Konservatuvar öğrencisi Alex Wiska’nın (1950-2011) hayatı, 1970’te Köln’de Cem Karaca’yla tanışınca tamamen değişti. Karaca’nın grubuna katılan genç gitarist, annesinden izin alarak İstanbul’a gelmiş, türlü maceralar yaşadığı Anadolu turnelerine çıkmıştı. Wiska, çalmayı Türkiye’de öğrendiği bağlamayı da bir daha elinden bırakmamıştı.
Yıl 1976. Frank Zappa, konser salonunun kulisinde elinde gitarı bir başka müzisyenle doğaçlama bir şeyler çalıyor. Akşama, grubu Roxy & Elsewhere Band ile konseri var. Karşısındaki de kendilerinden önce sahneye çıkacak müzisyen. Tanışalı daha 1 saat bile olmadı. Konserin son ses provalarını izleyen Zappa’nın gözleri diğer adamın çaldığı, ne olduğunu bilmediği alete takılmış. Prova bitince yanına gitmiş, “O çaldığın enstrüman nedir?” diye sormuş; “Türkiye’de gitarın karşılığı gibi olan geleneksel bir çalgı, adı da saz ya da bağlama” yanıtına daha da şaşırarak kuliste karşılıklı “takılmayı” teklif etmiş. Ve şimdi bir yandan karşısında elektrikli saz çalan yeni arkadaşına gitarıyla eşlik ediyor, bir yandan da ilk defa gördüğü bu müzik aleti hakkında ondan bilgi alıyor!
Bugün hem müzikal dehası hem de entelektüel kapasitesiyle adı dünya rock tarihinde ayrı bir yere konulan Frank Zappa… Onun bundan neredeyse yarım asır önce çıktığı Avrupa turnesinin Avusturya ayağında, Viyana’nın Kurhalle konser salonunun kulisinde bir bağlamacıyla oturup karşılıklı çalması epey fantastik bir hadise. Üstelik kendisine bağlamanın sırlarını anlatan kişinin havuç rengi saç ve sakallarıyla, Alex Wiska adında dev cüsseli bir Alman olduğu düşünülürse!
Alex Wiska, 2011’de 61 yaşında dünyaya veda etmeden önce rock müzik sahnesinde geçirdiği 40 yılı aşan süreyi anlatması için davet edildiği bir radyo programında, Frank Zappa’yla tanışmasını aynen böyle anlatmış. 1973’te yayımlanan ve kendi adını taşıyan albümünde hayatının geri kalanında yapacağı gibi elektro saz çalmış, “Anatoly Highway”, “Ekmek” gibi şarkılar seslendirmiş; “Derule” gibi sözlerini bazı yerlerinde yuvarlayıp uydurarak söylese de bir Karadeniz türküsünü yorumlamış.
Aslında Zappa’yla tanıştığı o gece, muhtemelen seslendirdiği “Turkish Tunes” şarkısında tüm hikayeyi biraz özetlemişti. Şarkının sözlerine bakılırsa, Boğaz’ın her iki yakasını gezmiş; tüm Karadeniz sahilini baştan sona katetmiş; oradan İzmir’e, Ankara’ya uğramış; hatta birçok Anadolu kentini müzik yaparak dolaştıktan sonra 1971’in bir kış gününde iki farklı bölgeye bölünmüş Lefkoşa’nın Türk kesiminde çalmak için Kıbrıs’a bile uzanmıştı. “Kötü zamanlar da vardı / Çok iyi günlerim de oldu / Kendimi anladım kendimi gördükçe” diyordu şarkıda. Ayrıca mermer saraylarda en nefis yemekleri tatmış; fakir ama en mutlu bilge insanlarla tanışmış; Kıbrıs adasında güneşin batışını seyretmiş; Anadolu’da hikmet dolu kadehlerden şarap içmişti…
1975’teki ikinci albümü “Alex, That’s The Deal” çıktığında, kendisini Hamburg’ta yakalayan Hey dergisi muhabirine elinde bağlama, neredeyse bütün fotoğraflarında olduğu gibi ağzında sigarayla poz vermiş ve şöyle demişti: “Anadolu’yu; güzellikleri, müziği ve insanlarıyla çok özlüyorum. Türkiye’de çok dostum var. Örneğin Cem Karaca ve grubu. Onları görürseniz Alex’ten bol bol selam söyleyin”. Cem Karaca’ya selam yollaması boşuna değildi; çünkü tüm hayatı boyunca kendine has stiliyle bağlama çalıp oryantal rock tarzında müzik yapmasının başlıca sebebi, bir gün tesadüfen Cem Karaca’yla tanışmış olmasıydı.
