Kasım
sayımız çıktı

ÇILDIRDIKÇA ÇILDIRAN, AMA FELAKETLERİ YÖNETEN İNSAN

GÜNAHLARI KEÇİLERE, SALDIRILARI KURTLARA MALETMEK

‘Toplumsal cinnet’ olarak kayıtlara geçen tarihî hadiseler, salgın-savaş-yangın-deprem-sel gibi felaket dönemlerinde ortaya çıkar. Cadı avları, kurban törenleri, falcılık, komplo teorileri, kehanetler… Bu krizleri fırsata dönüştüren insanlar, düşman saydıkları veya sorumlu tuttukları kişileri bertaraf eder ve hayata devam etmek için dinî ritüelleri sonuna kadar kullanırlar. Tabular yıkılır ve tekrar tesis edilir. 

Covid-19 salgınında ilk tepki olarak ilkçağlardan beri uygulanmakta olan karantina gibi tedbirlerin yürürlüğe sokulması; Almanya gibi teknoloji devi bir ülkede evde yapılacak maskenin hava geçirip geçirmediğini anlamak için mum üflenmesinin önerilmesi; ABD gibi dünyanın “ileri” ülkelerinde çamaşır suyu içilmesinin tavsiye edilmesi bizi şaşırtmıştı. 

Yüzlerce yıl geçmişti; artık cep telefonlarımız, internetimiz, bilgisayarlarımız vardı; ama bazı noktalarda biz hâlâ aynı yerdeydik. Sonra komplo teorileri çıktı: Avustralya Başbakanı bile sosyal medyada Çinli teknisyenlerin çalıştığı bir laboratuvar fotoğrafı yayımlayarak virüsün bu ülkede üretilmiş bir biyolojik silah olduğunu bildirdi. “Bu aslında bizi evlere hapsetmek isteyen devletlerin yarattığı bir salgın” iddiaları dillendirildi. Sosyal ağlarda yalan-yanlış uyarılar dolaştı; hastalanma pahasına karantinadan kaçmak isteyenler veya virüsün kendisine bulaşmayacağını iddia edenler çıktı. Bütün bunlar günümüzde de eskisi gibi kriz anında insanın aynı tepkileri gösterebildiğini, Pandora’nın kutusunun açılabildiğini ortaya koydu. 

Tarih boyunca düzenin sarsıldığı savaş, açlık, deprem, salgın hastalık gibi büyük doğal ve sosyal afetlerde insanların bastırılmış güdüleri yüzeye çıkar; akıldışı davranışlar yaygınlaşır. Yasalar, kurallar, dinî inançlar hatta en güçlü tabular bile yıkılabilir. Bu tepkiler birebir aynı olmayabilir çünkü tarihçi Marc Bloch’un söylediği gibi “Bir hastalığın ilerleyişi doktora bedenin gizli hayatını keşfetmesi için nasıl fırsat sağlıyorsa, büyük bir afetin gidişatı da o toplumun doğasıyla ilgili çok değerli bilgiler verir”. Yani felaketler, ortaya çıktıkları toplumun siyasal, ekonomik ve toplumsal düzeninin içine gömülüdür; gösterilen tepki bunlara bağlıdır. Krizin ardından insanlar bir günah keçisi bulup ona yükleniyorsa veya bir komplo teorisi üretiyorsa; bunun nedeni o toplumda zaten düşmanlık politikaları nedeniyle dışlanan, kuşkulanılan grup veya grupların varolmasıdır. 

Kuyrukluyıldızın peşinde bir komutan  Ölümle yakından haşır neşir olan askerler, bâtıl inançlara da en çok bağlananlardan oluyor. Aydınlanma Çağı’nın çocuğu Napoléon bile kuyrukluyıldızları kendisi için uğur sayıyordu. Ta ki hezimete uğradığı Rusya seferine dek… 

Napoléon’un yıldızları 

“Bâtıl inanç” denilen birçok inanış da kriz anında yaygınlaşır. Bu inançlar en çok savaşçılar arasında yaygındır; ne de olsa ölüm ihtimali onlara sivillere nazaran çok daha yakındır. Askerler annelerinin hazırladığı muskaları, haçları, uğurlu saydıkları herhangi bir nesneyi üzerlerinde taşımaktan vazgeçmezler. 

Komutanları da onlardan farklı değildir. Örneğin Napoléon gibi Aydınlanma Çağı ve Fransız Devrimi’nin çocuğu olan modern bir komutan, kuyrukluyıldızları kendisi için uğur sayar; çünkü 1769 kuyrukluyıldızı (C/1769 P1) o doğmadan bir hafta önce gökyüzünde gözükmüştür. Ancak 1811 kuyrukluyıldızının (C/1811 F1) görülmesinin hemen ardından Rusya seferinde yenildiği için, göklere bel bağlamaktan vazgeçer… 

Düzenin altüst olduğu büyük felaketler, bazı insanların başkalarına saldırması, öldürmesi, tecavüz etmesi, evini ve işyerini yağmalaması gibi davranışları beraberinde getirir. Oysa aynı kişiler felaketten bir gün önce böyle bir davranışta bulunmayı akıllarına bile getirmemiş olabilirler. Bu durum, kişiliğin aslında toplumsal ortamın bir ürünü olduğunu, ortamda bir değişiklik olduğunda kişiliğin de farklılaştığını öne süren psikoloji teorilerini destekler gibidir. 

