüs 638’de kuşatıldıktan sonra savaşsız ele geçirildi. Mısır ve Irak bölgesi tamamen zaptedildi. Durmaksızın süren İran seferlerinde 636’da Kadisiye, 637’da Celula ve 642’de Nihavent savaşlarını kaybeden Sâsâni İmparatorluğu tarihten silindi. Kadisiye Savaşı sonrasında Arapların Acem adını verdikleri Farslardan 4.000’a yakın asker, Araplardan sonra Müslümanlığa geçen ilk yabancı topluluk oldu.
Türklerle ilk karşılaşma
Yüzlerce yıllık komşuları Sâsânilerin ortadan kalkmasıyla, Maveraünnehir ve İç Asya’da yaşayan Türkler birdenbire Araplarla sınır komşusu oldular. O sırada suikasta uğrayan Halife Ömer’in ardından peşpeşe Halife Osman ile Ali’nin de suikast sonucu öldürülmeleri sonrasında, Şam Valisi Muaviye’nin halifeliğe geçmesiyle Emevî hanedanı iktidarı başladı. Araplar, Sâsânilerin ardından Türkistan’a gözlerini dikmişlerdi. Horasan Valisi Ubeydullah b. Ziyad’ın Ceyhun Nehri’ni ilk kez geçmesiyle fetihler başladı. Irak Valisi Haccac’ın Türkistan’ın fethi için tayin ettiği komutan Kuteybe’nin bölgedeki Türkler üzerinde uyguladığı acımasız vahşet ve katliamlara dayanamayan Türk ülkeleri birer birer Arapların eline geçti. Bölgeyi fethe gönderdiği Kuteybe’yi acımasız katliamlarından dolayı tebrik eden Irak Valisi Haccac, bu görevine tayin edilmeden önce Hicri 73-Miladi 692’de Mekke’yi 6 ay boyunca kuşatıp mancınıklarla tahrip ettirdiği için “Zalim” lakabını almış biriydi. Kuteybe 712’de Harezm bölgesini de ele geçirdi.
Türkistan ve Harezm topraklarında Arap işgalinin tamamlanmasından fazla bir süre geçmeden Türkler de Farslar gibi Müslümanlığı kabule başladılar. Emevî saltanatının Ebu Müslim Horasani tarafından yıkılıp Abbasî hanedanının hilafete geçmesiyle, Arap nüfuzuna girmemiş bazı Türk boyları eski düşmanları Çinlilerle savaşmaya devam ederken bir yandan da Araplarla ittifaklar kuruyorlardı. Çin’in Taşkent’e saldırısı sırasında yardıma koşan Karluk Türkleri, 751’de Ebu Müslim Horasani’nin gönderdiği Arap Ordusu ile ittifak kurarak Çin Ordusu’nu ağır bir bozguna uğrattı. Talas Savaşı olarak tarihe geçen bu savaş, yaklaşık 100 yıldır süren Türk-Arap çatışmasına son verdi ve o zamana kadar Mecusi, Mani veya Gök Tanrı itikadındaki Türklerin akın akın İslâm dinine geçmelerini sağladı. Daha önceleri Türkiş Kağanı Tarhan, Toharistan hükümdarı Yabgu, Buhara hakimi Tuğşad gibi bölgesel Türk kağanlarından bazıları Müslüman olmuşlardı; ancak Karahanlı Satuk Buğra Han’ın (ölümü 955) Müslüman olup Abdülkerim adını almasından ve İslâmiyet’i devlet dini olarak kabulünden sonra devlet düzeyinde İslâmlaşma başladı.
Veda Hutbesi
Hz. Muhammed vefatından
kısa bir süre önce 632’de
Hac sırasında sayısının
100 bini aştığı rivayet
edilen bir topluluğa hitap
ettiği “Veda Hutbesi”nde
“Arabın Arap olmayana
üstünlüğü yoktur” der.
Hakan Arslan’ın sülüs ve
nesih hatlarıyla terkip ettiği
Veda Hutbesi metni (TMKV
Gelenekli Sanatlar Müzesi,
Envanter nr. 41).
