Kayseri Pınarbaşı’nda bulunan Melik Gazi Türbesi’ndeki 900 yıllık mumyanın başına gelmeyen kalmadı. Hastalıklara şifa olacağı ya da cinsel gücü arttıracağı inancıyla eli koparıldı, dişleri söküldü ve çalınan parçalarından çorba yapıldı.
Ankara Üniversitesi Tarih Enstitüsü öğrencileri ve asistanlarının 1947 yazında katıldığı bir inceleme gezisine götürüyorum şimdi sizi. Rotaları Orta Anadolu. Selçuklulardan, Hititlerden kalan tarihi eserleri görecekler. Konya’ya, Beyşehir’e, Karaman’a, Kayseri’ye ve Nevşehir’e gitmek üzere 23 Haziran’da Ankara’dan trenle yola koyuluyorlar. Başlangıçta gezinin süresi 15 gün olarak planlanıyor, ama sıcaktan mı, yorgunluktan mı bilinmez, kafile 2 Temmuz’da Ankara’ya dönüyor. Kafileden bir kişi hariç. Asistanlardan Halil İnalcık incelemelerine devam etmek üzere Kayseri’de kalıyor. Geziyle ilgili tüm ayrıntıları da onun ertesi yıl, Halil Demircioğlu ile DTCF dergisinde yayınladığı makaleden öğreniyoruz.
Gezinin zamanı kısacık ve programı çok yüklü. Bir gün, bir gece süren tren yolculuğunun ardından 24 Haziran’da Konya’ya varıyorlar. Konya Müzesi, Mevlana Türbesi’ni, etraftaki camileri görüp Beyşehir’e geçiyorlar. Buraya gitmelerinin tek amacı, Hititlerden kalma bir abideyi, Eflatun Pınar’ı görmek. Oradan yine trenle sadece üç saat geçirecekleri Karaman’a hareket edip yine camileri ve Yunus Emre Türbesi’ni ziyaret ediyorlar. “Orta Anadolu stepinin güneydoğu ucundan dolanarak” 29 Haziran’da Kayseri’ye varıyorlar. Zamanlarının çoğu da burada geçiyor.
Kafiledeki herkes tarihçi olunca ziyaret ettikleri yerlere faydaları da dokunuyor. Girdikleri hanlarda, kıyıda köşede kalmış kitabeleri tespit ediyor, o güne dek okunamamış yazıları çözüyorlar. Bir kervansarayın kırık, kısmen yok olmuş kitabesi üzerinden mimarının adını tespit ediyorlar. Beyşehir civarında unutulmuş iki kervansaray bulup müze müdürlerine buralarda inceleme yapılması için haber salıyorlar. Çoktan yok olmuş tarihi eserlerden, okudukları Avrupalı seyyahlar aracılığıyla haberdar olduklarından, halen ayakta olan eserleri koruyabilmek için yetkililerle görüşüyorlar.
Hititlerden, Selçuklulardan, Osmanlılardan kalan tarihi miras daha o zamanlarda, 1947 itibariyle pek parlak durumda değil. Konik çatılı Selçuklu yapıları harap halde. Konya’da bazı camilerin duvarları çatlak, mermer levhalar sökülmüş, bazı minareler yarı yıkık ve Karatay Medresesi’nin çinileri de çoktan çalınmış. Hititlerden kalan Eflatun Pınar abidesinin büyük taş blokları birbiri üzerine devrilmiş, bazıları kısmen toprağa gömülmüş, abidenin üzerindeki resimlerse silinmeye yüz tutmuş. Beyşehir’de bazı medreselerden geriye sadece kapıların kaldığını görüyorlar. Sütun ve taşların bazı kaymakamlarca başka yapılarda kullanılmak üzere taşıtıldığını öğreniyorlar. Yine burada, bir vakfa ait tarihi değeri yüksek bazı kitapların bir araba ile Beyşehir gölüne döküldüğünü duyuyorlar. Kayseri’de, savaş zamanında askerlere, sonra da muhacirlere barınak olan tarihi eserlerdense geriye pek az şey kalmış.
