Aralık
sayımız çıktı

‘Hiç ölünmeyecek-miş gibi’ kendini sahneye bıraktı…

GENCO ERKAL (1938-2024) TİYATRONUN USTASINA, ÖĞRENCİSİNDEN MEKTUP

Türk tiyatrosunun duayen sanatçılarından Genco Erkal, yönettiği-oynadığı oyunlarla yakın tarihimizin bir kültür abidesiydi. Hem ülkemizde hem yurtdışında gerçekleştirdiği projelerle, benzersiz performansı ve çalışkanlığıyla müstesna bir entelektüel olan Erkal; özellikle gençlerin yetişmesi ve tiyatronun tüm Türkiye’de yaygınlaşması için uğraşmıştı.

Bu yazıyı suya bakarak yazmak isterdim. Bu biraz da size bakmaktı benim için. Tiyatrodan sonra yüzmek miydi acaba tutkunuz? Suyun içinde kendinizi tiyatro sahnesinde gibi mi hissediyor­dunuz? Bilmiyorum. Suya girer, bir zaman sonra gözden kaybo­lur, uzunca bir süre dönmezdi­niz. Biz gözümüz denizde sizi beklerdik. Biraz endişelenirdik. Her seferinde yeni bir şey keş­fetmiş hınzır ve muzip bakış­larla çıkardınız suyun içinden. Sürekli çalışırdınız. Bu kadar çalışkan bir insan tanımamış­tım hayatımda…

Şimdi sizinle ilgili yazıları okuyorum; yakın arkadaşları­nızın, tiyatronuza kurulduğun­dan beri tanıklık etmiş akade­misyenlerin, eleştirmenlerin yazılarını… Ve Nâzım Hikmet’in meşhur dizeleri geliyor her seferinde: “… Ona sorarsanız mikroskobik bir zaman / Bana sorarsanız 10 senesi ömrümün.” Tabii sizin vurgularınızla… Evet, ben sizin hayatınızın çok küçük bir diliminde yer aldım; bunu hep bildim; ancak bu benim hayatımın öyle büyük bir alanını kapladı ki…

1980 sonları… Herkes gibi ben de sizi tanıyordum. DTCF tiyatro bölümünde okurken hocalarım Sevda Şener, Ayşegül Yüksel, sizin Türk tiyatrosuna katkı­larınızı, kimseye benzemeyen oyunculuğunuzu, yönetmen ve dramaturg olarak repertuvara kattığınız uyarlamalarınızı, sanatın her alanındaki bilgini­zi-hakimiyetinizi anlatırlardı. Sizinle tanışmadan, benim için “tiyatro insanı nasıl olunur”un ete-kemiğe bürünmüş hâliy­diniz. Neden olmasın? Belki bir gün bu büyük aktörle aynı sahneyi paylaşabilirdim.

BEN BERTOLT BRECHT
“Ben Bertolt Brecht” (2011) oyununda Genco Erkal ve Tülay Günal.

80 sonlarında iki oyun, herkeste olduğu gibi bende de iz bırakmıştı: “Bay Puntila ile Uşağı Matti” (1987-1988) ile “Aslan Asker Şvayk” (1990- 1991). Bugüne kadar gördüğüm oyunculuğun çok dışında, sıradışı, devingen, bedenini bir dansçı ustalığında kullanan bir aktör vardı. Sahnedeki sandal­yeleri üstüste yığmış, bir “dağ” yaratmış, bize bunun bir “dağ” olduğuna inandırmıştınız. Bir illüzyonun böyle bir sahicilikle sergilenmesine şahit olmamış­tım hiç. Sonra kolayca o sandal­yelerin en tepesine çıkıp, çok da zor bir şey değilmiş gibi oradan konuşmaya devam ettiniz.