1970’te hem Türkiye’de hem de Avrupa’nın birçok ülkesinde Covid-19 pandemisine benzer günler yaşanmıştı. Kolera salgını yüzünden İstanbul’da Sağmacılar (Bayrampaşa) semti karantina altındaydı. Salgın Avrupa’da Napoli, Marsilya gibi liman kentlerine de vurmuş, birçok ülke sınırlarını geçici olarak kapatmıştı. O sırada Köln’de bulunan Cem Karaca da hiçbir yere kıpırdayamaz haldeydi.
Karaca’nın planı, yeni grubu Kardaşlar ile Almanya’daki Türk işçilere birkaç konser vermek ve kazandıkları parayla yeni ekipmanlar satın alıp yurda dönmekti. Köln’e grubundan önce gelmişti ama Kardaşlar seyahat yasağı yüzünden Türkiye’den çıkamıyordu. Köln’de vereceği konser için başka bir çare bulundu. O dönemde Karaca, Almanya’da yaptığı birçok plak kaydında WDR kanalının kadrolu grubu Werner Müller Orkestrası’yla çalışmıştı. Köln konserine de Kardaşlar olmadan yine aynı ekiple çıktı. WDR televizyonu konseri kaydedecekti ve 20 yaşındaki konservatuvar öğrencisi Alex Wiska, okul harçlığını çıkarmak için sahneyi kurma, kabloları döşeme işinde çalışıyordu.
Cem Karaca’yı “Yılan derisi çizmeleri, rengarenk desenli gömleği, boynunda fuları ve kapalı alanda bile gözünden çıkarmadığı güneş gözlükleriyle çok dikkat çekiciydi” diye anlatıyor Wiska aynı radyo programında. “Çok güçlü bir sesi vardı. İşini büyük bir ciddiyetle yapıyordu ve o dönemin müzisyenleri gibi sahneye kafası yüksek çıkmadığı da belliydi” diye de ekliyor. Konser bittikten sonra Alex ve diğer çalışanlar sahneyi ve kabloları toplamak için işe koyulduklarında beklemedikleri bir durum yaşanmıştı. Karaca yanlarına gelip hepsine tek tek teşekkür etmekle kalmayıp, tüm çalışanlara ikram etmek için bir şişe viski getirtmişti. “Çok iyi eğitim almış bir insan olduğu hemen farkediliyordu, kusursuz bir İngilizce konuşuyordu” diye hatırlıyor Wiska o anı. Ve sohbet koyulaşırken Cem Karaca yeni grubundan bahsetmiş, iyi bir ikinci gitarist de bulduğunda grubun çok başarılı olacağına inandığını söylemişti. O sırada Alex’in ağzından, belki biraz da viskinin yarattığı rahatlamayla tüm hayatının seyrini değiştirecek bir cümle dökülüvermişti: “Ben çok iyi bir gitaristim”.
Cem Karaca bu cümleyi ciddiye alıp peşpeşe sorular sorunca ertesi gün bir stüdyoda buluşmak üzere sözleştiler ve stüdyoda Alex’in gitarını dinleyen Karaca teklifini yaptı: “Benimle İstanbul’a gelsene!”
“O zamanlar” diyor Wiska, “Afganistan üzerinden Hindistan ve Nepal’e doğru kara yolculuğu yapan hippiler İstanbul’da mola veriyordu. Herkes Sultanahmet’te hippilerin toplandığı Pudding Shop ile Türkiye’de içtikleri esrar ve afyonu anlatıyordu. Bunun dışında Türkiye hakkında hiçbir fikrim yoktu. Fakat Cem’e ‘Annemle konuşmam lazım’ deyiverdim. Annem ilginç bir kadındı. Anlattıklarımı dinledi ve ‘Senin için inanılmaz bir deneyim olabilir, hemen git, ne duruyorsun?’ dedi. Bir süre sonra Cem’le birlikte İstanbul’daydım”.
İstanbul’a vardıklarında aslında pek de tahmin etmediği bir gerçekle karşılaşmıştı. Yeni arkadaşı Cem Karaca, Türkiye’de gerçekten bir rock stardı. Üstelik hem annesi hem de babası çok tanınmış tiyatro oyuncularıydı: “Cem’in babasının, kendi adını taşıyan bir tiyatrosu vardı. Sürekli oraya gidiyorduk. Tek kelime Türkçe anlamıyordum ama büyülenmiş gibi Türkçe tiyatro izliyordum”.
Gitarda Ünol Büyükgönenç, basta Seyhan Karabay ve davulda Hüseyin Sultanoğlu’dan kurulu Kardaşlar, Wiska’nın katılımıyla dört kişilik bir grup hâlini aldı. Yeni bir 45’lik yapmak üzere hemen stüdyoya girip Karaca’nın bir uçak yolculuğunda okuduğu kitapta görüp beğendiği “Dadaloğlu”nu düzenlediler. Ayağının tozuyla kayda giren Wiska, geleneksel halk müziğinden yola çıkılarak yapılan bu çalışmaya pek adapte olamadı. Ama 45’liğin diğer yüzünde yer alan, sözleri Cem Karaca’ya ait “Kalender” adlı şarkının altında besteci olarak ismi yazıyordu. Wiska’nın Anadolu rock sahnesine girişi çok hızlı olmuştu.