Kostantiniyye’de yangın  İngiliz ressam William Turner’ın ünlü resimlerinden biri “Kostantiniye’de yangın” (1833) Fransa Lille’de Palais des Beaux-Arts’da bulunuyor. 

‘Bir daha asla’lar nasıl unutuluyor? 

Bir felakete anlam vermek veya (eğer bir teknisyen gözüyle bakıyorsak) ders çıkarmak, sanıldığından çok daha zordur. “Bir daha asla”lar ve “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”lar boşlukta kalabilir. Mühendis yaklaşımı, iyi niyete rağmen yetmez. 

Halk yıkılmış mahallesini bir türlü terketmek istemeyebilir; selin alıp götürdüğü evini aynı noktaya yeniden yapmak için direnebilir. Bu tepkiye şaşıran çoktur ama kimse tarih boyunca sürekli deprem yaşayan kentlerin neden her defasında aynı yerde yeniden kurulduğunu sorgulamaz. Bir felaketten alınması istenen ders, o yerde var olan kültürel ve toplumsal dokuya bağlıdır. Mesela 1886’da ABD’de South Carolina eyaletindeki Charleston kentini yıkan depremden sonra, basın çare olarak kentin hemen yeniden ayağa kalkması için kampanya başlatmış, ancak gazetelerde ırkçılık ağır bastığından, çalışmaya başlayacağı yerde dua etmeyi sürdüren Siyahları tembellikle suçlamaktan öteye gidilememiştir. 

Krizlere getirilen açıklamalar da yargılara, sosyal şemalara, dünyanın düzeniyle ilgili belli görüşlere bağlıdır. Eskiden Tanrı’nın gazabına, dün halkın cehaletine bağlanan felaketlerde, şimdi sanık sandalyesine yapaylaşmış modern toplum (aşırı endüstrileşme, tarım ilaçları, DNA’larla oynama, virüsün yayılmasına yol açan globalleşme vs.) oturtulabilmektedir. 

İnsanın, Tanrı’nın ve doğanın gazabı  Nobel ödüllü Henryk Sienkiewicz’in ünlü bir filme de konu olan romanı Quo Vadis’in (1897) bir baskısında, Nero Roma’yı yakarken (üstte). 1755 Lizbon depremi sırasında ilk defa doğanın şehirleşen insandan aldığı intikamdan söz edildi (altta). O güne kadar âfetler Tanrı’nın gazabıyla açıklanırdı. 

Afet sosyolojisi ve inançlar 

Günümüzde afet sosyologları ve tarihçileri, sosyal psikologlar, kriz üzerine çalışan iktisatçılar çeşitli teoriler üretiyor. Bir de krizin fırsat doğurduğunu düşünen reform yanlıları var: Tokyo depreminin veya Tanzimat dönemindeki İstanbul yangınlarının Batılılaşmış modern başkentler kurmak için yer açtığı veya 2001 krizinden sonra Türkiye bankacılık sisteminde yapıldığı gibi, ekonomik krizlerin sistemdeki kırılganlıkları düzeltmek için birer vesile olduğu öne sürülüyor. 

Ancak salgın hastalık, savaş, büyük yangın, deprem, susuzluk, açlık, su baskını ve fırtına, insanlığın “çıldırmaya” en yatkın, en kırılgan olduğu anlar. 1 saniyede toplu olarak ölebileceğimizi farkederiz. Dine sığınırız; dindışı inançlara bel bağlarız; yasaları ve kuralları çiğneriz; tabuları yıkarız; bazen de ne yazık ki fırsattan faydalanmaya bakarız. Çaresizliğin yarattığı öfkeyle dönüp insan kardeşimizi öldürürüz. 

Komplo teorilerine ihtiyaç duymak 

Bütün bir şehri, bir ormanı birkaç saat içinde küle dönüştüren bir yangın karşısında, insanlar bunu devrilen bir muma, mangala veya kandile, ocaktan fırlayan kıvılcıma, yere atılan sigara izmaritine, kavurucu güneş ışığına bağlamayı kolay kolay kabul etmezler; bir kundakçı arayışı başlar. 