Bütün bu harabe karşısında üzüntülerini gizlemeyen yazarlar, makalelerinde yeri geldikçe, alınabilecek önlemlerden, yapılması lazım gelen işlerden bahsediyorlar. Geleceğe dair çok iyimser bir de temennileri var: “Meydan, yol açmak bahanesiyle eşsiz kıymette tarihî eserlerimizin kazma altında yok edilmesine gelince, her halde bu devir artık kapanmıştır sanıyoruz.”
2 Temmuz’da Ankara’ya geri dönen kafileden geriye bir tek Halil İnalcık kalıyor Kayseri’de, çünkü İnalcık’ın şehirde görmek istediği iki kütüphane ve bir de türbe var. Kendi sözleriyle “Kayseri’ye gelmişken Anadolu’da en eski Türk abidelerinden olan Melik Gazi türbesini de gezmeden dönmek” istemiyor.
Melik Gazi Türbesi, Pınarbaşı ilçesine bağlı, adını da türbeden alan bir köyde. Köylüler civarda Türbeliler olarak anılıyor, köyün resmi adı ise hâlâ Melikgazi. Araçla ulaşılamayan sarp bir yoldan, “diğer Türkmen köylerinin arasından geçerek” varılıyor buraya. İnalcık türbenin diğer Selçuklu türbelerinden sırlı tuğlalarıyla ayrıldığını belirtiyor makalede, fakat tuğlalardan daha çarpıcı başka bir özelliği de var bu yapının. 12 metre yüksekliğindeki, iki katlı yapının alt odasında Danişmend hükümdarlarından Melik Gazi’ye atfedilen bir mumya bulunuyor.
Köy muhtarının eşliğinde mumya odasına giren İnalcık’ın gözüne ilk çarpan odayı aydınlatan iki küçük pencere. Buradan içeriye giren havayı mumya için bir tehlike olarak niteleyen İnalcık, tahta bir tabut içinde, pamuklara sarılmış halde, “eti karnının üstüne konmuş,” ortadan uzun boylu bir insana ait bu mumyayı görüyor. Diğer tabutların yanında bu, biraz daha yüksekte. İnalcık diğer tabutların Melik Gazi’nin haremine ait olduğunun söylendiğini belirterek o gün, orada yaşadığı heyecanı şu sözlerle aktarıyor: “Anadolu’nun ilk fâtihlerinden birine ait bu cesetle karşı karşıya bulunduğum bu anın heyecanını hiçbir zaman unutamıyacağım.”
Unutmuyor da! Bu, İnalcık’ın mumyayı ilk ve son görüşü. Yaptığımız uzun telefon görüşmesinde bir daha da buraya gitme şansı bulamadığını aktarıyordu. O günden hatırladığı mumyanın çok da kötü durumda olmadığı. Oysa ilerleyen yıllarda, 12. yüzyıldan kalma olduğu, yani yaklaşık 900 yıllık olduğu düşünülen mumyanın ve türbenin başına bir dizi felaket gelecek. Görüşmemizde kendisine aktardığım bu felaketler zincirini şimdi size de aktarıyorum.
Zincirinin ilk halkasının, Halil İnalcık’ın 1947’deki ziyaretinde farkına varmamış olabileceği bir ayrıntı olduğunu varsayabiliriz. Rivayete göre daha 1935’te mumyanın sol eli çalınıyor. Devasız hastalıklara şifa olacağı inancıyla yapıldığı düşünülüyor bu hırsızlığın. Elin kimler tarafından, ne ara alındığı da bilinmiyor. Fakat bu olay, bir dizi benzer başka girişimin de habercisi gibi. Yine söylenenlere göre, zaman içinde mumyanın dişleri çıkarılarak öğütülüyor ve suya karıştırılarak şifa niyetine içiliyor. Bir gazete haberine göre çorbalara karıştırılıp kaynatılıyor. Çocuk sahibi olamayan kadınlar sorumlu tutuluyor bu işten. Mumyanın deri ve kemiklerinden alınan küçük parçalarınsa muhtelif hastalıklara iyi geldiğine, cinsel gücü arttırdığına inanılarak yendiği söyleniyor. Aynı şekilde türbenin harcına karıştırıldığına inanılan geyik sütünün de şifa olarak görülmesiyle, türbe duvarından küçük parçalar koparılıyor zaman içinde.