Müslümanlığın kabulü
Türklerin kitlesel İslâmlaşma sürecinde eski parçalanmış görüntüsünden uzak bir yeknesaklık gösterdiğine; yerleştikleri geniş coğrafyalarda asırlar boyunca farklı dinleri kabul ettikleri hâlde tek bir dinde buluşmalarının, kabile ve boyculuk taassubundan kurtulup millet olma aşamasına geçmesine katkıda bulunduğuna dair görüşler vardır. Türklerin Müslüman olarak tek dine mensup mütecanis bir millet sıfatıyla asırlarca yaşayan devletler kurduklarını; Doğu ve Güney Asya uygarlıkları etkisinden sıyrılarak Ön Asya uygarlık dairesine iltihak ettiklerini belirten Zeki Velidi Togan (Umumi Türk Tarihine Giriş, 79-80), Bîrunî’den naklen “Kuzey Afrika’dan Türk ülkelerine kadar geniş bir coğrafyada asırlardır tam anlamıyla sağlanamayan asayiş ve yol güvenliğinin, ilk defa İslâm fetihleri sonucunda şekillenen yeni devlet düzeninde sağlandığını, bu sayede Cebelitarık’tan Çin Seddi’ne kadar her yerin ticaret ve seyahat için güvenli bölge hâline geldiğini” aktarır.
Araplar, kendilerinden farklı milletlerden üstün olduklarına dair gururlarını Cahiliye devrinden beri terkedemedikleri gibi; Emevîler döneminde eski hâllerini bile aratır bir şekilde ırk ve kabile vurgusu yapmaya başlamışlardı. İslâm öğretilerinde “Arapın Arap olmayana bir üstünlüğü olmadığı” belirtilse de, yeni Müslüman olan halkları, Fars, Türk, Kıptî, Berberîleri ifade etmek için eskiden kullanılan ve barbar anlamına gelen Acem kelimesi de yetmez oldu. Araplar, kendilerinden sonra Müslüman olan toplumları tarif ederken “Mevalî” (azatlı köle) kavramını kullanmaya başladı. Kendilerinin efendi, diğer Müslüman toplumlarının “Mevalî” olduğunu ifade edip onları aşağılamaya ve küçük görmeye devam ettiler. Hatta ayrımcılıkta daha da ileri gidenler, Arap olmayanlarla aynı sofrada oturmamaya, arkalarında namaza durmamaya, camilerini ayırmaya, savaş ganimetlerinden mahrum etmeye, kızlarını onlarla evlendirmemeye başladı.
Emevîler devrinde ihtida hareketleri artıp kitlesel din değiştirmeler çoğaldığında, sadece gayrimüslimlerden alınan cizye vergisi azalmaya başladı. Bunu üzerine geliri artırmak için Müslüman oldukları halde “Mevalî”lerden de cizye alınmaya başlandı. Bu şekilde bir ayrımcılığa tâbi tutulmak Kuzey Afrika Berberîlerinden Farslara kadar tüm Müslümanlarda tepkilere sebep oldu ve çeşitli isyanların yolunu açtı. İktidarları boyunca defalarca bu isyanlarla karşı karşıya kalan Emevî Devleti, en sonunda kendisi de Türk veya İran asıllı bir “Mevalî” olan Ebu Müslim Horasanî adlı isyancının önderliğinde gelişen hareket sonucu yıkılarak yerini Abbasî hanedanına bıraktı. Bu dönemde Arapların ortaya koyduğu birçok eserde Türkler “lanetli Yecüc-Mecüc kavmi” olarak tanıtılmış, Hz. Muhammed’in ağzından Türkler aleyhine birçok hadis uydurulmuştur.
Terse dönen ayrımcılık
Arap olmayan Müslümanlara uygulanan ayrımcılık, sonrasında kimi toplulukların Araplardan çok daha üstün olduklarına; hatta Arapların dünyanın en zelil, hakir kavmi olduğuna dair güçlü bir doktrin geliştirmelerine sebep oldu. En fazla taraftarı İranlılar arasından çıkan ve Şuubiye adı verilen bu hareket, Abbasî iktidarı sırasında İslâm Devleti içinde yer alan Endülüs’ten Kuzey Afrika’ya, İran’dan Türkistan’a kadar geniş bir coğrafyada çok farklı milletlerin Arap karşıtı politik, düşünsel ve edebi eserler üretmeleriyle zirveye ulaştı.
Altta kalmak istemeyen Araplar da, Şuubiye karşıtı söylemlerle ortaya çıkıp 10. yüzyılın sonlarına kadar mücadeleyi bırakmadılar. Şuubiye akımı ve karşıtlarının İslâm kültür dünyasındaki etkisi sonraki asırlarda da sürmüştür. Arap ediplerinin en güçlü kalem erbabı olarak bilinen Cahiz’in Türklerin Faziletleri adlı kitabı bu dönemin eseridir. Aynı dönemde ortaya çıkan ve Müslümanların farklı milletlerden oluşan bir ümmet olduğunu vurgulayan bu ve diğer eserler; Şuubiye hareketinden etkilenen Arapların kendilerinden sonra Müslüman olan topluluklarla aralarındaki geçimsizliği ortadan kaldırmak düşüncesini yansıtıyordu.
