11. yüzyıldan bugüne Anadolu’da kalıcı olan Türkler, asırlar boyunca Hazar Denizi’nin kıyılarından batıya akan atalarımız; çok sorunlu bir bölgede varoluş savaşı verdi. Anadolu platosu ve engebeli yüksek arazide tarih boyunca istilalara karşı bir ricat ve güç oluşturma alanı sağladık. O dönemden 19 Mayıs 1919 tarihinde ateşlenen İstiklal Harbi’ne; Ankara’nın yeni merkez olmasına; günümüzde iklim kriziyle tetiklenen coğrafi değişikliklere; kuzeyimizde devam eden ve genelleşme eğilimi taşıyan sıcak savaşa uzanan süreçte mücadelemiz sürüyor.
Tarih, coğrafyadan bağımsız anlaşılamaz. Her coğrafya, dağları, ovaları, denizleri, çölleri ve nehirleriyle, üzerinde yaşanan toplum hareketlerini belirlemiştir. Bunlar sadece olayların cereyan ettiği birer sahne değildir. Toplumların faaliyetlerini, geleneklerini ve tüm karakterini oluşturur. Bozkır ve deniz farklı toplumlar üretir. Toplumların kültür alışverişi ve göçleri de özellikleri farklı coğrafyalara taşıyıp yeni sentezlere yolaçar.
Anadolu, birçok diğer uygarlığın yanısıra Hititlere, Friglere, Lidyalılara, Likyalılara, Helen, Pers ve Romalılara evsahipliği yapmış, Moğollar tarafından istila edilmiş, ayrıca kısa veya uzun süreli birçok başka işgale uğramıştır. Akdeniz’e uzanan diğer yarımadalar, örneğin İber ve Balkanlar gibi, bin yıllar içerisinde hoyrat kullanılmış, yıpranmış, yorulmuş ve verimi azalarak yoksullaşmıştır. Tüm olumsuz koşullara rağmen, gene Anadolu sayesinde ayakta kaldık; İstiklal Harbimizi, Anadolu platosuna dayanarak sonuca götürdük.
Önce fizikî coğrafyamızın hayatımızı nasıl belirlediğine bakalım.
Türkiye ortalama 1.150 metrenin üzerinde, dünyanın en yüksek rakımlı ülkelerinden biridir. Çin (Tibet ile birlikte) ve Moğolistan dışında ortalaması bizden daha yüksek sadece üç And ülkesi ve Himalayalar’daki Nepal ile Etiyopya gibi az sayıda Afrika ülkesi vardır. Anadolu platosu, yukarıda değindiğimiz yüksek ortalamanın da üzerindedir. Bu coğrafya, birçok alçak ülke gibi nehir ve su yollarıyla birleştirilmemiş olup, seyre elverişli hiçbir nehire sahip değildir. Dünyanın gelişmiş bölgelerinin hepsinin vaktiyle su yolları üzerinde kurulduğu unutulmamalıdır. Bu olgu, üretim ve ticaretin gelişmesine engel olmuş, çoğunlukla yakın çevresi tarafından beslenebilen şehirler küçük kalmıştır.
İstanbul her zaman ağırlıkla deniz yoluyla beslenmiştir. Nitekim Bursa, Adana, Samsun gibi az çok büyücek şehirler de deniz kıyısındaki verimli ovaların üzerinde veya yakınında olup, tarihî başkentler olan Konya ve Karaman bile ancak irice birer kasaba sayılırdı. Yüksek rakımlı yaylalar bir miktar hayvancılığı mümkün kılmış; ne var ki en eski neolitik kültürlerden birisinin burada başlamış olmasının yanısıra, bin yıllardır yapılan aşırı otlatma, toprağı fakirleştirmiştir. Anadolu’nun ortalama tahıl verimi, Trakya’nın yarısından bile azdır. Orman varlığının azalması ise dünya ortalaması civarındadır.
Toprak veriminin düşüklüğü, şehirlerin, dolayısıyla tarımdışı faaliyetin gelişmesini engellediği için kritik öneme sahiptir. Hititlerin kullandığı karasaban ve çarık 1950’lerde bile görülebiliyordu ve 20. yüzyıla kadar iç ulaşım birkaç tek hatlı demiryolu hariç sadece hayvan gücüyle sağlanıyordu. Sonra traktörler ve makineler geldi; toprağın ve yeraltı sularının hoyratça sarfedildiği, adeta canının çekildiği bir aşamaya geçtik. Bu kaynaklarımızla birlikte gıda yeterliğimiz azaldı, topraktan anlayan nüfus çok hızlı iç ve dış göçle erime sürecine girdi. Buna karşın cumhuriyet döneminde, tarihte ilk kez Anadolu’nun mekan birliği sağlandı. Bu, sorunlu da olsa, kentlerin büyümesine, tarımdışı faaliyetlerin çeşitlenerek gelişmesine yolaçtı. Dünyada hiçbir toplum 100 yılda yedi kat nüfus artışına uğramamıştır. Anadolu’nun gene de bu nüfusu ayakta tutabilmesi, mekanizasyona rağmen mucize gibidir.
