Türk tiyatrosunun duayen sanatçılarından Genco Erkal, yönettiği-oynadığı oyunlarla yakın tarihimizin bir kültür abidesiydi. Hem ülkemizde hem yurtdışında gerçekleştirdiği projelerle, benzersiz performansı ve çalışkanlığıyla müstesna bir entelektüel olan Erkal; özellikle gençlerin yetişmesi ve tiyatronun tüm Türkiye’de yaygınlaşması için uğraşmıştı.
Bu yazıyı suya bakarak yazmak isterdim. Bu biraz da size bakmaktı benim için. Tiyatrodan sonra yüzmek miydi acaba tutkunuz? Suyun içinde kendinizi tiyatro sahnesinde gibi mi hissediyordunuz? Bilmiyorum. Suya girer, bir zaman sonra gözden kaybolur, uzunca bir süre dönmezdiniz. Biz gözümüz denizde sizi beklerdik. Biraz endişelenirdik. Her seferinde yeni bir şey keşfetmiş hınzır ve muzip bakışlarla çıkardınız suyun içinden. Sürekli çalışırdınız. Bu kadar çalışkan bir insan tanımamıştım hayatımda…
Şimdi sizinle ilgili yazıları okuyorum; yakın arkadaşlarınızın, tiyatronuza kurulduğundan beri tanıklık etmiş akademisyenlerin, eleştirmenlerin yazılarını… Ve Nâzım Hikmet’in meşhur dizeleri geliyor her seferinde: “… Ona sorarsanız mikroskobik bir zaman / Bana sorarsanız 10 senesi ömrümün.” Tabii sizin vurgularınızla… Evet, ben sizin hayatınızın çok küçük bir diliminde yer aldım; bunu hep bildim; ancak bu benim hayatımın öyle büyük bir alanını kapladı ki…
1980 sonları… Herkes gibi ben de sizi tanıyordum. DTCF tiyatro bölümünde okurken hocalarım Sevda Şener, Ayşegül Yüksel, sizin Türk tiyatrosuna katkılarınızı, kimseye benzemeyen oyunculuğunuzu, yönetmen ve dramaturg olarak repertuvara kattığınız uyarlamalarınızı, sanatın her alanındaki bilginizi-hakimiyetinizi anlatırlardı. Sizinle tanışmadan, benim için “tiyatro insanı nasıl olunur”un ete-kemiğe bürünmüş hâliydiniz. Neden olmasın? Belki bir gün bu büyük aktörle aynı sahneyi paylaşabilirdim.
80 sonlarında iki oyun, herkeste olduğu gibi bende de iz bırakmıştı: “Bay Puntila ile Uşağı Matti” (1987-1988) ile “Aslan Asker Şvayk” (1990- 1991). Bugüne kadar gördüğüm oyunculuğun çok dışında, sıradışı, devingen, bedenini bir dansçı ustalığında kullanan bir aktör vardı. Sahnedeki sandalyeleri üstüste yığmış, bir “dağ” yaratmış, bize bunun bir “dağ” olduğuna inandırmıştınız. Bir illüzyonun böyle bir sahicilikle sergilenmesine şahit olmamıştım hiç. Sonra kolayca o sandalyelerin en tepesine çıkıp, çok da zor bir şey değilmiş gibi oradan konuşmaya devam ettiniz.
Devlet Tiyatrosu’nda mecburi hizmet görevimi yerine getirmek için Diyarbakır’daydım. 1993-1995 yılları. Türkiye’nin zor zamanları. “Bir Delinin Hatıra Defteri”yle turneye geldiniz. Tek kişiydiniz sahnede… Oyun bittiğinde derin bir sessizlik olmuştu. Ardından elinizi yüreğinize götürerek seyirciyi selamladınız. Seyirciyle kurduğunuz ilişkiyi, tiyatronuzu ne de güzel özetliyordu bu hareketiniz. Ve dinmeyen alkışlar… Ertesi gün kaldınız Diyarbakır’da ve akşam oyunumuzu izleyeceğiniz haberi geldi. Bunun yolun başındaki genç bir oyuncu için ne kadar kıymetli olduğunu nasıl anlatabilirim ki… Normalde turnenize devam edip, 1 gün dinlenip oyuna çıkmanız gerekmez miydi? Bunu bize, genç oyunculara güç vermek için yapmıştınız.
Gençlik sizi hep heyecanlandırdı. Hem de çok. Sivas’ta Madımak katliamını unutturmamak için sahnelediğiniz “Sivas’93” oyununa gelen genç seyirciler nasıl da sevindiriyordu sizi. 4 lisanı ana diliniz gibi konuşmanız ve oynayabilmeniz, sadece içinde yaşadığınız bu toplumun değil bütün toplumların sanatçısı olmanız demekti. 1993-98 arasında Avignon Festivali’nde sergilediğiniz oyunlar; 28 ayrı rol kişisini büyük bir ustalıkla canlandırmanız; sonrasında bütün salonun tıpkı Diyarbakır’daki gibi sessizliğe bürünmesi… Ve o büyük sessizlikten sonra kopan alkış tufanının dakikalarca sürmesi… O günün şahidi sevgili Tilbe Saran anlatmıştı.
Yine 90’ların sonlarına doğru, Simyacı romanının dünyada olduğu kadar ülkemizde de büyük ilgi gördüğü zamanlardı. Fransa’da Mehmet Ulusoy’un tiyatrosu Théatre de Liberté’de Fransız oyuncularla oynamıştınız bu oyunu; bu defa burada Dostlar Tiyatrosu prodüksiyonu olarak yapmak istiyordunuz. Yönetmen tabii büyük usta, Mehmet Ulusoy’du (Mehmet Ulusoy’un yeteneğinin, deliliğinin ve dehasının sizin oyunculuğunuza ve tiyatronuza çok şey kattığını söylerdiniz hep).