MS 64’te Roma büyük bir yangınla neredeyse kül oldu. Alevler rüzgârın ve ahşap yapıların etkisiyle neredeyse bir hafta sürerek imparatorluğun başkentini cehenneme çevirdi. Sona erdiğinde Roma’nın büyük bölümü yokolmuş, sayısız insan ölmüş veya evsiz kalmıştı. İmparator Nero yangın başladığında şehrin 50 kilometre dışında Antium’daki villasındaydı. Yangının ertesinde yardım çalışmalarına başlamak üzere kente döndüğünde, halk arasında Nero ve yandaşlarının yangını bilerek başlattığı söylentisi yayılmıştı bile. Kentle ilgili büyük imar düşlerine kapıldığını, Roma’yı mermerden yeni baştan inşa etmeyi planladığını herkes biliyordu. Komplo teorisi buna dayanıyordu. Üstelik az sonra, Roma yanarken Nero’nun bir yandan seyrettiği bir yandan da Troya’nın yanışıyla ilgili bir şarkı söylediği iddiası ortaya atıldı. Nero bu söylentileri duyunca öfkeye kapıldı, az sonra kendi komplo teorisini uydurarak suçu Roma’daki Hıristiyan cemaate attı (bütün bunları Tacitus’un yazdıklarından öğreniyoruz.) 

İstanbul yangınları ve fukaranın ahı 

Eski İstanbul yangınlarından bazıları Roma’yı andırır boyuttaydı. 19. yüzyılın İtalyan seyyah ve yazarlarından Edmondo De Amicis’in dediği gibi: “İstanbul sakinleri için yangın kelimesi, her türlü belayı ifade eder. ‘Yangın var!’ feryadı ise tüyleri diken diken edici, korkunç, meşum, duyanı yeise gark eden bir feryattır ki bütün şehir iliklerinde hisseder ve insanlar Allah’ın gazabının haberini almışçasına sokaklara akarlar”. 

Yangın Allah’ın gazabı olarak görülürdü. Evliya Çelebi, İstanbul’da büyük bir yangını mucizevi bir şekilde atlatan bir nalıncının hikayesini anlatırken, mütevazı zanaatkarın kurtuluşunu “mübarek” oluşuna bağlar. Prof. Abdurrahman Kılıç da şöyle anlatıyor: “Halk yangınları daima bir uğursuzluğa, bir musibete bağlardı. Yangın bazen de fazla zevk ve safaların, ısrafların bir neticesi gibi sayılırdı. 1754’te büyük Cibali yangını münasebetiyle bir şair ‘Vay İstanbul’u yaktı fukaranın ahı’ demiştir”. 

Ancak İstanbullular yangını sadece ilahi öfkeye bağlamazdı. Çok yaygın bir komplo teorisi vardı. Bitişik ahşap evler, çıkmaz sokaklarla dolu, fırıncıların, tersanede kenevir tozlarının ortasında çalışan halat imalatçılarının, tenekecilerin ve bunun gibi ateşle oynayan sayısız zanaatkarın bulunduğu kalabalık bir kentte sık sık yangın çıkması şaşırtıcı değildi ama bu felaket sık sık siyasi bir nedene bağlanırdı. Genellikle suçlunun şu veya bu sadrazamı makamından etmek isteyen Yeniçeriler olduğu düşünülürdü. 

Roma’yı yaya bırakan felaket rivayetleri 

Bu iddiaların ne kadar doğru olduğunu bilmek çok zordur. Örneğin 1. Mahmut dönemini (1730-1754) ele alırsak, başkentteki yangınlar ve bunlarla ilgili komplo teorileri, Nero ve Roma hikayelerini yaya bırakır. Söylentilere göre sadrazamı değiştirmek isteyen Kızlarağası Hafız Beşir Ağa bir yangın çıkartmaya karar verdi. Bu büyük yangın Ocak 1750’de Ayazma Kapısı’nda başladı; Vefa ve Süleymaniye’ye yayılarak 19 gün sürdü. Padişah yangından sorumlu tuttuğu Boynueğri Abdullah Paşa’yı sadrazamlıktan azlederek yerine kızlarağasının önerisiyle Divitdar Mehmed Emin Paşa’yı atadı ama birkaç ay sonra bu defa yine büyük bir yangın Bitpazarı ve çevresini küle çevirdi. Sonunda çevirdiği dolaplar ortaya çıkan Kızlarağası idam edildi. Onun emriyle yangın çıkarttığı, sonra da yangına neden gerektiği gibi müdahale etmediğini soran sadrazama “Elimden bu kadarı gelir” dediği iddia edilen Yeniçeri Ağası Macar Hasan Paşa sürgüne gönderildi. Sadrazam da yine değişti. 

Aynı padişah döneminde bu yangınlardan önce sadrazamlık yapan Seyyid Hasan Paşa ile ilgili hikâye de ilginçti. Yeniçeri ocağından yetişme bu paşa, sadrazamlıktan atıldıktan sonra yeni görevi için Diyarbekir’e giderken yolda Hadim’e uğradığında, oradaki müftüye şu itirafta bulunmuştu: “Ben Yeniçeri ağası iken gece yangın olsun derlerdi, ben de makam için yangın olsun isterdim, bazen yangın büyür sayısız insan ve hayvan telef olurdu”. 

