Çöpe atılmış bir piyanoyla kendi kendine çalmayı öğrenecek kadar azimli, koca bir orkestradan çıkan tek yanlış notayı duyacak kadar yetenekli ve hayaline ulaşmak için işten kovulmayı göze alacak kadar cesur… Hollandalı Brico’nun dünyanın ilk kadın orkestra şefi olmaya uzanan yolculuğunu anlatan “The Conductor” (Bir Kadın Zaferi) vizyonda.
Amerika, 1926… Hollanda göçmeni işçi bir ailenin 24 yaşındaki evlatlık kızı Antonia Brico, bir konser salonunda yer göstericiliği yapmakta ve bir gün orkestra şefi olma hayalleri kurmakta. Babasının çöpte bulduğu piyanoyu çalmayı kendi kendine öğrenecek kadar azimli; bir sokak orkestrasının konserinde trombonlardan çıkan tek bir yanlış notayı duyacak kadar yetenekli; kendisini geliştirmek için konser sırasında elinde notalarla çalıştığı salonun ortasına bir sandalye çekip oturacak ve bu yüzden işten kovulacak kadar da gözükara… Fakat Brico’yu hayaline ulaşmaktan alıkoyan çok önemli bir engeli var: O bir kadın ve 1920’lerde kadın bir orkestra şefi görülmüş şey değil!
Hollandalı yönetmen Maria Peters’in, dünyanın ilk kadın orkestra şefi Antonia Brico’nun gerçek yaşam öyküsüne dayanarak çektiği “The Conductor” (Bir Kadın Zaferi) 15 Kasım’da vizyona girdi. Film, kadın olmanın sadece evlenip çocuk yapmak ve evi çekip çevirmek anlamına geldiği bir zamanda, daha fazlasını istemenin bedelini konu ediyor. Antonia yer göstericilik işinden kovulduktan sonra bir kabarede piyanist olarak iş buluyor ve gerçek hayatta da transseksüel bir oyuncu olan Scott Turner Schofield’in canlandırdığı kabare orkestrasının basçısı Robin tek gerçek destekçisi oluyor. Ailesi evden kovduğunda ona evini açan, ona inanan tek dostu Robin.
Onu evlat edinen ailesinin koyduğu isimle Willy, gerçek adıyla Antonia, amacına ulaşmak için her yolu deniyor. Önce onu konservatuvara hazırlayacak bir piyano hocası buluyor kendisine. Okulu kazanıyor, fakat hocası ona asılmaya kalkıştığında ellerinin üzerine piyano kapağını kapattığı için atılıyor. Bunun üzerine anavatanı Hollanda’ya gidip meşhur şef Willem Mengelberg’den yardım istiyor fakat yine bir engelle karşılaşıyor. Bu kez soluğu Berlin’de alıyor Antonia ve müzisyen/besteci Karl Muck’u kendisini çalıştırması için ikna edip Berlin Devlet Müzik Akademisi’nin orkestra şefliği bölümüne girmeyi, sonrasında da Berlin Filarmoni’yi yöneten ilk kadın şef olmayı başarıyor. Avrupa’da elde ettiği başarılar Amerika’ya döndüğünde pek de önemsenmiyor ve mesleğine devam edebilmek için tekrar tekrar kendini kanıtlaması gerekiyor. Ta ki zamanın “First Lady”si Eleanor Roosevelt’in dikkatini çekene dek. 1934’te sadece kadın müzisyenlerden kendi orkestrasını kuruyor. 1938’de New York Filarmoni’yi yöneten ilk kadın şef oluyor.