Günümüzde, örneğin Bursa ve Adana’da olduğu gibi, verimli ve zengin ovaların sağladığı artık ürünle başlayan sanayileşme, şehirlerimizin yaklaşık yarısına önem taşıyan ölçülerde yayılmıştır. Ne var ki Türkiye tarımdışı faaliyetleri öğrenirken, tarımı ve toprağı ve suyu fazlasıyla ihmal etmiş; dünyanın her yerinde olduğu gibi, ucuz fosil enerjisine dayanan gelişmemiz birçok sorun doğırmuştur.
Anadolu platosunun ve engebeli yüksek arazinin bir diğer özelliği ise, tarih boyunca istilalara karşı bir ricat ve güç oluşturma alanı olmasıdır. Osmanlılar son savaşlarını hep Anadolu’ya dayanarak yapabilmişti. Bizans’ın çöküşünün de Anadolu’yu yitirdikten sonra kaçınılmaz hâle geldiği tarihçilerin hemfikir olduğu bir konudur. Burada değinmeden geçmememiz gereken konu, Rumeli’deki kayıplarımızın bizi aşırı yıpratmış olmasıdır. Gerek Doğu Roma yani Bizans gerekse Osmanlılar, iki tarafa dayanarak bir taraftan gelen tehditleri savuşturmuştu. Bu coğrafyada tek ya da birbuçuk ayaklı olmak zorluk getirir. Yani Balkan Savaşı, aslında İstiklal Harbi’nin yitirmiş olduğumuz ilk aşaması sayılabilir. Gene de Anadolu’ya dayanarak güçlenmek mümkün oldu.
Anadolu platosu ile kıyılarındaki dört denizin ilişkisi, tıpkı bitişik olduğumuz üç kara alanı gibi, ayrı birer yazı konusudur. Ancak şuna değinmek gerekir ki Marmara ve Boğazlar Anadolu’nun doğal uzantısı ve Türkiye’nin olmazsa olmazıdır. En büyük eksikliklerimizden biri, uzun süre denizcilikte başarısız olmamızdır. Önem sırasına bakmadan, geçmişe matuf olarak, diğerlerini şöyle sıralayabiliriz: Engebeli ve yüksek arazinin mekanizasyonun gelmesine kadar mekan birliğini kısıtlı tutması, kişi başına kullanılan inorganik enerjinin (rüzgar, su) tarih boyunca Avrupa’dan üç kat daha az olması, dolayısıyla tarımda düşük verimlilik. Bunların ötesi, elbette toplumsal organizasyon, gelenekler ve üstyapı kurumlarıyla ilgili konulardır.
Bütün çevremiz içsavaşlar ve işgallerle ateş içerisine girmişken, bunun bize de sıçramaması olanaksızdı. Ancak, bunları bir ölçüde kontrol altına alabildik. Anadolu coğrafyası, geçmişte olduğu gibi, gelecekte de çok çeşitli tehditlerin altında kalacaktır. Bu nedenle, çevremizle iyi ilişkilerin geliştirilmesi ve hareket alanımızın geliştirilmesi, Anadolu üzerindeki yaşantımızın ne kadar rahat veya sıkıntılı olacağını belirler.
Anadolu’nun bir diğer özelliği de çokkültürlü, çok dinli ve mezhepli bir coğrafya olmasıdır. Bunlar etnik farklılıklarla tam olarak çakışmamış, böylece ortaya çok parçalı bir sosyal manzara çıkmıştır. Bu parçaların tam olarak bütünleşme sürecinde olması kaçınılmazdır ama sözkonusu süreç, bilindiği gibi sürekli dış müdahaleler altında devam etmektedir. Birçok ülkenin geçtiği süreçlerden rahatça geçemedik ya da nispeten geç ve hızlandırılmış olarak geçtik. Hızlandırılmış uluslaşma, hızlandırılmış laiklik, hızlandırılmış demokratikleşme vs. Bu süreçler devam ediyor ve gelecek nesillerin iradesi bunu nasıl tamamına erdirir bilmiyoruz.
Sonuçta, tüm avantajları ve dezavantajlarıyla birlikte Anadolu’ya dayanarak yaşıyoruz ve bu toprakların değerini bilenlerin, sahip çıkanların artmasını diliyoruz.