Ayrıca bu dönemde çıkan yangınların suçunun kentteki Arnavutlara atıldığını (Arnavutlar her türlü şiddet yanlısı davranışla suçlanırdı) ve kentten sürüldüklerini de hatırlatalım. Gerçekten kundakçı mıydılar, yoksa günah keçisi mi, belli değil. 

‘Günah keçileri’  Ressam Emile Schweitzer’in fırçasından (üstte) ve dönemin bir gravüründen (altta) 1349’daki Strasbourg Yahudi katliamı. 

Günah keçileri: ‘Türk Kafası!’ 

Fransızca’da günah keçisi anlamında “Türk kafası” (tête de Turc) diye bir deyim kullanılır. Sözlüklerde, deyimin 19. yüzyılda Fransa’daki fuarlarda, insanların vurarak güçlerini ölçtükleri, bir dinamometrenin üzerine yerleştirilmiş sarıklı kafadan türediği yazılır. Elbette günümüzde bunun ırkçı bir anlam taşıması nedeniyle başka deyimler öneriliyorsa da “Türk kafası” kullanımdan düşmüş değil. 

Sadece Türkler değil, sayısız ırk, ulus ve dinî topluluk belli bir anda ve yerde günah keçisi muamelesi görmüştür. Korkuyla nefret elele gider; felaket ve kriz anında korku arttıkça suçlanacak birilerini bulmak hiç zor olmaz. Örneğin 20. yüzyılın ortasına kadar Yahudiler Batı Avrupa’nın günah keçileri arasındaydı. Bu topluluklara yapılan saldırıların en iyi bilineni, ikinci veba pandemisinin 1348’de Avrupa’ya ulaşmasıyla başlayan katliamlar dizisi oldu. Rivayete göre, sadece kendi mahallelerindeki kuyuları kullanan Yahudiler, kentlerdeki diğer ortak kuyuları zehirlemiş, veba da böyle başlamıştı. 

Yahudi mahallesine ilk saldırı Fransa’da Toulon kentinde Nisan 1348’de düzenlendi, 1349’da Barcelona, Erfurt, Basel, Aragon ve Flemenk’deki saldırılar bunu izledi. En korkuncu 14 Şubat 1349’da daha veba kente gelmeden yapılan ve 2 bin Yahudi’nin yakıldığı Strasbourg (bugün Fransa’da) katliamıydı. Bu kıyımlar aynı zamanda yağmacılar için büyük fırsattı. Burada amacın vebayı yayanları cezalandırmak mı, yoksa hırsızlık mı olduğunu anlamak zordur. 

Cadı avı çılgınlığı  Cadılık suçlaması Ortaçağ’dan beri kadınların başında belaydı, ama 16. yüzyıl Almanya’sında yakılmalar dehşet verici rakamlara ulaştı. Dönemin bir risalesinden Almanya’nın Trier kentinde cadı mahkemeleri (1594). 

Ve cadılar… 50 bin cinayet 

Avrupa’da özellikle 16. yüzyılda kadınlar cadılıkla suçlanarak bir başka günah keçisi oldular. Cadılık suçlaması Ortaçağ’dan modern zamanlara kadar süren bir baş belasıydı. Ancak özellikle Almanya’da 16. yüzyılda neden bu kadar yaygın bir cadı avı yaşandığını anlamak için tarihçiler epeyce kafa yordu. Örneğin St. Maximin adında 2 bin kişinin yaşadığı bir kentte 1572-1590 arasında cadı diye yakılan insan sayısı 500’ü bulmuştu. 1400-1782 arasında Avrupa’da toplam 40-50 bin kişi, cadı oldukları gerekçesiyle yargılandı ve yakıldı. Cadı avlarının merkezi, günümüzde Almanya, İsviçre ve kuzeydoğu Fransa’ya tekabül eden Avrupa’nın Almanca konuşulan yerleriydi. 1600’de 12 milyon nüfusu olan Almanya’da 16 bin 474, 1 milyon nüfusu olan İsviçre’de ise tam 9 bin 796 kişi cadılıkla yargılanmış ve çoğu yakılarak öldürülmüştü. 

Tarihçiler bu av çılgınlığını önce Küçük Buz Çağı’nın yol açtığı donmalar, fırtınalar, çekirge salgınları ve bu tür ekolojik felaketlere bağlı tarımsal üretimin düşüşüne, kıtlığa, enflasyona ve hastalıklara dayandırdılar. Cadılar bu felaketler karşısında uygun bir günah keçisi olarak görülmüştü. 

Almanya’nın Bamberg kentinde şüpheli “cad”ıların tutulup sorgulandıkları bir malefizhaus (cadıevi). Gravür 1627 tarihli (üstte). İsviçre’nin Willisau kentinde 1447’de yakılan bir “cadı” (altta). 