Bir diğer söylentiye göre 1978’de türbenin alt odasına elinde mumlarla giren bazı kişiler mumyanın tutuşmasına sebep oluyor. Çıkan yangın suyla söndürülmek istenince mumya bu kez ıslanmaktan mütevellit başka türden bir zarar görüyor. Yangın, mumyanın kafatasının kısmen kararmasına neden oluyor.
1996’da yayınlanan başka bir habere göre, İslamiyette mumyalama geleneğinin olamayacağı, “bunların hep uydurma” olduğu gerekçesiyle mumya toprağa gömülüyor. Bu gömme işi Vakıflar Bölge Müdürlüğünün girişimiyle ve İl Müftülüğü’nün gözetiminde yapılıyor. Dört sene sonra, 2000’de ise Kayseri Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu bu gömme işleminin kurul kararı olmadan yapıldığı ve hem yapının, hem de mumyanın tescilli tarihî eser sayılmaları gerekçesiyle topraktan çıkarılmasına karar veriyor. Mumya üzerinde toprakla yeniden tabuta yerleştiriliyor. Bu toprağa gömme meselesinin konuşulduğu günlerde mumyaların koktuğu ve güneşte kurutulmaları lazım geldiği de tartışılan konular arasında.
Yine 1990’ların sonunda mumyanın meşhur bir ziyaretçisi var. O günlerin en ses getiren televizyon yapımcılarından Saadettin Teksoy’u, programının başında türbenin dışında görüyoruz. Heyecanlı ve biraz da korku dolu. Sandukaların hemen yanında, yerdeki bir kapağı açarak birkaç basamaklık ahşap bir merdivenden alt odaya iniyor. Burada izleyicilerinden çocukları ekrandan uzak tutmalarını isteyip, kalp rahatsızlığı olanları da uyarıyor. Tabut açılıyor ve uzun uzun görüntü alınıyor. Televizyon ekranlarında görünen İnalcık’ın tasvirine benziyor. Pamuklar içinde bir ceset görüyoruz, kafatası biraz kararmış. Küçük odada, mekânın elverdiği ölçüde yapılan çekimlerde mumyaya bol bol yakın plan çekim yapılıyor.
2014’te yayınlanan bir gazete haberinde ise türbenin bakımsızlıktan harap durumda olduğu ve güvercinlere yuva haline geldiği belirtilmiş. Bu “bakımsızlıkta son nokta” olarak gösterilen güvercin yuvası haline gelme meselesi, türbenin başına gelen en kötü şeylerden biri olmayabilir tabi, insanların verdikleri zararı düşününce. Yine de bu haberden kısa bir süre sonra türbenin restorasyonuna girişiliyor ve gazetelerde vali tarafından onarım, bakım sayesinde etrafın “aslına uygun hale” getirildiği iddia ediliyor. Bu haberlerde mumyaların durumuna dair ayrıntı verilmiyor.
Bütün bu hikâyeler, felaketler bir yana, aslında Melik Gazi isimli birine atfedilen bu mumyanın kime ait olduğunu da kimse bilmiyor. Türbede bir kitabe yok. Halil İnalcık’ın makalesinde satır arasında, tedbirle davranarak belirttiği gibi mumya Danişmendlilerden Melik Gazi’ye atfediliyor. Bu atfa rağmen, yaygın inanışın etkisiyle İnalcık da, “Anadolu fatihlerinden birinin karşısında olma ihtimali”yle heyecanlanmış olmalı. Kendisi de makalede “Melik Gazi’ye ait türbe üzerinde, Danişmendlilerden hangi Melik Gazi’ye ait olduğunu gösteren bir kitabe” olmadığını belirtiyor.