“Bir Kadın Zaferi”nin film olarak birçok eksiği ve fazlası var: Antonia ve Frank arasındaki bir türlü “tamamına eremeyen” aşk hikayesi ve Antonia’nın gerçek annesini araması gibi yan hikayelerin fazla uzaması, filmin çekildiği lokasyonların çok fazla “set” gibi durması gibi… Filmin Amerika kısmının nerelerde geçtiğini anlamak imkansız; örneğin üzerinde Manhattan yazan bir tabela görene kadar New York kısmının New York’ta geçtiği setten anlaşılmıyor. Antonia’yı canlandıran Christanne de Bruijn’in özellikle orkestra yönettiği sahnelerde aşırıya kaçan ve inandırıcılıktan uzaklaşan performansı, âşığı Frank’i canlandıran Benjamin Wainwright’ın baston yutmuş tutukluğu da cabası…
Fakat filmin lokomotifi, gerçek hikayenin kalbi olan, bir kadının tutku duyduğu bir meslek için yılmadan, önüne çıkan bütün engelleri aşması teması özellikle de gerçek bir hikaye olduğu için oldukça ilham verici. Film bu özelliğiyle eksiklerini görmezden gelip sonuna dek merakla kendini izletmeyi başarırken birçok şey de öğretiyor. Örneğin o dönem orkestralarda bırakın kadın şefi, kadın müzisyen bile olmadığını…
20. yüzyılın en iyi 50 şefi listesinde bir kadın bile yok. En iyi 150 şef listesinde ise sadece beş kadın var. 2019 itibarıyla Marin Alsop, Simone Young, Barbara Hannigan gibi isim yapmış kadınların sayısı iki elin parmaklarını geçmiyor. Bu durumun sebebini ise, filmden bir sahneyle açıklayabiliriz belki. Antonia’nın hocası Muck, bir orkestra yönetimi dersinde kadının fazla yumuşak davrandığını ve erkek orkestra bireylerinin onu pek sallamadığını görüp şöyle diyor: “Daha sert ve otoriter olmalısın, çünkü erkekler bir kadın tarafından yönetilmeyi hiç istemezler”.
Kadınlar tarafından yönetilmek erkeklerin neden bu kadar zoruna gidiyor bilemiyoruz; fakat nedeni ne olursa olsun erkeklerin tavrı, film yönetmeni, orkestra şefi, CEO gibi yönetici pozisyonlarında neden bu kadar az kadın olduğunu açıklıyor. Neyse ki cinsiyet rolleri başta olmak üzere birçok gereksiz önyargının hızla evrildiği bir çağda yaşıyoruz. Gün gelir bu da değişir…
Hafıza-i Beşer Sergisi
Osmanlı elyazmalarında unutulmayacak hikayeler
“Hafıza-i beşer nisyanla malûldür” (İnsan hafızası unutkanlıkla sakatlanmıştır- Muallim Naci) ama, insan bu problemini yazıyla telafi etmiş. 19. yüzyılda matbaanın yaygınlaşmasıyla yavaş yavaş etkisini kaybeden, 20. yüzyılda geniş kitleler için bir bilgi, hikâye ya da maneviyat kaynağı olmaktan çıkıp koleksiyonerlerin ilgi alanına giren Osmanlı elyazması kültürü, bir “zaman makinesi” işlevi görüyor. 18 Ekim’de İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde kapılarını açan, “Hafıza-i Beşer: Osmanlı Yazmalarından Hikâyeler” sergisi, Osmanlı Sadrazamı Küçük Said Paşa’dan gazeteci Şevket Rado’ya kalan, daha sonra ise enstitü bünyesine geçen elyazması koleksiyonundan bir seçkiyle, ziyaretçilerini çok renkli, çok dilli, çokkültürlü bu dünyaya davet ediyor.
Elyazması kültürü
Tasarımını Cem Kozar’ın yaptığı sergide, metinler haricinde tablolara ve yazmalarda kullanılan araç-gereçlere de yer veriliyor.
Yüzlerce eser arasından seçilen 80’e yakın elyazması içinde, nadir rastlanan nüshalar da var. Atâyi’nin bizzat kaleme aldığı Hadâiku’l-Hakayık eseri, elden ele dolaşan Zübeyde Hanım’ın divanı, Fransa Sefiri Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin kendisinin düzelttiği elyazması ve fizikî özelliklerden insan karakterini anlatan Kıyafetnâme nüshası dikkati çeken eserlerden. Ayrıca “yazan yanlış yazmış” diye esere müdahale eden Kilisli Rıfat’ı; yazmayı koruması için eklenmiş “Ya Kebikeç” duasını ve bunu umursamadan karnını doyurmuş kağıt kurdunu; Arapça başlayıp Hintçe devam eden beyitleri ve Bâki’nin divanına bir okur tarafından eklenen basurun devası bitkiyi bu sergi sayesinde tanıyabilirsiniz.
Mehmet Kentel’in küratörlüğündeki sergi, Beyoğlu Tepebaşı’ndaki İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Galerisi’nde ücretsiz olarak ziyaret edilebilir.
HAFIZA-İ BEŞER: OSMANLI YAZMALARINDAN HİKÂYELER
İSTANBUL ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ
18 EKİM 2019 – 25 TEMMUZ 2020