Edebiyat çevirilerinin unutulmaz ismi Ahmet Cemal’i kaybettik. Hem Türkçeye kazandırdığı unutulmaz kitaplarla hem de çeviri üzerine orijinal ve derinlikli yazılarıyla yaşayacak.
Çevirmenlik gibi, önemi varlığından çok yokluğuyla ve başarısından çok başarısızlığıyla anlaşılabilen başka bir uğraş var mıdır diye hep merak etmişimdir.
Arka planda çalışan çevirmenlere gündelik hayatımızın ne çok alanında muhtaç olduğumuzun farkına bile varmadan yaşarız çoğu zaman. Örneğin yuttuğumuz ilacın kullanım şekli ya da azami dozu yanlış çevrilmiş olsa, hapı yutacağımızın bile farkında değilizdir. Genellikle sorunsuz atlatılabilen bir şuursuzluktur bu: Dünyada her gün yutulan o milyonlarca hapın üretim formüllerinin çevirisi -ciddi bir hata içermedikleri sürece asla tüm dillere çevrilecek bir haber değeri kazanmazlar. Üstelik böyle bir durumda bile çevirmenin adı muhtemelen anılmaya değer bulunmayacaktır.
İzleyebilecek ölçüde bilmediğimiz bir dilde üretilmiş edebiyat ve sanat eserlerinin çevirmenleri için de geçerli değil midir bu unutkanlık? Kaçımız bir çeviri eseri okurken merak edip kimin çevirdiğine bakarız; hele yayınevin bile adını kapağa koymaya tenezzül etmemişse? Dilini bilmediğimiz bir yazarın edebi gücünü, dil kullanma becerisini, çığır açan üslubunu överken, aslında başkasının -yani belki adını bile bilmediğimiz çevirmeninin- kaleminden çıkmış bir metinden söz ettiğimizin ne derece farkındayız?
Kötü çevirilere lanet yağdırdığımız ölçüde alkış tutuyor muyuz türünün başarılı örneklerine? Birisi, okuduğu bir çeviri eserden “çeviri kokuyor” diye yakındığında, “ya ne kokacaktı?” diye sormayı akıl ediyor muyuz? Yayımlanan toplam edebiyat eserlerinin çoğunun aslında vasat, hatta düpedüz kötü olduğunu düşünsek bile, beğenmediğimiz bir eserden söz ederken “edebiyat kokuyor” diyenimiz var mıdır?
Çevirmenlere müteşekkir olanlar bile içten içe “keşke dil bilseydik de çevirmene gerek duymasaydık” diye düşünmüyorlar mı, sanki bütün dünya dillerini bilmek mümkünmüş gibi?
1 Ağustos’ta yitirdiğimiz Ahmet Cemal, edebî çevirmenin hedefini, “yabancı bir dilde yaratılmış bir eseri kendi dilinde tekrar yaratmak” olarak tanımlamıştır (Lanetlenmiş Ağustosböcekleri, s. 113) Gerçi, bu “yaratıcılığın” bir sınırı vardır elbette, çünkü söz konusu olan, “başkasının kafasından ve kaleminden çıkma olanları, üstelik o başkasının anlatım özelliklerine olabildiğince bağlı kalarak, kendi dilinde yeniden yazmaktır” (a.g.e. s. 21).
Zaten iyi bir çevirmen, kendi sözünü susup yazarınkini dillendiren, yaratıcılık yeteneğini bir başkasınınkini hissettirebilmek için armağan eden kişi değil midir? Ve çeviride başarının ölçütlerinden biri, varlığını unutturması yani o eserin sanki kendi dilimizde yazıldığı izlenimini vermesi değil midir?
