Ozan Sağdıç, uzun gazetecilik kariyeri boyunca klasik müziğin pekçok efsane ismiyle tanışma fırsatı bulmuştu. Söyleşi yaptığı ve fotoğrafladığı müzik insanlarından biri de, 1960’lı yıllarda konser vermek için Ankara’yı ziyaret eden ve “20. yüzyılın en büyük piyanisti” olarak anılan Arthur Rubinstein’dı. Esprili, keyifli ve en eğlenceli yönleriyle bir müzik dehası.
İtiraf etmeliyim ki gazetecilik mesleğinin en hoşuma giden yanı, dünyaca ünlü kişilerle tanışma olanağıydı. Röportajlarda biraraya geldiğim şöhretleri yakından tanıma ve onları rahatça fotoğraflama imkanı buluyordum. 20. yüzyılın en büyük piyanisti olarak tanıtılan Arthur Rubinstein (1887-1982) ile Ankara’da dolu dolu geçirdiğim üç gün, bu paha biçilmez, başka hiçbir şeyle kıyas kabul etmez kazançlardan biri olsa gerek. Onunla birlikte geçirdiğim zaman diliminde sadece büyük bir piyanistle, bir virtüozla, bir sanat dahisiyle tanışmış olmakla kalmadım aynı zamanda dünyanın belki de en eğlenceli kişilerinden biriyle, adeta bir komedyenle, bir şovmenle neşeli dakikalar geçirme şansına da sahip oldum.
1960’lı, 70’li yıllarda Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın (CSO) sürekli mekanı olan Devlet Konser Salonu’nda bir yıldız yağmuru vardı. Dünyanın en büyük yıldızları olan besteciler, orkestra şefleri, solistler o daracık salona bir bir düşüyorlardı. Bestecilerden Joaquin Rodrigo, Aaron Copland… Şeflerden Zubin Mehta, Arthur Fiedler, Anatole Fistoulari, Niyazi Takizade… Viyolonselci İgor Oistrakh, Leonid Kogan, Ruggiero Ricci… Piyanistlerden Sviatoslav Richter, Wilhelm Kempff, Claudio Arrau… Çellistlerden Pierre Fournier, Andre Navarra, Paul Tortelier… Soprano Victoria de Los Angeles ve daha niceleri resm-i geçit yapıyorlardı.
Dâhi piyanist
Pek çok müzik otoritesi tarafından 20. yüzyılın en büyük piyanisti kabul edilen Arthur Rubinstein’ın, 1966’da yazarımız Ozan Sağdıç tarafından çekilen portrelerinden biri.
Birçoğuyla az çok tanışmıştık. Ankaralı müzikseverlere ve Filarmoni Derneği’ne bu olanağı sağlayan, o yıllarda emprezaryoluğa özenmiş olan Ömer Umar ile şeytana külahı ters giydirecek kadar becerikli CSO müdürü Mükerrem Berk’ti.
İşte o günlerde Ömer Umar’ın sempatik yaklaşımı ile “tavlanan” ve kabul edilebilir bir kaşe karşılığında bir resital için yolu Ankara’ya düşen yıldızlardan biri de Arthur Rubinstein’dı. Dünya devi sanatçı bu ziyareti sırasında 85 yaşındaydı. Ama piyano başına geçtiğinde yorulmak bilmez bir gencin enerjisine sahipti. Onu havaalanında karşıladık. Eşiyle birlikte gelmişti. Meşhur çifti o zamanların en büyük oteli sayılan Dedeman Oteli’ne yerleştirdik. Yemek zamanı sofraya birlikte oturduk ve ilk sohbetimize başladık.
Rubinstein’ı kısaca tanıtacak olursak… Yahudi kökenli bir Polonya vatandaşıydı. 1887’de Lòdz kentinde doğmuştu. Kendi anlatımına göre gençliğinde acar bir delikanlıymış. Dört çocuk babası. “Bu kadar yıl yaşadım, hâlâ hayata doyamadım” demişti. Bir piyanist olarak ilk konserini 13 yaşında iken Berlin’de Beethovensaal’da vermiş. Türkiye’ye ilk gelişi 1917’de, İstanbul’daki bir resital dolayısıyla olmuş. O zaman 19 yaşında imiş. Dönemin İstanbul’u hakkında çok canlı anıları ve gözlemleri vardı: “İstanbul benim için bir masal gibiydi. Yaşadığım Varşova’ya İstanbul’dan, Odesa üzerinden helva getirilirdi, Türk helvası… Çocukluk günlerimin en büyük tutkusuydu o. Hâlâ da çok severim. Öyle ki helva uğruna her suçu işleyebilirim. İstanbul’a ayak bastığımda helva cennetine düştüm diye bayram etmiştim”. İstanbul’u doya doya gezmiş. Hatırladığı yerleri isim de vererek doğru şekilde tanımlayabiliyordu.