Grubun bağlı olduğu plak firması kayıtları dinlediğinde “Dadaloğlu”nu hiç beğenmedi. “Popüler bir şarkıda olamayacak opera gibi bir vokal ve tuhaf bir düzenleme. Bu şarkı tutmaz. Biz esas diğerini, ‘Kalender’i öne çıkaralım” diye ayak sürüyorlardı. Ancak Cem Karaca’nın bastırmasıyla razı olduklarında, plağın özellikle müzisyen çevrelerinden büyük övgü almasına şaşıracaklardı. Cem Karaca hem bir önceki grubu Apaşlar’la benimsediği tarzdan farklı bir yöne doğru yürümüş hem de ileride daha da belirginleşecek politik fikirlerinin sinyalini vermişti. Plağın yakaladığı satış rakamları yüksekti. Hey dergisinin okuyucu anketinde “Yılın en iyi türkü düzenlemesi” seçilecek, Cem Karaca-Kardaşlar’a Altın Plak kazandıracaktı. Alex Wiska da Türkiye’de ödül kazanmış bir plağın üzerinde besteci olarak ismi olması sebebiyle kariyerindeki ilk başarıyı elde etmişti.
Anadolu seyircisi Cem Karaca’nın grubunda gördüğü bu iriyarı, kızıl saçlı Alman gitaristi çok sempatik bulmuştu. Bazı konserlerde Alex mikrona geliyor bozuk bir Türkçeyle şarkı söylüyor, sempatik dans figürleri sergiliyor ve seyirciden büyük alkış alıyordu. Bir konserde ses tesisatında elektrik kaçağı yüzünden yere yığılmıştı. Hayati tehlikesi yoktu, fakat sağ elinin serçe parmağında çalmasına engel olmasa da ölünceye kadar geçmeyecek küçük bir hasar kalacaktı.
1971’de grup hem konser vermek hem de daha iyi stüdyolarda kayıt yapmak için bir defa daha Almanya’nın yolunu tuttu. “Dadaloğlu”ndan sonra ikinci büyük hitleri “Oy Gülüm Oy”u kaydettiler. Grup Almanya’dayken Türkiye’de piyasaya verilen 45’likle ilgili endişe verici haberler geliyordu. Şarkının son bölümünde “Kerbela’da kaldık gayrı / Sol gülüm sol” nakaratındaki “sol” kelimesi “solmak”tan ziyade Solculuğa bir vurgu gibi algılanmış, o yüzden plağın toplatılacağı, hatta Kardaşlar’ın gözaltına alınacağı söylentisi çıkmıştı. Grup kaygıya kapıldı. Türkiye’ye dönüşlerini biraz ertelediler. Alex Wiska konuşulanlara pek anlam verememişti ama Türkiye 12 Mart 1971’deki askerî müdahaleyle çalkantılı bir döneme giriyordu.
Bu sırada Dadaloğlu şarkısı yükselişini sürdürmekteydi. Özünde Osmanlılara karşı ayaklanan, padişaha kafa tutan Avşaroğulları’nın hikayesini anlatsa da sembolik olarak güncel çağrışımlara yolaçıyordu: “Nice koçyiğitler yere serilir / Ölen ölür kalan sağlar bizimdir”. Dönemi yaşamış farklı kişilerin tanıklığına bakılırsa, Sol eğilimli bazı TRT çalışanları fırsatını yakaladıklarında plağı gizli politik mesaj vermek için kullanmaktaydı. 12 Mart muhtırasından 4 gün sonra Sivas’ın Gemerek ilçesinde yakalanan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıyla ilgili haberlerin ağırlıklı olduğu bültenin ardından “Haberleri dinlediniz. Şimdi hafif müzik” anonsuyla birlikte yayına “Dadaloğlu” şarkısı girmişti: “Hakkımızda devlet etmiş fermanı / Ferman padişahın dağlar bizimdir”. Anlatılanlara göre TRT kurumu içinde ufak çaplı bir infial yaşanmış ama hadise fazla dallanıp budaklandırılmamıştı.
26 Nisan 1972’de -Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam edilmesinden 10 gün önce- gazetelerde 15 sanatçı ve grubun 30’dan fazla şarkısının TRT’de okunması ve çalınmasının yasaklandığı haberi yer aldı. Listenin en başında Cem Karaca-Kardaşlar’ın “Dadaloğlu – Kalender” 45’liği vardı. Alex Wiska, hızlı giriş yaptığı Anadolu rock sahnesinde daha en başta altın plak ödülü almışken, şimdi hayatının ilk ve tek sansürüyle karşı karşıyaydı. “Kalender” adlı bestesinin yanısıra Kardaşlar’da çaldığı tüm şarkılar artık yasaklıydı.