Devlet Tiyatrosu’nda mecburi hizmet görevimi yerine getir­mek için Diyarbakır’daydım. 1993-1995 yılları. Türkiye’nin zor zamanları. “Bir Delinin Hatıra Defteri”yle turneye gel­diniz. Tek kişiydiniz sahnede… Oyun bittiğinde derin bir ses­sizlik olmuştu. Ardından elinizi yüreğinize götürerek seyirciyi selamladınız. Seyirciyle kurdu­ğunuz ilişkiyi, tiyatronuzu ne de güzel özetliyordu bu hareke­tiniz. Ve dinmeyen alkışlar… Er­tesi gün kaldınız Diyarbakır’da ve akşam oyunumuzu izleyece­ğiniz haberi geldi. Bunun yolun başındaki genç bir oyuncu için ne kadar kıymetli olduğunu nasıl anlatabilirim ki… Nor­malde turnenize devam edip, 1 gün dinlenip oyuna çıkmanız gerekmez miydi? Bunu bize, genç oyunculara güç vermek için yapmıştınız.

Gençlik sizi hep heyecan­landırdı. Hem de çok. Sivas’ta Madımak katliamını unuttur­mamak için sahnelediğiniz “Sivas’93” oyununa gelen genç seyirciler nasıl da sevindiri­yordu sizi. 4 lisanı ana diliniz gibi konuşmanız ve oynayabil­meniz, sadece içinde yaşadı­ğınız bu toplumun değil bütün toplumların sanatçısı olmanız demekti. 1993-98 arasında Avignon Festivali’nde sergi­lediğiniz oyunlar; 28 ayrı rol kişisini büyük bir ustalıkla can­landırmanız; sonrasında bütün salonun tıpkı Diyarbakır’daki gibi sessizliğe bürünmesi… Ve o büyük sessizlikten sonra kopan alkış tufanının dakikalarca sürmesi… O günün şahidi sevgi­li Tilbe Saran anlatmıştı.

Yine 90’ların sonlarına doğru, Simyacı romanının dünyada olduğu kadar ülkemizde de büyük ilgi gördüğü zamanlardı. Fransa’da Mehmet Ulusoy’un tiyatrosu Théatre de Liberté’de Fransız oyuncularla oynamış­tınız bu oyunu; bu defa burada Dostlar Tiyatrosu prodüksiyonu olarak yapmak istiyordunuz. Yönetmen tabii büyük usta, Mehmet Ulusoy’du (Mehmet Ulu­soy’un yeteneğinin, deliliğinin ve dehasının sizin oyunculuğunuza ve tiyatronuza çok şey kattığını söylerdiniz hep).

ardindan-genco-2

Türkiye’de sergilenecek oyun için bir erkek ve bir kadın oyuncu aranıyordu. Ben olabilir miydim? Sanmıyordum; İstan­bul’da çok iyi oyuncular vardı. Ertesi gün telefonum çaldı. Siz arıyordunuz: “Mehmet Ulusoy seni Işıl Kasapoğlu’nun yönettiği ‘12. Gece’ oyununda izlemiş ve ‘o kızla çalışmak istiyorum’ dedi.” Mutluluğumu anlatacak kelime yoktu. Telefonunun bir ucunda öylece kalakalmıştım.

Sahne üzerindeki beraberli­ğimiz böylece 1996’da “Simyacı” ile başladı. Sizin deyiminizle “gezginci” bir tiyatroyduk. Anadolu yolları kazan, biz kepçe. Her gittiğimiz şehirde büyük bir sevgi ve saygıyla karşılanı­yordunuz. Oyunların güvenlik gerekçesi ile yasaklanması; emniyet görevlilerinin oyun metinleri okuyup incelemesi ve “eğer uygun görürlerse” oyunun oynanmasına izin verilmesi; sürekli olarak sivil polisler tara­fından takip edilmemiz…

Özel tiyatroların, hele ikti­darların korkulu rüyası olan politik tiyatro yapıyorlarsa, işleri maddi-manevi çok daha zordu. Kadıköy Halk Eğitim’deki oyunu­muz öncesinde, yüzlerce ülkücü “demokratik tepkilerini” göster­mek için tiyatronun çevresini sardığında, siz yine de “oynaya­cağız” dediniz. Seyircimiz de bizi bekliyordu ve hiçbirinde ne bir endişe ne de bir korku vardı. Ce­saret bulaşıcıydı. Oyun sonrasın­da arka kapıdan polis korumaları eşliğinde çıkabildik. Bütün bun­lar size yıldırmak şöyle dursun, daha da kamçılıyordu.

ardindan-genco-3
Genco Erkal, dünyaca ünlü besteci-piyanistimiz Fazıl Say’la birlikte birçok projeye imza atmıştı.