Sonra 1932’deki gelişinden, ilginç olduğu kadar da talihsiz bir olayı gülünç bir şekle sokup nakletmişti: “Pera Palas’ta kalıyordum. Konser çok yakınımızdaki Fransız Tiyatrosu’nda idi. Güzel, kırmızı kadifelerle süslü bir salondu. Ancak yazın ortasında, çok sıcak bir gündü. Salon serinlesin diye sahnenin yüksek sofitasının en üstündeki pencereleri açmışlardı. O pencereler, yandaki dar sokakta bulunan bir apartman katının pencereleri ile aynı hizadaymış. Hafta tatiliydi. Evin sahipleri kocaman bir köpeği evde bırakıp Adalar’a gezmeye gitmişler. Piyano çalmaya başlamamla birlikte köpek de havlamaya başladı. Sanki salonun içinde havlıyordu. Benim alçak sesle çaldığım kısımlarda pek sesi çıkmıyordu. Ama forte çalmam gereken yerlerde yeri göğü inletiyordu. Artık o konserde ben mi ona eşlik ettim, o mu bana pek anlaşılamadı. Konseri yarışırcasına birlikte icra ettik. Alkışları da birlikte aldık. Şuradan anladım ki, ben alkışçıları başımı eğerek selamlarken refakatçim uzun uzun ulumalarla kendi teşekkürlerini sunuyordu”. Bu anıyı naklederken, sanki hadise yeni yaşanmış gibi taze bir heyecanla gülüyordu.
Keyifli adamdı. Anlattığına göre, bir keresinde provalarda Şef Pierre Monteux onu çok üzmüş. Rubinstein içinden “Ben sana gösteririm, bunu yanına bırakmam” demiş ve fırsat kollamaya başlamış. Şunu da belirtelim ki Rubinstein aynı zamanda bir otomobil kullanma virtüozu. Cadillac firmasının idolü. Firma model yeniledikçe, kullandığı arabayı ondan alıyor, yenisini veriyor. Bu derece yani! Bir gün beklediği fırsat eline geçiyor. Prova sonrasında maestroya “Sizi gideceğiniz yere ben götüreyim” teklifinde bulunuyor ve arabasına alıyor. Sürate de meraklı. Biraz gaza basınca üstadın koltuğa sımsıkı yapıştığını görüyor. Belli ki hızdan rahatsız. Öyküyü de şöyle noktalıyor: “İçimden ‘şimdi canına okudum işte’ diye geçirdim. Topukladıkça topukladım. Bir yandan da ona dönüp ‘Üstadım ehliyetimi aldığım bu ilk günde sizin gibi çok değerli birine hizmet etmek benim için ne büyük onur’ dedim”.
Bu arada bizzat kendisinden ünlü Heifetz-Rubinstein-Piatigorsky üçlüsünün nasıl dağıldığının dedikodusunu dinledim. Heifetz paraya fazlasıyla düşkünmüş. “Benim emeğim sizden daha büyük” diye tutturmuş. Öbür ikisini öylesine bir yıldırmış ki “Aman hepsi senin olsun” diyerek beş para almadan ayrılıvermişler.
Bir başka anısı da Mevlevi müziği ile ilgiliydi. “Ceneviz Kulesi’nin oralardaydı” dedi, “dönen dervişlerin yerini ziyaret ettim”. Kuşkusuz, Galata Kulesi, Galata Mevlevihanesi’ni kastediyordu. Zaten gittiği ülkelerin yerel müziklerine ilgi duyar, bulup dinlermiş. İstanbul kahvehanelerini dolaşıp nargile içerek bir hayli alaturka dinlemiş. En çok Mevlevi musikisini beğenmiş. “Orada işittiğim musiki çok ilginçti. Monoton gibi görünen, ama aslında renkli ve ahenkli olan Mevlevi musikisinde çağdaş müzik için pek çok eleman var. Akıllı bir Türk bestecisi için zengin bir kaynak. Arayan çok şeyler bulabilir. Bu musikiden esinlenerek eser verirse dünya çapında sükse yapabilir” demişti bu konu üzerinde sohbet ederken. 1917’deki ilk ziyaretinden sonra 1926 ile 1936 arasında üç-dört defa daha gelmiş ülkemize. Sonra araya 2. Dünya Savaşı, Doğu-Batı bloklaşması, Soğuk Savaş falan girince geliş-gidişler kesintiye uğramış. Ancak Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve devrimler hakkında bilgisi fevkalâde idi.
İnönü’yle buluşma
Rubinstein’ın resitali sırasında sergi salonunun konser salonuna çevrilmesi henüz çok yeniydi, fuayede protokol bölümü yoktu. Önemli kişiler sağlık odasında ağırlanıyordu. Ünlü piyanist, kendisini dinlemeye gelen İsmet İnönü ile işte o odada sıkı bir muhabbete koyulmuştu.
Dünya çapındaki şöhreti, ABD’ye hicretinden sonra olağanüstü büyümüş. “Dünyanın birçok yerini gezdim. Ama onların hepsi konserler içindi, yani iş gezisiydi. ABD’ye taşındıktan sonra hayatımda ilk kez bir tatil yapma fırsatım oldu. Bir yere gitmem gerekiyordu. İstanbul’u seçtim” demiş, sözünü “Ömrüm boyunca yaptığım tek özel turistik gezim işte bu şehre olmuştur” diyerek bağlamıştı.
Beethoven, Brahms, Schumann yorumları eşsiz deniliyor. Ancak yaşadığı ülkenin etkisinden olacak, “en iyi Chopin yorumcusuydu” diyenler de var. Bir gazete yazısında Fazıl Say’ın bir beyanına rastlamıştım, Rubinstein’ın bir sözü varmış çalma tekniği hakkında: “Mozart’ı Chopin gibi çalmalı, Chopin’i de Mozart gibi”. Ondan daha mı iyi bileceğim? Herhalde dediği gibi olmalı.
Ayrılık vakti
Rubinstein ve eşi, Ankara ziyaretlerinin sonunda Esenboğa havalimanında uçak saatini bekliyorlar.
Ayrılık vakti
Ünlü virtüoz dönüş için havaalanına gitmeden önce, Dedeman Oteli’nin önünde son bir keyif purosu tüttürüyor.