Gelgelelim, Ahmet Cemal’in tanımını mantıksal sonucuna kadar götürsek ve çevirinin de diğer yazınsal türlerle aynı ölçüde bir sanat eseri olduğunu iddia etsek, başta çeviriyi yabancı dil bilen herhangi birinin yapabileceği basit bir teknik işlem olarak görenler olmak üzere, herkes hemen itiraz etmez mi? İyi çevirmenleri (biraz tepeden bakarak da olsa) takdir etmesini bilenler bile dudak bükmez mi bu iddiaya? Hatta kimi (acemi) çevirmenler…
Oysa Mayıs 2010’da Kitap-lık dergisinde yayımlanan yazısında aynı Ahmet Cemal’in söylediği tam da budur: “Ben, her edebiyat metninin çevirisini yapmaya aday olduğum ândan itibaren, adaylığımı anadilimde o eserin aslına en çok yaklaşabilecek bir ‘sanat eseri’ yaratmaya koyduğumun bilincinde oldum. Başka deyişle, uğraşıma hiçbir zaman yalnızca bir tür teknik gözüyle bakmadım. Yazarın ya da şairin, yani sanatçının elinden çıkma metni, bir başka dilde yine sanat eseri değerini taşıyabilecek bir düzeyde ‘yeniden—üretmek’. Temel hedefim hep bu oldu (…) Bugüne kadar yaptığım edebiyat çevirileri, benim dilimde ne ölçüde birer sanat eseri niteliğine kavuşabildi? — bunu nesnel olarak söyleyebilecek tek yetkili kişi ben değilim elbet. Ama öte yandan, ‘yapabildiğim kadarı’nın hep bir sanat kaygısı taşıdığı konusunda iddialıyım… O yüzden de, bugüne kadar yaptığım bütün edebiyat çevirilerine, eserin aslının yaratıcısı olan yazarın veya şairin dil düzeyindeki başkaldırılarını en ileri ölçüde yakalayabilmiş ‘sanat eserleri’ gözüyle bakıyorum…”
Bir çevirinin başarısının “teknik” ölçütlerinin neler olduğunu neredeyse sonsuza dek tartışmak mümkün, tıpkı diğer sanat eserleri için olduğu gibi… Gelgelelim çevirinin “ne” olduğunu betimlerken bu kadar net bir nitel çıta koyabilen Ahmet Cemal’e tüm dünyanın çevirmenlerinin bir teşekkür borcu olduğunu düşünüyorum: Okurundan yayımcısına, eğitimcisinden eleştirmenine kadar (çevirmenler de dahil!) herkes, çıtanın buraya konmasının anlamını idrak etmediği sürece, çeviri uğraşının hakkı verilemeyecek ve çeviri eserin sözü gerçek ağırlığıyla tartılamayacaktır. Deneme, roman, öykü, şiir, oyun yazarı ve sanat alanında öğretim üyesi olan Ahmet Cemal, çeviri uğraşının önemi konusunda bir kuşkusu olmadığı için olsa gerek, kendini öncelikle çevirmen olarak tanımlamaktan hiç yüksünmemiştir. “Kendi Hayatının Seyircisi Olabilmek” başlıklı metninde, Ahmet Cemal kendine dışarıdan bakarak hayatının tutkusunu şöyle aktarmıştır: “Karşısına çıkan olanaklara ve yapılan parlak önerilere rağmen, şansını yine para getirecek işlerde değil, fakat bu konuda en kısır sayılabilecek alanlarda denemiş. ‘Ben edebiyat çevirileri yapacağım!’ diye tutturmuş” (Lanetlenmiş Ağustosböcekleri, s. 21).
Ömrünün 40 yılını alan ve ola ki “başyapıtı” olarak tanımlanması gereken çeviriyi, yani Hermann Broch’un Vergilius’un Ölümü adlı eserinin çevirisini tamamlayamadığı sürece de bu sıfatı tam olarak hak etmediğini düşünmüştür: “Ancak günün birinde Vergilius’un Ölümü çevirisini tamamlayabildiğim takdirde ve o günden başlayarak kendimi çevirmen sayacaktım. Peki ya o güne kadar? O güne kadar kendime sadece çeviri alanında bir çırak, kendini yetiştirme çabasında biri gözüyle bakacaktım. Ama ‘büyük sınav’, Vergilius’un Ölümü çevirisinin tamamlanması ile birlikte verilmiş olacaktı” (Vergilius’un Ölümü, “Bir Çevirinin Hikâyesi”, çevirinin önsözü). Dahası, yazarlığa başlamasını bile çevirideki başarısına bağlamaktan çekinmemiştir: “Yazarlığa başlamamı, bu işe girişmeye cesaret etmemi, çevirilerimde kendimce göstermiş olduğum başarıya borçluyum. Yaşamımın bir dönemecinde şöyle sormuş olmalıyım: Başkalarının söylediklerini yazmakta başarılı olduğuma göre, yazıyı ve yazmayı kendi söylemek istediklerim için de neden kullanmayayım? Bu, yazmaya geçiş noktamı da belirleyen soruydu” (Lanetlenmiş Ağustosböcekleri, s. 29).
O halde, “yazar eserinin neresindedir?” sorusunun cevabını rahatlıkla çevirmene de uyarlayarak, değerli meslektaşım Ahmet Cemal’in de -kendi deyişiyle “pahalı yaşanmış”koca bir ömre sığan çeviri ya da telif onca eserde, yani kaleminden çıkan her satırında bir şekilde var olduğunu ve var olmaya devam edeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ahmet Cemal’in aramızdan ayrılmasının ardından, Çevirmen’in sözünün ağırlığını en çok, “bir öteki—ben” olarak tanımladığı roman kahramanı Vergilius’un ölümünü anlatan Hermann Broch’un, çevirmeni tarafından yorumlanmış şu satırlarında hissedebiliriz belki de (mazur göreceğinizi umduğum ufak bir rötuşla):
“Söz, evrenin üzerinde, boşluktaydı, Hiçliğin üzerindeki boşluktaydı, anlatılabilenin ve anlatılamayanın ötesindeki boşluktaydı, (…) söz daha bir erişilmez ve büyük, daha bir ağır ve kaçıp gidici oluyordu, boşlukta bir denizdi, boşlukta dalgalanan bir ateşti, deniz kadar ağır ve deniz kadar hafifti, buna rağmen hala sözdü: Ahmet Cemal, onu alıkoyamıyordu, ve alıkoymak hakkına da sahip değildi; söz, onun için anlaşılmaz bir dile getirilemezlik haliydi, çünkü dilin ötesindeydi” (Hermann Broch, Vergilius’un Ölümü, Türkçesi: Ahmet Cemal).