Bilinen tarihin en eski dönemlerinde de vahşileşen savaşlar yıkım ve ölüme yol açıyordu. Gelişen iletişim teknolojisi, kitlelerin savaşları daha yakından izlemesini, bizzat görmesini sağladı. Günümüzde anlık olarak ekranlarımıza yansıyan görüntü ve seslere, bir o kadar dezenformasyon ve yalan haber de eşlik ediyor. Ve sivil ölümleri çok daha fazla.
Antik Çağ’dan kalan rölyefler, yazıtlar ve kalıntılar insanın her türlü vahşeti ve zulmü yapmaya yatkın bir tür olarak, tarih boyunca bu uygulamaları sergilediğini gösterir. Bunun birçok amacı vardır. Psikolojik faktörleri bir kenara bırakırsak, hasımları sindirmek, bir bölgeden kaçırtmak, zihin karışıklığına sürüklemek; gücünü ve acımasızlığını göstererek karşı tarafa boyun eğdirmek; toplulukları yok etmek; talan ve intikam; direniş gösterenlere acımasız yaptırımlar bunlardandır.
Örgütlü şiddet, orduların ve diğer devlet güçlerinin yanı sıra isyancılar, direnişçiler, suç örgütleri, milis kuvvetleri ve gücü yeten her türlü grup tarafından gerçekleştirilmiştir. Uzak çağlarda şiddetin sergilenmesi doğrudan topluluklar önünde yapılmış, esirler toptan çarmıha gerilmiş, şehirler yakıp yıkılmış, toplu kurban ve ölüm gösterileri düzenlenmiştir. Örneğin Roma’da arenalardaki eğlenceyle karışık işkence ve katliamlar yüzlerce yıl devam etmiştir. Marcus Aurelius için dikilen sütunun kaidesinde, Romalıların esir aldıkları “barbarlar”ı sıraya dizip kafalarını keserken gösteren bir rölyef yer almaktadır. Spartaküs isyanında da 10 bin esirin yol boyunca çarmıha gerilmesi, kölelere gözdağı vermeye yöneliktir. Geçmişte insanlar sürekli olarak şiddetle içiçe yaşardı ve esasen medeniyetin simgesi olan şehirler, şiddetin kurumsallaşmasıyla birlikte meydana gelmiştir.
İletişim olanakları geliştikçe geniş kitleler savaşları daha yakından izler duruma geldi. En radikal değişim telgraf ve gazetelerin ortaya çıkışıdır. Napolyon Savaşları (1800-1815) döneminde gazete ve broşürler hasmı yerin dibine batıran karikatürlerle destekleniyordu. Daha sonra bunlara fotoğraf eklendi. Kırım Savaşı’ndan (1853-1856) tek tük fotoğraf kalsa da, Amerikan İçsavaşı’nda (1861-1865) daha fazla fotoğraf ve gazetecilik vardır. Günümüzde Güney Afrika Cumhuriyeti’nin bulunduğu topraklarda yaşanan 2. Boer Savaşı’nda (1899-1902) fotomontaj veya sahte mizansenle propaganda fotoğrafları ortaya çıktı. Bunlar 1. Dünya Savaşı’nda (1914-1918) kısa filmlerle desteklendi; 2. Dünya Savaşı’na gelindiğinde (1939-1945) filmler esaslı bir propaganda aracı olmuştu. Günümüzde ise savaşın dehşeti anlık olarak ekranlarımıza ve kulaklarımıza yansıyor. Bunu Irak’ta, Ukrayna’da yaşadık; 2023 Ekim’inde de Gazze’deki savaşı naklen izliyoruz.