Türkiye’de sergilenecek oyun için bir erkek ve bir kadın oyuncu aranıyordu. Ben olabilir miydim? Sanmıyordum; İstanbul’da çok iyi oyuncular vardı. Ertesi gün telefonum çaldı. Siz arıyordunuz: “Mehmet Ulusoy seni Işıl Kasapoğlu’nun yönettiği ‘12. Gece’ oyununda izlemiş ve ‘o kızla çalışmak istiyorum’ dedi.” Mutluluğumu anlatacak kelime yoktu. Telefonunun bir ucunda öylece kalakalmıştım.
Sahne üzerindeki beraberliğimiz böylece 1996’da “Simyacı” ile başladı. Sizin deyiminizle “gezginci” bir tiyatroyduk. Anadolu yolları kazan, biz kepçe. Her gittiğimiz şehirde büyük bir sevgi ve saygıyla karşılanıyordunuz. Oyunların güvenlik gerekçesi ile yasaklanması; emniyet görevlilerinin oyun metinleri okuyup incelemesi ve “eğer uygun görürlerse” oyunun oynanmasına izin verilmesi; sürekli olarak sivil polisler tarafından takip edilmemiz…
Özel tiyatroların, hele iktidarların korkulu rüyası olan politik tiyatro yapıyorlarsa, işleri maddi-manevi çok daha zordu. Kadıköy Halk Eğitim’deki oyunumuz öncesinde, yüzlerce ülkücü “demokratik tepkilerini” göstermek için tiyatronun çevresini sardığında, siz yine de “oynayacağız” dediniz. Seyircimiz de bizi bekliyordu ve hiçbirinde ne bir endişe ne de bir korku vardı. Cesaret bulaşıcıydı. Oyun sonrasında arka kapıdan polis korumaları eşliğinde çıkabildik. Bütün bunlar size yıldırmak şöyle dursun, daha da kamçılıyordu.
Öncüydünüz, ilklerin insanıydınız hep. Genç oyuncular, sizin için bağımsız tiyatronun sönmeyen ateşiydi. “Genç Oyuncular” dönemindeki hayaliniz de, bu anlamda çok gerçekçiydi: İstanbul veya Ankara’da değil, Anadolu’da yarı-ödenekli bir bölge tiyatrosu kurmak istediniz. Pilot bölge Adana idi. Ancak ne belediyelerden ne de muhtemel sponsorlardan destek gelmedi. Füsun Akatlı “Nelerle ve kimlerle gurur duyulacağını bilen bir toplum olsaydık, alnında ışığı hisseden ve toplumu tiyatro bilinci ile kucaklayan bu tiyatro adamımız ile gurur duyardık” yazmıştı bir yazısında. Ancak bu ülkeyi seven insanların, aydınların, siyasetçilerin, gazetecilerin, sanatçıların payına hep hapislik, suikastlar, sürgünler düşüyordu. Onların sesi, yüreği oldunuz.
1999’da tekrar Devlet Tiyatrosu’na döndüm. Yıllar yılları kovaladı. 2011’e geldik. Bir gün yine telefonum çaldı ve yine sizdiniz. “Ben Bertolt Brecht” dediniz; “beraber çalışalım mı?”
Bu defa daha da kararlıydım; “illallah” deyinceye kadar yanınızdan ayrılmayacaktım. Sonrasında her aradığımda, “yine ne istiyorsun başımın belası” dediğinizde, ben de “tamam doğru yoldayım” diyordum. Muammer Karaca’da ilk oyun. Bu olağanüstü güzel ve tarihî sahne için hep endişe içindeydiniz. Sonra “sağlamlaştıracağız” bahanesi ile çıkardılar bizi. Derinlerinizde bir yerde, bir daha burada oynayamayacağınızı biliyor gibiydiniz. Ama yola devam ettiniz. Yurtiçi-yurtdışı turneler, iktidarın artık nefes aldırmaz baskısı, sponsorların korkup çekilmesi…
Sonra 2013’te Gezi hadiseleri, gençlerin kendiliğinden hareketi, siyasetin sahiplenmesinden önceki o dolaysız-örgütsüz ama kararlı direniş… Aynı yıl “Yaşamaya Dair”i sahneye taşımanız… 2015’teki o malum darbe teşebbüsü… İfade özgürlüğü, insan hakları, adalet ve eşitliğin sürekli tehdit altında olması, hattâ neredeyse ortadan kalkması… 2016’da “Güneşin Sofrasında Nâzım ile Brecht.” Ardından yine ve yeniden benzer olaylar, mahkemeler… “Hiç yorulduğunuz, yıldığınız olmuyor mu?” diye sormuştum bir defasında “hiç ölünmeyecek-miş gibi yaşayan” adama. Gülmüştü. “Aksine” demişti, “bunlar beni ayakta tutuyor.”
Kendisiyle dalga geçebilen nadir insanlardandınız. Kendinizi değil yaşamı, tiyatroyu, memleketi ciddiye aldınız. Hem de hiçbir şey beklemeden. Selçuk Metin’in çektiği, senaryosunu sizin yazdığınız “Genco” belgeselinde dediğiniz gibi: “Bir görevim var benim. Görevim insanları mutlu etmek, onlara moral vermek, umut aşılamak.” Dediğim gibi, ben sizin kadar çalışkan bir insan görmedim ve sizden çok şey öğrendim. Ustam, hocam, yönetmenim, sahne arkadaşım, sırdaşım, dostum… Suya bırakır gibi bıraktınız kendinizi sahneye ve bu hayata.