Henri Matisse’in yerleştiği Nice kenti ve civarı, 1880’lerden itibaren birçok ünlü ismin geçtiği-kaldığı bir duraktı. Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü burada yazdı; Maurice Blanchot ve Le Corbusier burada konakladı. Matisse savaş yıllarını çalışarak, ürkek, burada geçirdi. Gestapo, direniş hareketiyle temastaki eşini ve kızını tutuklamıştı.
Silvanaplana’da, gölü kuşatan çembersi yol Bengi Dönüş’ün yatağı olmuştu; Nietzsche’ye Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü bütünlemek için dik, dimdik bir yol gerekiyordu durmadan inmek çıkmak için; önce sevdalandığı, yıllar sonra handiyse kaçtığı Nice onu önüne çıkaracaktı.
Tramvayla Nice’in otobüs terminaline gidiyor, 112 numaralı otobüsün pencere kenarı koltuklarından birine yerleşiyorum. 1880’den başlayarak sık sık Nice’e inmişti Nietzsche. Kaldığı adasını pek sevdiği Cuncure Pansiyonu’ndan von Seydlitz’e yazdığı bir mektupta, hem de 1888 başında, “renklerini, bitki örtüsünü, havasının kuruluğunu” öve öve bitiremediği, insanlarını yücelttiği şehir, çok değil, bir adım sonra her yanıyla karabasana dönüşecekti: 30 Ekim günü Torino’sundan, en son seçtiği adresten Koselitz’e gönderdiği mektupta Nice serüvenini “safkan çılgınlık” olarak niteler.
Villefranche üzerinden Èze-sur-mer’e trenle mi gelmişti? Eşindim, somut bir bilgiye ulaşamadım. Bir ayrıntı, daha doğrusu kasabada dolaşan sahipsiz bir rivayet… Postane binasındaki bir odada birkaç gün kaldıktan sonra yürüyerek bugün “Yukarı Èze”de, girişine gezmenleri sinek gibi avlar umuduyla “Friedrich Nietzsche Yolu” levhaları asılmış toprak yolu tepeye dek aşmış.
Henri Matisse (1869-1954)
Otobüsün son durağı Èze Village. Bir tılsımlı değneğim olmalıydı, şu üşüşmüş meraklı selfie kalabalığını bir dokunuşta yoketme hülyası nafile; bereket yolla ilgilenmiyor kimse. Zerdüşt, şehirden şehire, köye, bir odadan öbürüne geçerek söndürmüştü seyrini:
“Bunu izleyen kışta, Nice’in o zamanlar hayatımın içine ilk kez parıldayan Alkyonik sessizliğindeki göğü altında üçüncü bölümü buldum -ve bitirdim. Tümünü hesaplarsak 1 yıl bile değil. Nice manzarasındaki sayısız gizli leke ve yükselti, benim için unutulmaz anlarla kutsanmıştır; “Eski ve Yeni Levhalar Üstüne” başlığını taşıyan o belirleyici bölüm, istasyondan, dev kayalıklar arasındaki harika magrebî yerleşimi Èze’e doğru zahmetli tırmanış sırasında yazıldı, -bende yaratıcı güç en gür çağladığında, kaslarımdaki çeviklik de doruğa çıkıyordu. B e d e n coşmuştu: “Ruh”u oyunun dışında bırakalım… Dans ettiğim sık sık görüldü; o zamanlar, yorulmak nedir bilmeden, yedi-sekiz saat dolaşabiliyordum dağları. İyi uyuyordum, çok gülüyordum -zindeliğimin ve sabrımın zirvesindeydim”.
Bu parça Ecce Homo’dan: Bir yolsonu yazısı.
Nietzsche elbet Èze yolunu açmamış, onu seçmişti. Yolun, aynı ismi taşıyan, biribirilerine bu göbekbağıyla kenetli dağ kesitiyle deniz kesitini buluşturmak için, hepten kılgısal nedenlerle açıldığı tartışma istemez: Simgesel nedenlerle açılan yol duymadım, buna karşılık birçok ‘yol’u aynı zamanda simgesel kılan özelliklere rastlıyoruz -başta hac ve tavaf hatları.
Nietzsche’ninki, Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün son bölümünü yazma sürecinde, aşağıdan yukarıya, düpedüz kendine tırmanmakmış. Tepede, daracık, koridorumsu iç sokaklara kurulu evlerden birinde de oda tuttuğu söyleniyor -bütün yazı ömrü oda tutmakla geçmemiş miydi?
Maurice Blanchot, 1946-47 kışında Èze’de bir eve yerleştiğinde elektrik düzeni bile yoktu. 10 yılı aşkın bir süre çekildiği, Nietzsche’nin ve Kafka’nın gölgeleri eşliğinde peşpeşe kitaplarını yaşadığı köyü yabancıların ziyaret ettiği söylenemezdi pek. Gene de salyangoz iz bırakır; o bırakmamış arkasında: Kimse bilmiyor, ev hangisi. Yolu kullandığı oluyor muydu?
Èze sakinlerinin, Blanchot bir yana, Nietzsche’den de haberleri yoktu savaş sonrasında. Yol Nietzsche ile çok sonra özdeşleşecekti, Ecce Homo’daki cümlenin ışığında. Kasabanın doruğundan aşağıya sert eğimle inen manzara kesiti Akdeniz’e açılıyor. Èze-sur-mer istasyonundan trenle Roquebrune-Cap-Martin’e gidiş 10 dakika sürüyor.
Onca diyar arasında mekik dokuduktan sonra Le Corbusier’nin bu noktayı seçmiş olmasında eşi Yvonne’un Monacolu kökeni belirleyiciydi herhalde. Kulübe’nin yapımını önceleyen yıllarda yazları kısalı-uzunlu konaklıyorlardı Akdeniz’in kuytu kıyısında. İstasyondan başlayan yola “Le Corbusier Yürüyüş Yolu” deniyor şimdi.
Le Corbusier, Vence Şapeli’ni ziyareti sonrası Matisse’e coşkulu, kıpkısa bir mektup göndermiş. Kulübe, insan ölçeğindedir, Tanrı’ya yer yoktur içeride, gene de şapel sayılabilir. Duvarlardan birine çokrenkli freskosunu döşemiş. Le Corbusier, Ayasofya hakkında Whittemore’la da yazışmıştı: Kulübe’de kullandığı, Partenon’da sınadığı temel ölçütü orada da yoklamaktı tasası; gençliğinde gerçekleştirdiği Doğu Seferi’nden çizgilerine büyüteçle bakıyoruz.
Matisse, savaş yıllarını Cimiez ve Vence’daki “Rüyâ” villasında çalışarak, ürkek, geçirdi: Gestapo, direniş hareketiyle temastaki eşini ve kızını tutuklamıştı. Abdülhamid’in torunu, öyküsünü daha önce #tarih’te yayımladığım Nezy ile o dönemde tanıştı; pek çok yapıtının peri-modeli olacak o çekici kadınla İstanbul hakkında konuşmamış olabilirler miydi?
Whittemore ısrarla Boğaz kıyısına çağırıyordu ressamı; o yolculuk gerçekleşemedi.