İnsanlar yıllar geçtikçe savaşı daha yakından izler duruma gelirken, savaşların niteliğinde de köklü değişimler yaşandı. 1. Dünya Savaşı’na kadar savaşlarda ölenlerin yüzde 90’ı asker, sadece yüzde 10’u sivildi. 2. Dünya Savaşı’nda bu oran tersine dönmeye başladı. Günümüz savaşlarında hayatını yitirenlerin yüzde 90’ı sivillerden oluşuyor. Bunun bir nedeni, topyekûn savaşın artık toplumun tümü tarafından yapılması, cephe ve cephe gerisi ayrımının büyük ölçüde ortadan kalkmasıdır. Krallar, ordularının yenilgiye uğramasından sonra tazminata razı olup savaştan vazgeçerken, artık toplumlar çok daha fazla fedakarlık göstermekte. En kısa ifadesiyle halkların savaşları hükümdarların savaşlarından çok daha fazla ölüme neden oluyor. Amerikan İçsavaşı’nda 1 milyon, 1. Dünya Savaşı’nda 10 milyondan fazla, 2. Dünya Savaşı’nda ise 40 milyondan fazla kişi öldü ki, bunlara açlık, hastalık ve diğer nedenlerle ölen sayısız milyonlar dahil değildir.
Şiddetin yakından izlenmesi bir dizi sonuç ortaya çıkarıyor. Bunlardan birisi, acı da olsa, şiddetin kanıksanmasıdır. Şayet taraf değilseniz, izlediğiniz sahneler kalıcı bir iz bırakmaz. Şayet tarafsanız, karşı tarafın vahşetinin tek taraflı ve abartılı olarak gösterilmesi öfkenizi arttırır ki, bu zaten amaçlanmıştır. Enformasyon savaşı ve psikolojik savaş gibi yeni tanımlar durumu açıklamaya yardımcı olur. Bunun uç noktalarından birisi Batılı güçlerin “shock and awe” (şok ve dehşet) dedikleri terör bombardımanlarıdır. Korku yaratarak hasım halkı sindirmek ve kimi zaman da Rakka’da olduğu gibi sivil halkı kaçırtıp bölgeyi boşaltmak için kullanılmaktadır. Bu mantık içerisinde hastanelerin bombalanması şaşırtıcı değildir. Hava bombardımanıyla düşmanı sindirip teslime zorlamak daha 1918’de İngiliz Trenchard ve İtalyan Douhet tarafından ortaya atılmış teorilerdi. 1940’tan sonra Churchill, hava generali Harris’e savaşı Alman kentlerine taşımasını emretti. Yanıp yıkılan Alman kentlerinde 600 bin sivil öldü ama Almanya teslim olmadı.
Bombardımanla savaşı bitirme tezini doğrulayan yegane sonuç, Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atılmasından sonra alındı ama burada bombardımanın niteliği çok değişmişti. ABD’nin 1963’te dahil olduğu Vietnam Savaşı’nda milyonlarca sivilin üzerine 2. Dünya Savaşı’nda atılanlardan daha fazla bomba ve kimyasal zehir yağdırıldı ama bu da direniş azmini azaltmadı, hatta tam tersine yol açtı. Sivillerin acıları ABD’de ve tüm dünyada bu savaşa karşı sivil tepkileri de artırdı. Pentagon’un kararı, sonraki savaşlarda büyük propaganda kampanyalarıyla kamuoyu tepkisini bastırmak, hatta önceden hazırlamaktı ki, bunu en net şekliyle Irak’ın işgalinden beri yaşıyoruz.
Askerî operasyonlar giderek diğer insan faaliyetleriyle daha fazla içiçe geçti. Her zaman politik amaca tabi olmak zorunda olan askerî strateji, artık tamamen politik, hatta kültürel bir çerçeveye yerleşti; bu da sivilleri savaşın içine daha çok çekti. Her ne kadar özellikle eski kuşatmalarda şehrin tüm varlığı ve ahalisi meşru hedef ve doğal ganimet sayılmışsa da, günümüzde ekonomik altyapının çökertilmesi ve nüfusun hedef alınması yıpratma savaşının temel taktiği durumuna gelmiştir. Hava bombardımanı bunu mümkün kılmaktadır, ancak sadece birkaç büyük devletin bunu yapabilecek kapasiteye sahip olduğu açıktır. 20. yüzyılda Guernica, Şanghay, Dresden, Tokyo, Hiroşima ve Rakka çapındaki yıkıcı bombardımanlar sadece 4 devlet tarafından yapılmıştır.