Kiliseler arasında pazar payı kavgası 

İki yıl önce İngiltere’deki Kraliyet Ekonomi Derneği’nin The Economic Journal dergisinde Peter T. Leeson ve Jacob W. Russ’un yayımladığı bir makale ise, başka bir açıklama önerdi. Yazarlar, tam da cadı avına denk düşen dönemde, Avrupa’nın Almanca konuşulan bölgelerinde Protestan ve Katolik kiliseleri arasında müthiş bir rekabet yaşandığını, bu büyük dinî krizde her iki tarafın da kendisini daha “dindar” göstermek ve “pazar paylarını” artırmak için cadı bulup yakmakta birbiriyle yarıştığını iddia ettiler. Gerçekten de Avrupa’daki cadı mahkemelerinin yaklaşık yüzde 52’si, Protestanlarla Katoliklerin birbirine yakın güçte olduğu ve yoğun bir mücadeleye giriştiği Almanya ve İsviçre’de gerçekleşmişti. İki dinden birinin ağır bastığı İtalya, İspanya, İngiltere gibi ülkelerde cadı merakı bu rakamların yanına bile yanaşamamıştı. 

Tokyo’da deprem felaketi  Büyük Kanto depremi (1923) sırasında harabeye dönüşmüş Tokyo (üstte). Los Angeles’da yayımlanan Illustrated Daily News, ilk sayısında Tokyo’da 100 bin kişinin öldüğünü bildiriyordu (altta). 

Depremler ve enkazdaki göçmenler 

Günah keçisi olan topluluklar, kriz anından önce de bulundukları bölgede kuşkuyla izlenen, sevilmeyen ve dışlanan gruplardır. Büyük Kanto depreminden sonra Korelilerin katledilmesini başka türlü açıklamak mümkün değildir. 1 Eylül 1923’teki bu depremde Tokyo’daki yapıların yüzde 45’i, Yokohama’dakilerin de yüzde 90’ı yıkıldı. Tokyo’da birkaç dakika sonra 130 yangın çıktı. 110 bin kişi öldü, 2.5 milyon kişi evsiz kaldı. Bu büyük felaketin hemen ertesinde Japonlara göre 850, Korelilere göre 6650 Koreli öldürüldü. O sırada Kore, çoktandır Japonya’nın sömürgesiydi ve Japon adalarında çok sayıda Koreli yaşıyordu. Tokyo’daki yangınlar çıkalı 1 saat olmuştu ki, polis merkezine sayısız ihbar yağdı: “Koreliler hırsızlık yapıyor; Koreliler büyük gruplar halinde Japonlara saldırıya hazırlanıyor; Koreliler yangın çıkardı, Koreliler kuyuları zehirledi (14. yüzyıldaki Yahudileri hatırlayın), Koreliler polis kılığında ortalıkta dolaşıyor…” Ardından bazı gruplar Korelileri veya Koreli olduğunu düşündükleri insanları öldürmeye başladılar. 

Bu dedikoduların bu hızla yayılmasında deprem öncesinden gelen Koreli düşmanlığı, onların anarşistlerle işbirliği yaptığı iddiaları da rol oynamıştı. Olayın gelişimi az çok gazetelerdeki yoğun Yunan-Rum düşmanı propagandanın ardından 6-7 Eylül 1955’te İstanbul’da gayrimüslim işyerleri ve kiliselerine yapılan saldırıyı hatırlatsa da İstanbul’da belki düşmanlıktan çok yağmalama arzusunun ağır bastığı düşünülebilir. Oysa Tokyo’da bir yağmalama arzusu yoktu; sadece felaketin yarattığı travma, zaten sürdürülmekte olan bir düşmanlık politikasıyla açığa çıkmıştı. 

Savaşın müneccimi  İngiliz Gizli Servisi’nin Macar savaş müneccimi Louis de Whol (üstte), savaş propagandası yapmak üzere gittiği ABD’de gazetelere demeçler veriyor; “Hitler yakında ölecek” diyordu (altta). Ama bunun için dört yıl daha beklemek gerekti. 

Kadere bel bağlamak: Falcılar ve medyumlar 

Bir sahtekâr olduğunu açıklayarak ABD’de büyük yankı uyandıran ünlü medyum Morris Lamar Keene, The Psychic Mafia adlı kitabında (1976) şöyle der: “Bütün medyumlar kabul edecektir… Savaşlar, ekonomik bunalımlar ve felaketler bizim için refah demektir”. 

Medyum ve müneccimler kriz anlarında öne çıkar, ün kazanır, toplumun bütün katmanlarında onlara kulak verenlerin sayısı artar. Örneğin İngiltere’de kralcılarla parlamentocular arasında kanlı bir içsavaşın yaşandığı 1644’te, her iki tarafın da ünlü birer müneccimi vardı. Parlamentocuların kahini Lilly’ye “İngiliz Merlin’i” takma adı takılmıştı. Ancak az sonra kralcılar da Naworth adında başka bir müneccimi lanse ettiler. Her iki müneccim de savaşı kendi tarafının kazanacağını öngörerek kitleleri peşinden sürükledi. 