Türklerin iktidarı
Abbasi iktidarı 10. yüzyıl başlarında bir hayli güçten düşünce, İran kökenli Şii Büveyhi Devleti, Halife Müstekfi-Billah’ın daveti üzerine geldiği Bağdat’ta iktidarı ele geçirmişti. Halifenin makamına dokunmadan tüm Irak’ta iktidarlarını pekiştirdiler. Yaklaşık 1 asır boyunca Büveyhilerin istikrarsız yönetimi altında kalan Irak ve Abbasi hilafeti, 1040’da Dandanakan Savaşı sonunda Gazneliler Devleti’ni yıkarak Büyük Selçuklu Devleti’ni kuran Tuğrul Bey’den yardım istedi. Abbasi Halifesi Kaim-Biemrillah’ın daveti üzerine 1055’te Bağdat’a gelerek büyük törenlerle karşılanan Tuğrul Bey ve kalabalık ordusu, Büveyhi egemenliğine son vererek Abbasi hilafetini himayesine aldı. Tuğrul Bey 1 yıldan fazla bir süre kaldığı Bağdat’ta imar faaliyetlerine girişti; cami, saray, askerleri için kışlalar yaptırdı. Kaim-Biemrillah’ın kızı ile evlenmek istediğinde halife bunu kesin bir dille reddetse de Tuğrul Bey’in ısrarlı talepleri üzerine rıza göstermeye mecbur oldu.
3 asır öncesine kadar işgal, yağma ve katliamlarla sürdürülen Arap fetih hareketleri sonucu tedricen İslâmlaşmaya başlayan, Arapların yıllarca “Mevalî” adını takarak her türlü küçümsemeye maruz bıraktıkları Türklerin, sonunda Abbasî Devleti’ni ve İslâm hilafetini himayelerine alması Türk tarihinin en önemli hadiselerindendir. Türkler bu tarihten sonra, dâhil oldukları İslâm dünyasında kurdukları irili-ufaklı devletlerle, Haçlı Seferleri’nden Moğol istilasına kadar coğrafyalarının savunmasında en önemli askerî, siyasi, ekonomik güç olarak en önde yer aldılar. Anadolu Selçukluları ile Doğu Roma İmparatorluğu’nu sıkıştırıp geriletecekler; Osmanlıların tarih sahnesine çıkmasından itibaren savunmadan saldırıya geçecekler; başlattıkları fetih hareketleriyle Avrupa’nın ortasına kadar hakimiyetlerini yayacaklardı.
CAHİLİYE DEVRİ
Kâbe, kabile, asabiyet, putlar ve Arap üstünlüğü!
İslâmiyet sonrasında, Arap tarihinin daha öncesi çağları “Cahiliye Devri” olarak adlandırılmaya başlandı. Yaygınlıkla bilindiği şekliyle cehaletin, cahiliyenin kelime anlamı her ne kadar “bilgisizlik” olsa da, İslâm öncesi devrin adlandırılmasında bu kelimenin “vahşilik, vandallık, barbarlık” anlamının daha ağır bastığı söylenmelidir. Cahiliyenin karşıtı olarak “hilm” kelimesinin kullanılması da barbarlık anlamını doğrular. Güçlü, dayanıklı, yumuşak huylu, kararlı, ihtiyatlı davranışlar “hilm”, böyle huyları üzerinde toplayan kişiye de “halim” denilir. Vahşi, zorba, kaba nitelemesinin zıddı olan halim kişilik, tam anlamıyla uygar bir kişiyi tanımlar. Cahiliye devrinin barbar yönleri İslâmiyet sonrası dönemde kınanmış, kötülenmiş ve terkedilmesi için yoğun bir çaba gösterilmişse de Araplar arasında zaman zaman canlanan Cahiliye hatıraları uzun süreli gerginliklere, savaşlara, İslâmiyet uygulamalarında irticaya ve zihniyet bozukluklarına sebep olmuştur.
Arap Yarımadası’nda aynı atadan gelen ailelerin sosyal, ekonomik ve politik örgütlenmelerine “kabile” adı verilirdi. Yakın veya uzak akraba kabilelerle, akrabalık bağı olmadığı hâlde ele geçirilmiş bazı kabileler aynı çatı altında toplanarak aşiret konfederasyonlarını meydana getirirdi. Kabilelerin çöllerde, badiyelerde göçebe surette yaşayanlarına “bedevî”, yerleşik yaşayanlarına “hadarî” adı verilirdi. Aynı atadan gelen kabile fertlerini birarada tutan akrabalık bağına “asabe”, kabile dışındaki unsurlardan kendilerine yönelik bir tehdit karşısında birlik ve dayanışma içinde bulunmalarına “asabiyet” denilirdi. İbn Haldun’un Kitâbu’l-İber adlı eserinin Mukaddime’sinde ortaya koyduğu “Asabiyet teorisi”, Arap kabilecilik anlayışı üzerinden şekillenmiştir.