Mezar taşı sahibi olabilmenin bile toplumun üst tabakalarından olanlara kısmet olabildiği bir tarihte, anıtsal bir yapı içinde, özel işlemlerden geçirilerek korunmaya çalışılan bu mumyanın önemli birine ait olduğuna hiç şüphe yok. Danişmendliler, 1071’den sonra bugünün Çorum, Tokat, Kayseri, Malatya civarlarında kurulan ve 12. yüzyıl boyunca bölgede etkinlik gösteren bir beylik. Bu dönemde yaptıkları bu türbe ve benzeri bazı yapılar Danişmendlileri Anadolu tarihinde iz bırakanlar arasına sokuyor. Lakin Anadolu’da birden fazla Melik Gazi türbesi var. Örneğin Niksar’daki, bizzat devletin kurucusu olan Melik Gazi’ye atfedilirken Erzincan Kemah’ta bulunan ve içinde başka bir mumyayı barındıran türbe Mengüceklilerle ilişkilendiriliyor. Aynı isimle türbeler, Çorum, Kastamonu, Kırşehir ve Eskişehir’de de var, çünkü hükümdar anlamına gelen melik olmanın yanı sıra, gazi olmak da Anadolu’nun savaşlarla örülmüş tarihinde sık rastlanan bir durum.
Bu arada anlaşılan kimse mumyaları tarihlendirme girişiminde bulunmuyor. Türbenin mimari özellikleri hakkında yapılmış onlarca yayını bir kenara koyarsak, mumyayla ilgili bilimsel bir araştırma yapılmadığı anlaşılıyor. Biraz da bu sebepten olsa gerek, mumya etrafında biriken hikâyeler Anadolu folklorunun ögelerini de içererek çeşitleniyor. Bir zamanlar türbenin etrafına bırakılan suyun ertesi sabah kullanıldığının gözlendiği iddia ediliyor. Türbeden çocuk ağlamaları geldiğine inanılan zamanlar da var. Pertev Naili Boratav’a göre evliyaların vücutlarını ölümden sonra çürümekten koruyabilme kerametine sahip olmaları da yaygın Anadolu inanışları arasında. Nitekim mumyayı, belli işlemlerden geçirilerek korunmuş bir ceset olarak değil de, Tanrı’nın sevgili bir kulu olarak benimseyenler de var. Belki yine folklorik olarak nitelenebilecek başta bir anlatıda ise 1935’te çalındığı iddia edilen elin, zaten mumyalanma sırasında yerinde olmadığı, Melik Gazi’nin sol elini bir savaşta kaybettiği söyleniyor.
Bütün bu hikâyenin en çarpıcı yanı insanların bir evliya, mumya, melik, gazi, ama sonuçta bir ceset ile kurdukları garip, tekinsiz, korku dolu ama bir o kadar cüretkâr ilişki değil mi? Mumyanın 900 yılı atlatarak nasıl günümüze dek ulaşabildiği de belli değil. Pınarbaşı ilçesinin, içinde çok az sakin barındıran bu küçük köyü haftasonları ziyaretçi akınına uğruyor, herkes türbeye saygı gösteriyor. Diğer yandan ne zaman oraya konduğu, kime ait olduğu belli olmayan bir beden, hastalıklara, çocuksuz kalanlara derman olur diye parça parça götürülüyor. Dermansız hastalığı başına gelen bilir, toplumun gözünde çocuksuz kadın olmak da hiç kolay değil, ama galiba Anadolu’da mumya olmak da çok zor.
Yaptığımız görüşmeden bu yazıda bahsetmeme izin veren Halil İnalcık’a teşekkür ederim.