Öncüydünüz, ilklerin insa­nıydınız hep. Genç oyuncular, sizin için bağımsız tiyatronun sönmeyen ateşiydi. “Genç Oyun­cular” dönemindeki hayaliniz de, bu anlamda çok gerçekçiydi: İstanbul veya Ankara’da değil, Anadolu’da yarı-ödenekli bir bölge tiyatrosu kurmak istediniz. Pilot bölge Adana idi. Ancak ne belediyelerden ne de muhtemel sponsorlardan destek gelmedi. Füsun Akatlı “Nelerle ve kimler­le gurur duyulacağını bilen bir toplum olsaydık, alnında ışığı hisseden ve toplumu tiyatro bilinci ile kucaklayan bu tiyatro adamımız ile gurur duyardık” yazmıştı bir yazısında. Ancak bu ülkeyi seven insanların, aydınla­rın, siyasetçilerin, gazetecilerin, sanatçıların payına hep hapislik, suikastlar, sürgünler düşüyordu. Onların sesi, yüreği oldunuz.

1999’da tekrar Devlet Tiyatro­su’na döndüm. Yıllar yılları ko­valadı. 2011’e geldik. Bir gün yine telefonum çaldı ve yine sizdiniz. “Ben Bertolt Brecht” dediniz; “beraber çalışalım mı?”

ardindan-genco-4

Bu defa daha da kararlıy­dım; “illallah” deyinceye kadar yanınızdan ayrılmayacaktım. Sonrasında her aradığımda, “yine ne istiyorsun başımın be­lası” dediğinizde, ben de “tamam doğru yoldayım” diyordum. Muammer Karaca’da ilk oyun. Bu olağanüstü güzel ve tarihî sahne için hep endişe içindey­diniz. Sonra “sağlamlaştıraca­ğız” bahanesi ile çıkardılar bizi. Derinlerinizde bir yerde, bir daha burada oynayamayacağı­nızı biliyor gibiydiniz. Ama yola devam ettiniz. Yurtiçi-yurtdışı turneler, iktidarın artık nefes aldırmaz baskısı, sponsorların korkup çekilmesi…

ardindan-genco-5
Genco Erkal, yurtdışında sahneye çıkmadan önce Fransızca repliklerine bakıyor…

Sonra 2013’te Gezi hadiseleri, gençlerin kendiliğinden hareke­ti, siyasetin sahiplenmesinden önceki o dolaysız-örgütsüz ama kararlı direniş… Aynı yıl “Yaşa­maya Dair”i sahneye taşımanız… 2015’teki o malum darbe teşeb­büsü… İfade özgürlüğü, insan hakları, adalet ve eşitliğin sürekli tehdit altında olması, hattâ ne­redeyse ortadan kalkması… 2016’da “Güneşin Sofrasında Nâzım ile Brecht.” Ardından yine ve yeniden benzer olaylar, mahkemeler… “Hiç yorulduğu­nuz, yıldığınız olmuyor mu?” diye sormuştum bir defasında “hiç ölünmeyecek-miş gibi yaşayan” adama. Gülmüştü. “Aksine” demişti, “bunlar beni ayakta tutuyor.”

Kendisiyle dalga geçebilen nadir insanlardandınız. Ken­dinizi değil yaşamı, tiyatroyu, memleketi ciddiye aldınız. Hem de hiçbir şey beklemeden. Selçuk Metin’in çektiği, senaryosunu sizin yazdığınız “Genco” belgese­linde dediğiniz gibi: “Bir görevim var benim. Görevim insanları mutlu etmek, onlara moral ver­mek, umut aşılamak.” Dediğim gibi, ben sizin kadar çalışkan bir insan görmedim ve sizden çok şey öğrendim. Ustam, hocam, yönetmenim, sahne arkadaşım, sırdaşım, dostum… Suya bırakır gibi bıraktınız kendinizi sahneye ve bu hayata.