Güzel başlayan Türkiye macerasının gitgide tatsızlaşması Wiska’nın da keyfini kaçırdı. Müzik grupları için kötü bir zamandı; plak yapmak ya da konser vermek çok zorlaşmıştı. Wiska’nın aklında yeni bir gelecek planı şekillendi. Grup arkadaşı Ünol Büyükgönenç’in kayıtlarda ve konserlerde çaldığı bağlamayı, çıktıkları seyahatlerde elinden düşürmemişti. Bağlamayı tamamen sökmeye çok niyetliydi. Ve bu enstrümanı grup arkadaşlarından değil de ana kaynağından öğrenmesinin daha iyi olacağına hükmetti.
Wiska’nın Kardaşlar’la 1971 sonunda girdiği son plak kaydı, Âşık Mahzuni Şerif’den alınan “Acı Doktor” 45’liğiydi. Plak uzun gitar sololarıyla hem Kardaşlar diskografisinde ayrı bir yerde kaldı hem de Wiska’nın Türkiye’de katıldığı tüm kayıtlar içinde gitaristliğini en çok gösterdiği eser oldu. Sonunda Wiska bir gün Mahzuni Şerif’in kapısını çaldı. Kendisine bağlamayla ilgili temel bilgileri vermesini istedi. Mahzuni Şerif de bu isteği geri çevirmeyip bazı basit teknikleri gösterdi. Wiska kararını vermişti. Artık Almanya’ya dönecek ve ölene dek elektrikli bağlamasını elinden bırakmayacağı yeni ve hayli ilginç bir kariyere adım atacaktı.
Wiska, o son söyleşide kendisine ders veren Mahzuni’nin adını zikretmeyi yıllar sonra bile unutmamış. “Tabii bir Türk gibi çalmam mümkün olmadı hiçbir zaman; ama zaten ben de bunu hiç hedeflemedim. Ben bu aletle tamamen kendi stilimi yarattım”. 70’lerde Türkiye’de yapılan Anadolu rock müziğinin biraz da internet sayesinde 2000’lerde keşfedilip tüm dünyada büyük ilgi görmesi hakkındaysa -belki de gayet haklı sayılabilecek- bir yorumu var: “Ben bu işi tam zamanında yerinde öğrendim, birçok plakta çaldım, bestemle altın plak kazandım. 1973’ten itibaren yıllarca Turkish rock denilebilecek bir tarzı Amerikan rock’ıyla birleştirdim. Şimdi çok ilgi duyuluyor ama, bu müziği Avrupa’da ilk yapan ve yıllarca başarıyla sürdüren benim”.
DARBE GÜNLERİNDE…
‘Bir süre uzaklaşın buralardan’
Türkiye 12 Mart 1971’deki askerî müdahaleye doğru giderken, Anadolu Pop akımının tanınmış grupları için de çok zor günler başlıyordu. O zamana kadar en iyi şekilde ağırlandıkları taşra kentlerinde saldırıya uğramaları yetmezmiş gibi devletin baskısını da yakından hissediyorlardı. Moğollar’dan Taner Öngür o günleri şöyle anlatıyor:
“Biz o sırada Barış Manço ile biraraya gelmiştik. Kütahya’daki konser sırasında turnede kullandığımız Barış’ın minibüsü ateşe verildi. Radyo haberlerinde sürekli Deniz Gezmiş’in adı geçiyordu. Şehirlerarası yollarda otobüslerin durdurulduğu, polislerin uzun favorili, uzun saçlı yolculara kötü davrandığı, hatta saçlarını, favorilerini kestiği söyleniyordu. Cem Karaca, Moğollar, Erkin Koray ve diğer birçok grup gençlik arasında çok popülerdi. Anadolu’nun her yerinde büyük ilgi vardı ve dinleyicilerimiz de gitgide politize olan gençlerdi. O sırada haberimiz yoktu ama devlet katında bir yerlerde bizim hakkımızda ‘Bunların önünü biraz kesmemiz lazım’ diye kararlar alınıyormuş. Bir gün Kadıköy vapurunda birisi yanımıza gelmişti. Bizi tanıyan, Solcu bir yüzbaşıymış. Askerlik sorunu olan müzisyenlerin tespit edilip asker kaçağı denilerek alınması için Ankara’dan yazılı emir geldiğini söyledi ve ‘Bence bir süre uzaklaşın buralardan’ dedi. Biz de Fransa’nın yolunu tuttuk”.