20 yıl sonra Londra bu defa bir veba salgınında can çekişirken, falcılara yine gün doğdu. Daniel Defoe, Veba Yılı Günlüğü’nde bu salgını anlatırken bütün şehrin: “Burada bir falcı yaşıyor”, “Burada bir müneccim yaşıyor” gibi tabelalarla dolduğundan sözediyordu. “Kadife ceketli, kara paltolu ciddi suratlı bir adam ortaya çıkmayagörsün, insanlar kalabalık halinde peşinden koşuyor ve ona sorular yağdırıyordu. 

Yıllar geçti ama herhangi bir felaket anında çaresiz insanlar yıldız, kahve ve Tarot falına, bilicilere ve ispiritizmacılara başvurmaktan vazgeçmedi. Ekonomik kriz dönemlerinde bunlara olan ilginin arttığını gösteren bazı araştırmalar vardır. Amerikalı sosyal psikolog S. M. Sales, ülkesindeki süreli yayınlar endeksini taradığında Büyük Buhran’ın yaşandığı 1930’larda dergi ve gazetelerde astroloji ve kehanet üzerine çıkan yazıların anormal derecede arttığını tespit etti. Benzer bir araştırmayı Almanya’daki süreli yayın endeksinde yapan Padgett ve Jorgenson adlı araştırmacılar da ülkenin önce ekonomik buhran, sonra siyasi çalkantı, diktatörlük ve nihayet savaş yaşadığı 1918-1945 döneminde falcılıkla ilişkili yazılarda büyük bir artış olduğunu gördüler. 

Yağdır Mevlâm su Yağmur duaları din, mezhep, ülke, zaman ayırmadan en yaygın görülen ritüellerden… Güney Kore Su Kaynakları İdaresi bile kuraklık dönemlerinde yağmur duası ayinleri düzenliyor. 

Savaşlar, kehanetler, paralar-pullar… 

İki dünya savaşı sırasında da dünya falcıdan, medyumdan hiç mahrum kalmadı. Bu dönemlerin dünyaca ünlü “görücüleri” arasında ikisi de “Madame de Thèbes” takma adını kullanan biri Fransız, diğeri Çek iki kadın başta geliyordu. Fransız olan Anne Victorine Savigny (1845-1916) Paris’te Wagram Caddesi’ndeki evinde el falı bakıyor, bir yandan da “savaş çıktı”, “savaş bitecek” gibi kehanetleriyle gazete sayfalarını süslüyordu. Ölmeden bir yıl önce 1915’te New York Times’ta yayımlanan bir yazıya göre Madame de Thèbes savaşın o yıl içinde biteceğini söylemişti. Kendisi hemen sonra öldüğünden, bu son kehanetinin doğru çıkmadığını görüp rezil olmaktan kurtuldu. Çek olan Madame de Thèbes ise Prag’ın efsanelerindendi. Prag Kalesi’nin dibindeki Altın Yol’da bulunan evi bugün turistler tarafından ziyaret ediliyor. Gerçek adı Matylda Prusova olan bu kadın, Alman işgali altındaki kentte 2. Dünya Savaşı sonlarına doğru Almanya’nın savaşı kaybedeceğini öngördüğü için Gestapo tarafından tutuklanıp öldürülmüştü. 

2. Dünya Savaşı sırasında bilicilik toplumlar üzerinde o kadar etkiliydi ki, taraflar kendi müneccimlerini yarattılar. Nazi Almanyası’nda Propaganda Bakanı Goebbels, bu işle İsviçreli Karl Ernst Krafft’ı görevlendirdi. Krafft, sadece Nazi önde gelenlerinin özel yıldız fallarını çıkarmakla kalmadı, Nostradamus’un kehanetlerinden Almanya’nın işine gelenleri dörtlükler halinde 6 dile çevirdi; bu propaganda broşürleri Danimarka, Macaristan, Romanya, İspanya ve Fransa gibi ülkelerde elden ele dolaştı. Bunun üzerine İngiliz gizli servisi MI5 de kendi müneccimini tutmak zorunda kaldı. 2008’de gizli dosyası kamuya açıklanan bu kişi, Louis de Whol takma adını kullanan bir Macardı. Sinemaya uyarlanan sayısız popüler roman yazdıktan sonra, kendini astrolojiye vermişti. Whol’ün yardımıyla İngiliz gizli servisi, Almanya’nın meşhur denizaltılarının (U-Boot) batacağını öngören astrolojik risaleleri havadan Almanya’ya attı. Bu karşılıklı propaganda savaşının nedeni liderlerin falcılara, kahinlere inanması değildi. Onların arasında da elbette inananlar vardı. Ancak asıl önemli olan halkın bunlara bel bağlamasıydı. 

Kuraklığa karşı yağmur duası  Muğla’nın Dalaman İlçesi’ndeki Sarnıç Tepesi’nde yağmur duasına çıkan köylüler. 