Bu tür katliamlar militarizmin hortlaması ve ırk teorisiyle birleşmesiyle gerçekleşebilmiştir. 2. Dünya Savaşı sürecinde Almanya ve Japonya militarist devletlerdi; İngiltere ve ABD ise militarist olmayıp savaşta askerîleşmiş devletlerdi; ancak dördü de ırkçıydı. Amerikalı generaller askerlerine “sarı p..leri öldürün” derken, Japonlar da Çinlileri “aşağılık”, Beyazları “ödlek” olarak niteliyordu. Günümüzde de ırkçılık farklı biçimlerde sürmekte olup, bu en bariz şekilde Batı ülkelerinde göze çarpmaktadır.
Yakın dönemin ilginç özelliklerinden biri de, eskiden fiilen dokunma veya fırlatma mesafesinde gerçekleştirilen öldürme eyleminin, şimdi çok uzaklardan yapılabilmesidir. Colorado’da ekran başında oturan bir drone operatörü sabah nöbetinde 15 bin kilometre uzaktaki bir Afganlıyı öldürüp evine yemeğe gitmekte, paydostan önce bunu birkaç defa daha tekrarlayabilmektedir. Nazi subayları da ölüm fırınlarından 5 dakika uzaktaki evlerinde aileleriyle normal bir akşam geçirirdi.
Askerlerin düşmanla daha hiç göz temasına girmeden, cepheye geldikleri ilk dakikalarda çok uzaktan yapılan top ateşiyle ölmeleri 1. Dünya Savaşı’nda ortaya çıkmış bir durumdur; şimdi ise ölümlerin neredeyse yarısından fazlası bu şekilde gerçekleşmektedir.
Zaman ilerledikçe savaş insanlığın ayrılmaz bir parçası olmaktan hiç çıkmadığı gibi, giderek sivilleri daha fazla kapsamaya başladı. Irkçı bakışın yaygınlığı, sivillerin toplu katliamını getirdi. Japonların “Rape of Nanking” (Nanking Tecavüzü) adı verilen katliamı veya hıyarcıklı vebayla Çinlileri öldürmeleri; Nazilerin ölüm kampları ve Rusya’da sayısız sivili katletmeleri; Rusların 1930’larda milyonlarca Ukraynalıyı ölüme sürükledikleri Holodomor hadisesi; Ruanda ve Kamboçya ölüm tarlaları; Suriye bombardımanları; Filistin kamplarının basılması yaşanan binlerce olayın en bilinenlerinden birer bölümdür. Dünya kamuoyunun bunlardan “fazla etkilenmemesi” için katliamları mazur gösteren kampanyalar, özellikle Batı ülkeleri tarafından başarıyla yürütülmektedir.
Bütün bunlar vahşetin kültürel mi, yoksa genetik mi olduğu tartışmasını gündeme getirmiştir. Barışa inanmak isteyenler bunun kültürel olduğunu ve insanlıktan silinebileceğini ileri sürer. Ne var ki, medeniyetin zulümle inşa edilmiş olması aksine işaret etmektedir. Savaş, neolitikten uygarlığa geçişte, şehirlerin varlık nedenlerinden birisiydi; bundan sonra da şehirlerin zenginliği bizzat şiddetin hedefi oldu. Şehirler, 2 yüzyıl öncesine kadar surların içerisinde yaşamak zorundaydı. Sözkonusu süreç içerisinde daha barışçı halklar şiddete daha yatkın olanlar tarafından tasfiye edildiler; galip taraflar ise “uygarlığın” kurucuları oldular. Vahşete karşı mücadele daha çok uzun süre insanlığın gündemindeki en önemli konulardan biri olmayı sürdürecek. ■