Cahiliye devri Arap kabilelerinin “asabiyet”e bağlılıkları sebebiyle, her kabile ferdi haklı-haksız demeden rakip kabilelerle mücadeleye girişmek zorundaydı. Bu nedenle kabileler arasında uzun asırlar boyunca büyük rekabetler, kan davaları ve düşmanlıklar yaşanırdı. Her kabilenin kendine ait bir arazisi olmakla birlikte, hayati önem taşıyan yağmur mevsiminin ardından verimli otlaklara dönüşen bazı çöl mıntıkalarının ele geçirilmesi için savaşılırdı. Bilhassa çöllerdeki Arap kabileleri, güç yaşam koşullarının yanında genel bir yoksulluk ve darlık altında yaşardı.
Kabilelerin büyük çoğunluğu, ilk çağlarda aldıkları adlarıyla bugün de yaşamaktadır. Nesep bağlarına düşkün olmaları, soy şecerelerini yüzlerce yıl ötelere dayandırabilmelerini sağlamıştır. Her kabile kendi nesebiyle övünse de bazı kabilelerin kendilerinden daha saygın olduğunu kabul ederlerdi, ancak iş diğer halklara geldiğinde, “Arapların üstünlüğü” ilkesinde birleşilirdi. İlk ve Orta Çağlarda Araplar kendilerini diğer milletlerden üstün gördüklerinden, neseplerini Hz. Âdem’e bağlarlar; dünyanın ilk milletinin Araplar, ilk dilinin Arapça olduğunu söylemekle iftihar ederler; atlarının asaletiyle, şiirleriyle; dillerinin fesahatiyle övünürlerdi. İfrat derecesine çıkardıkları gururlarından dolayı, başka milletlerden bir kral dahi kızlarına talip olsa asla evlendirmezlerdi. Bir bakıma bu ırkî özellik, Sâmi geleneği gibi anlaşılabilir. Araplar gibi Sâmi halklarından olan Yahudiler de kendilerini diğer milletlerden üstün görür ve bunu kutsal kitaplarına dayandırırlardı. Çağdaşları olan Yunanlıların kendilerinden başka toplumları “barbar” adıyla sınıflandırdıkları gibi, Araplar da kendilerinden başkalarına “Acem” derlerdi. “Arapçayı düzgün konuşamayan, bozuk konuşan” anlamındaki bu kavram, o devirde Araplar dışındaki her toplumun fertlerini kapsardı.
İlk çağlarda yazılı metinlere aşina olmadıkları hâlde şiirlerini, şarkılarını, efsane ve menkıbelerini sonraki nesillere sözlü kültür yoluyla aktarabilmeleri Arap kültürünün başarılı yönlerindendir. Arapçadaki “sünnet” kelimesi “atalar örfü” anlamında kullanılırken, İslâmiyet sonrası Hz. Muhammed’in davranış ve tavrına, söylediklerine dair bir kavram hâline gelmiştir.
Arap Yarımadası’nın çok büyük bir kesiminde hâkim olan putperestlik anlayışı da, derin bir duyguyla bağlı olunan “atalar kültü”yle içiçe geçmiştir. Atalarından miras aldıkları putlara taparlar, her kabilenin kendine has bir putu olurdu. Arapçası “sanem” olan putların en büyüğü Kâbe’de dikili olan kırmızı akikten insan şeklindeki Hübel putuydu. Hübel’e tapınan Araplar, çevresinde bulunan fal oklarıyla geleceklerini tayin etmeye çalışırlardı (Arabistan’a dışarıdan getirilen Hübel’i, Mezopotamya tanrılarından Baal veya Anadolu tanrıçalarından Kibele ile ilişkilendirenler de vardır). Tanrıça mertebesindeki Uzza ile kızları Lat ve Menat adı verilen büyük putlara Kureyş kabilesinden başka birçok kabile de tapınır, adaklar, kurbanlar sunarlardı. Araplara yakın veya uzak kültürlerin İsis, Afrodit, İştar adını alan Tanrıça kültleriyle bağlantılı Kureyş putları, Kâbe’nin dört duvar yapısı içinde saklanırdı. Kâbe’nin çevresinde de 360 adede varan miktarda put dikili olduğu rivayet edilir.