Dine sığınmak: Yağmur duaları 

En büyük felaketlerden biri olan kuraklığa karşı yağmur için dua etmeyen hiçbir halk, ritüelleri arasında yağmur duası olmayan hiçbir din veya inanç yoktur. Kuraklığı gidermenin yağmurdan daha çabuk, daha maliyetsiz bir yöntemi bulunmadığına göre, insanlığın bu tepkisini anlamak zor değil. Roma İmparatoru Marcus Aurelius Düşünceler adlı kitabında, Yunanlıların bir yağmur duasından söz eder: “Yağ, yağ, ey Zeus, Atinalıların tarlalarına ve ovalara”. 

Kuran’da anlatıldığına göre Hz. Musa, kavminin kendisinden su istemesi üzerine asasıyla taşa vurur, yerden 12 pınar fışkırır. Eski Ahid’e göre Hz. Süleyman, çıkan kuraklık üzerine İsrailoğulları’nın Tanrı’ya karşı suç işlediklerini, tövbe edip yalvarmaları halinde yağmur yağdıracağını söyler. İkinci Tapınak döneminde (MÖ 516-70), yağmur duaları Yahudi geleneğine girer ve bugüne kadar devam eder. Hıristiyanlıkta da yağmur duası yaygın olarak uygulanır. Çiftçilerin piri kabul edilen tarım işçisi İspanyol Aziz Isidoro Labrador (1070- 1130) sadece kuraklık değil, sel ve su baskınları sırasında da insanların dua ettiği azizlerden biridir. 

Bir anlatıya göre, Hz. Muhammed küçükken, yani İslâm öncesi dönemde, dedesi Abdülmuttalib’le birlikte Kâbe’de bir yağmur duasına katılmıştı. İslâmiyet döneminde ise bir Cuma hutbesi sırasında camidekiler peygambere kuraklıktan şikayet ettiklerinde Hz. Muhammed’in dua ettiği, daha minberden inmeden yağmurun başladığı anlatılır. Müslümanların “istiskâ” dediği yağmur duası, İslâm dininin bütün mezheplerinde yerleşmiş, sünnet kabul edilmiş ritüellerden biridir. Mezhepler arasında sadece duanın ne zaman, nasıl edileceği konusunda farklılıklar vardır. 

Yağmur duası, sadece üç dine özgü değil elbette. Doğu Asya’da Budistler, çeşitli yerel şaman inanışlarının ve diğer dinlerin mensupları da yağmur için göklere yalvarılan ayinler düzenler. Hatta bunlar devletlerin resmî ritüelleri arasında sayılır. Örneğin Kore tarihindeki yağmur duası uygulamalarını ele alalım. Bu ülkede Çoson Krallığı döneminde (1392- 1910), Konfüsyüsçü devlet tarafından örgütlenmiş en az bir düzine yağmur ayini yapılırdı. Bunların en önemlisi, bizzat kralın yönetiminde Seul’de kraliyet ailesine ait Jongmyo tapınağında düzenlenendi. Bu dualarda aslında kral da sınanmış oluyordu: Yağmur yağmazsa meşruiyeti zedelenir, Göklerin cezalandırdığı, erdemden uzaklaşmış bir hükümdar imajıyla mücadele etmesi gerekirdi. 

Yağmur duası bugün de dünyanın pekçok yerinde yapılıyor. Sadece Türkiye’de değil. Teknolojinin en gelişkin olduğu iki ülkeden örnek verelim: ABD’de Texas Valisi Rick Perry, eyalette milyarlarca dolar hasara yol açan, ekinleri vuran ve birbuçuk yıl süren kuraklıktan sonra 22-24 Nisan 2011’i “Texas’ta Yağmur Duası Günleri” ilan etti (yağmur, dualardan ancak 2 ay sonra yağdı). Yine bir teknoloji önderi olan Güney Kore’de ise, devletin su kaynaklarının geliştirilmesi ve yönetimi için kurduğu, bu konuda eğitimli çok sayıda mühendisin çalıştığı Kore Su Kaynakları İdaresi, 2015’te Çunçon’da, 2017’de Ansong’da aylar süren kuraklıklardan sonra iki büyük yağmur duası düzenledi, bunlara kent yöneticileri ve sakinleri de katıldı. 

Yamyamlığın en korkunç simgesi: İspanyol ressam Goya’nın “Çocuklarını Yiyen Satürn” tablosu. Madrid’deki Prado Müzesi’nde… 

En büyük tabu: Açlık ve yamyamlık 

İnsan eti yemek, insanlığın ortak günahlarının başında gelir. Peki ya açlık, ama tam, öldürücü bir açlık olursa? Böyle aşırı bir durumda, insandaki hayatta kalma içgüdüsünün ayağa kalkarak bütün yasak ve kuralları çiğnediği görülür. 

