Yarım yüzyıl önce Nur Baba, Kiralık Konak, Yaban gibi pek çok popüler romanın yazarı, büyük edibimiz Yakup Kadri Karaosmanoğlu’yla söyleşi yapmış ve fotoğraflarını çekmiştim. Karaosmanoğlu’nun bazı kitaplarının kapaklarını yapmak da bana kısmet olmuştu.
Değerli ediplerimizden Ruşen Eşref Ünaydın yüz yıl önce kendi zamanında yaşayan ediplerle Diyorlar ki başlığı altında söyleşiler yapmış. Bunları topluca yayınladığı kitabın ilk basım tarihi 1918. Daha sonra, Hikmet Feridun Es, sanırım 1930’lu yıllarda akıllıca bir işe girişerek, Bugün de Diyorlar ki başlığı ile kendi zamanının yazarlarıyla edebiyat tarihimize ışık tutacak söyleşilerin ikinci dalgasını gerçekleştirmiş.
1957 yılı olacak, ben Hayat dergisinde bir yıllık foto muhabiriyim. Hikmet Feridun Es, Hayat dergisinin “Neşriyat Müdürü” idi. O ve Şevket Rado, bu mülakat-röportaj arası söyleşilerin yeni ustası Mustafa Baydar ile konuşup anlaşmışlar. Yaşayan eski-yeni ediplerle bir dizi söyleşi yapılacak. Bu dizinin ana başlığı da “Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar?” olacak. Beni de fotoğrafçı olarak Mustafa Bey’in yanına kattılar. Aman ne güzel iş, arşivim zenginleştikçe zenginleşecek.
Konuyu izleyişimiz üç beş ayı buldu. Kimlerle görüşmedik ki… Evine konuk olduklarımızdan biri de Yakup Kadri Karaosmanoğlu idi. Kaldığı apartman dairesi Teşvikiye Caddesi’ne paralel sokaklardan birindeydi. Görüşmenin ayrıntılarını fotoğrafladıktan sonra, yazarımızın portrelerini de çekmek kaçınılmazdı. Şömine benzeri bir yerin üzerinde daha genç halinde yapılmış yağlı boya bir resmi asılıydı. Onun önünde de bir fotoğrafını çektim. Üstat eski sanatkârların klâsik pozlarından esinlenmiş bir biçimde sağ elinin başparmağını çenesine dayamış, işaret parmağını da şakağına götürmüştü.
Yakup Kadri, ömrünün bir bölümünü büyükelçi olarak Avrupa ülkelerinde geçirdikten sonra emekli olmuş ve İstanbul’a yerleşmişti. Aklımda kaldığına göre o günlerin anıları ile fazlaca meşguldü. Baydar’la yaptığı söyleşide daha çok bu diplomatlığa nasıl itildiği üzerinde duruyordu. Nitekim büyükelçilik anıları Ankara’da Zoraki Diplomat adıyla yayımlandı. Kitap kapağını yapmak da bana kısmet olmuştu. Kapağa yukarıda sözünü ettiğim fotoğrafı yerleştirmiştim.
Onunla ikinci karşılaşmam, Eminönü Halkevi’nin konferans salonunda oldu. Halide Edip Adıvar’a bir ödül verilecekti, ancak kendisi hasta olduğu için törene gelememişti. Yakup Kadri Bey, Halit Fahri Ozansoy’la yanyana oturuyordu. Halit Fahri Bey bizim derginin kadrosundaydı. Beni de çok severdi. Haliyle onunla konuşurken, Yakup Kadri Bey’le de konuşmuş oluyordum.
1960 yılında ben Ankara’ya atandıktan sonraki yıllarda Karaosmanoğlu da, ben de artık Ankaralıydık. 1960’ta Kurucu Meclis üyesi oldu. 1961 yılında demokrasiye yeniden geçiş sırasında toplanan Meclis’te de Manisa milletvekili oldu. Onun en yaşlı üye sıfatıyla meclis başkanlığı kürsüsünde bulunduğu sırada çekilmiş fotoğraflarım da vardır.
1965 yılının başından itibaren Hayat dergisinde Yakup Kadri’nin bu kez “Gençlik ve Edebiyat Hatıraları” ana başlığı ile yeni bir dizi yazısı yayımlanmaya başlayacaktı. Ben dergimizin 1960’da açılan bürosuna atandığım zaman Ankara temsilcimiz Yılmaz Çetiner olacaktı. Ancak o, 27 Mayıs öncesi aynı zamanda iki ortağıyla birlikte Demokrat Parti’yi destekleyen bir akşam gazetesi çıkarmaktaydı. Menderes zamanında resmi ilanlarla, kağıt tahsisleriyle ve banka kredileriyle desteklenen bu tür gazetelere “besleme basın” deniyordu. 27 Mayıs ihtilâli olunca, Çetiner çıkardığı gazeteden dolayı cezalandırılabileceği kuşkusuna kapıldı, demoralize oldu. Büromuza hiç uğramadı, daha sonra da İstanbul’a taşındı. Beş yıldır büroyu tek başıma ben çekip çeviriyordum. Yazı işlerinden Yakup Kadri ile görüşmemi ve yeni başlayacak tefrika hakkında bir tanıtım röportajı yapmamı istediler.
Çankaya’da, İnönü köşküne komşu bir apartman katında oturuyordu. Vaktiyle Cumhuriyet’in ilk yıllarında hemen oracıkta bir evi varmış ve bir nedenle elden çıkmış. Belki de o noktayı seçmiş olması bir çeşit nostalji ve duygusallık nedeniyle olmuştur.