Ortaçağ’da Avrupa’da küçük bölgesel açlıklar dışında, her biri en aşağı iki yıl süren büyük kıtlıklar her 10 yılda bir tekrarlandı. Vakanüvisler, buğdaysız kalan insanların otlamaya başladığını anlattı. Ottan sonra sıra, tabuların tabusuna, insan etine geliyordu. Bu öyle bir yasaktı ki yazıya dökmek bile zordu. Vakanüvisler 11. yüzyıldan sonra yamyamlıktan söz etmeye başladılar. Bunlardan ilki, Raoul Glaber (11. yüzyıl başı) adında, Fransa’da yaşamış sıradışı bir rahipti. 1032 kıtlığında, insanların avlanacak gücünün bile kalmadığını, killi toprakları otlarla karıştırarak bir çeşit ekmek yaptığını aktarmıştı: “Bu onlara yaşama umudu veriyor ama nafile”. Ardından şöyle devam ediyordu: “Dünyanın çeşitli yerlerinde korkunç bir açlık, insanları sadece murdar hayvan ve sürüngenlerin değil, erkek, kadın ve çocukların da etlerini yemeye mecbur bıraktı”. 

Avrupa’ya taşınan yamyam efsanesi  Avrupalı fatihler, yeni buldukları Amerika kıtasından yamyam kabile efsanelerini ülkelerine taşıdılar. 1557 tarihli bu Portekiz gravüründe, Brezilya’nın yamyam Pindorama yerlileri görülüyor. 

Bu konuda hiçbir Batılı yazar, Mısır’ın kıtlık tarihini yazan Makrîzî (ölümü 1442) ile boy ölçüşemez. İgaşetü’l-ümme bi-keşfi’l gumme adlı küçük risalesinde H. 457’de (M. 1065) Mısır’daki kıtlığı şöyle anlatıyordu: “Yiyecek miktarı azaldı ve halk açlık çekmeye başladı. O kadar ki Fustat’ta (başkent) Kandiller Sokağı’nda tek bir ekmek parçası, açıkartırmayla 15 dinara satıldı. Kedi ve köpekleri yemeye başladılar; köpekler neredeyse ortadan kalktı, köpek fiyatı 5 dinara çıktı. Kıtlık öyle arttı ki insanlar birbirini yemeye başladı, halk tetikteydi, ellerinde çengelli halatlarla evlerin çatılarına çıkan insanlar, sokaktan geçenleri yakalıyor, hemen yukarı çekip etlerini parçalayarak yiyordu. Mustansır’ın (Fatımî halifesi, 1036- 1094) veziri bir gün katırıyla giderken halk katırı kaçırıp yedi; hırsızlar asılır asılmaz insanlar üzerlerine atılıp parçaladı…” 

Makrîzî’nin anlattıkları, bize masal gibi gelen Ortaçağ’a özgü bir hikaye değildi. Modern çağlarda, önceleri yamyamlık geri kalmışlıkla, “medeni” olmamakla ilişkilendirildi; “bizden olmayanların” işleyebileceği bir günah olarak görüldü. Seyyahlar ve sonra antropologlar bazı kabilelerin düşmanlarının etini yediğinden dem vurdu; Batılı gezginlerin Amerikalı ve Afrikalı “yamyamlarla” ilgili yarı-gerçek, yarı-uydurma hikayeleri de buna eklendi. 2. Dünya Savaşı sırasında Japon askerleri okyanusta bir adada esir düşen Amerikalı havacıları öldürdükten sonra içlerinden birini yemekle suçlanmış, yamyamlık bir tabu olduğundan sadece “onurla gömülmeyi engellemekle” yargılanmışlardı. Aynı savaşta Leningrad kuşatması sırasında sokakta ölenlerin etini kesip yemeye “trupoedstvo”, birini öldürüp etini yemeye ise “lyudeodstvo” deniyordu. Kuşatma altında açlık çeken şehirde bazen sokaklarda kalçaları kesilmiş ölüler görülüyordu. Resmî ağızda buna “haydutluk” deniyordu; 1941 sonbaharıyla 1942 sonu arasında 2 bin kişi bu gerekçeyle tutuklanmıştı. 

İnsan eti yemenin şu veya bu kabileyle, dinle, medeniyetle, eskiyle, yeniyle ilgisi olmayan bir hayatta kalma içgüdüsü olduğunu artık biliyoruz. Son örneklerden biri, Güney Amerika’da yaşandı. 13 Ekim 1972’de bir rugby takımının oyuncularını taşıyan Uruguay uçağı, Şili sınırına yakın Arjantin’de Ant Dağları’nda düştü. 2 ay sonra 16 kazazede kurtarıldı. Kaza sırasında 19 yaşında bir tıp öğrencisi ve rugby oyuncusu olan Roberto Canessa, 2016’da yayımladığı Tenía que sobrevivir (Hayatta Kalmak Zorundaydım) başlıklı kitabında şöyle yazıyordu: “Hepimizin amacı hayatta kalmaktı -ama yiyeceğimiz yoktu. Etrafta ne bir bitki ne de hayvan vardı. Birkaç gün sonra, bedenlerimizin yaşayabilmek için kendi kendini tükettiğini hissetmeye başladık. Çareyi biliyorduk ama düşünmek bile korkunçtu. Ekip arkadaşlarımızın, dostlarımızın ölü bedenleri kar ve buz sayesinde korunmuştu, ihtiyacımız olan proteinle doluydu…” Gerisini tahmin ediyoruz.