Tek sözcüğünü kaçırmamak niyetindeydim. Söze, “Şimdiki gibi o vakit de edebî münakaşalar sövmekle biterdi” diye başladı. Ziya Gökalp’in arka çıktığı Genç Kalemler’den söz ediyordu. En güçlü tartışmalar sade Türkçe üzerineymiş. “Ama sade Türkçe’den anladıkları şey, bugün anladığımız gibi sistematize olmuş bir şey değildi. Öz Türkçe demezlerdi, yeni lisan derlerdi” dedi. İlk ağızda anlattıkları, kendisinin romanlarında farkında olmadan gittikçe daha sadeleşmeye gittiğini belirtmek üzere yapılan bir girişti.
Yaşam öyküsünden bir bölümünü Ruşen Eşref’ten okumuştum. Onun portresini çizerken, “Naif vücudunun üstünde bir mücessem küre gibi duran başı ve artık kırlaşmaya yüz tutmuş siyah kaşlarının altında iri iri parlayan gözleri” tanımlamasını yapmıştı. Beğendiğim bu tanımlamayı da röportajımın bir köşesine iliştirerek söyleşiye devam ettik. Bu anıları yazmaya hangi nedenle karar verdiğini sordum. “Maksadım ‘Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer’ dedikleri bir hayale kapılmak değildir. Aynı zamanda memleket gençliğine edebiyat tarihi bakımından bir hizmette bulunmak fikriyle bunları kaleme almış bulunuyorum. Yazılarım bir edebiyat dersi telakki edilmemelidir. Aksi halde sıkıcı bir şey olurdu” şeklinde yanıtlamıştı sorumu. Son zamanlarda aydın gençliğin gereğinden fazla politikaya çekilmiş olmasından yakınıyordu. Gençliğin bu havadan kurtulması, millî hayatımızda daha çekici alanların var olduğunun anlatılması gerektiğine inancını dile getiren düşünceler öne sürüyordu. “Onları bu ufuklara çekebilir miyim bilmiyorum, ama onlara ders vermenin sıkıcı olabileceğinin de farkındayım. O yüzden hatıralarımı yazarken onlara bir roman havası vermeye çalıştım” diyordu. “Peki, bu hatıralar bilinen edebiyat tarihimize fazladan neler getirecek” diye sorduğumda da şunları söylemişti: “Harf inkılâbı yaptığımızda geçmişimizle bağı koparmıştık. Kopan şeyi okullarda öğretmenler pamuk iplikleriyle bağlamaya çalışıyorlar. Ben şimdi bu iplikleri daha kuvvetli bir bağ şekline sokmaya gayret ediyorum.”
Tevfik Fikret, Abdülhak Hâmit, Cenap Şahabettin gibi ediplerin özel hayatlarını ve politik görüşlerini anlatırken, iki dönemi birlikte yaşayanlarca eleştirilmeyi göze almakla birlikte, savunmasını da şöyle yapıyordu: “Bilirsiniz ki ben her şeyden önce romancıyım” diyordu, “Ele aldığım insanları tahlil etmeyi severim. Her insan kompozedir. Yani iyi tarafları da vardır, kötü tarafları da. Bahsettiğim şahısları olduğu gibi, davranışlarını da zamanın fikir cereyanları içinde değerlendirmeye gayret ederek anlattım.”
Anılarda en çok kimlerin yer aldığını sormuştum. En çok yakın arkadaşlarından söz etmiş. Bunlar da Ahmet Haşim ile Yahya Kemal imiş. “Bugün Cenap Şahabettin ve Tevfik Fikret’in şiirlerini pek hatırlamazsınız ama birbirinin zıddı gibi görünen Ahmet Haşim ile Yahya Kemal bir devir açmamışlarsa da eski ve yeni arasında köprü teşkil etmişlerdir. Yahya Kemal şiirlerinden çok, ne yazık ki kayda geçmemiş konuşmalarıyla birçok gence ufuklar açmıştır. Meselâ Ahmet Hamdi onun yetiştirdiği bir insandır. Bugün şiirler serbest nazımla yazılıyor. O yolu açan da Ahmet Haşim’dir. Daha başkaları da var ama, ben en tepedekileri yazdım” demişti.
Söz döndü dolaştı, öz Türkçe üzerinde yoğunlaştı. “Bugünü hazırlayan dündür” dedi. Masasının üzerinde siyah ciltli kocaman bir kitap vardı. Elini onun üzerine koydu. “Bu Şemsettin Sami’nin meşhur lûgati. Dün akşam önsözünü okuyordum. Altmış yetmiş yıl önce öz dilden bahsediyor. Çağataycadan bile kelimeler alınıp, Arapça ve Farsçalarının birer birer atılması gerektiğinden söz ediyor” dedikten sonra vaktiyle bu akımın destekçisi olan daha pek çok yazarın bulunduğu, örneğin Şinasi’nin bir öz Türkçeci olduğunu, “Yoktur Tapacak, Çalaptır Ancak” sözünün ona ait olduğunu. Molière çevirmeni Ahmet Vefik Paşa’nın “Arapça isteyen Urbâna gitsin, Acemce isteyen Îrâna gitsin / Ki biz Türküz bize Türkî gerek” diyecek kadar bu fikri benimsediğini, sonra bu sorunu Ziya Gökalp’in ele aldığını, sistematik hale getirdiğini anlattıktan sonra “Gökalp, Arapçanın ahenk ölçüsü olan aruz veznini atalım, nesirde de kelime alabiliriz ama kaide almamalıyız diyordu” dedikten ve kendi anlayışına göre bir dereceye kadar sadeleştirmeden yana olduğunu kaydettikten sonra da, sözlerine ancak sevgili dostu olduğunu söylediği rahmetli Nurullah Ataç’ın yolunun da pek çıkar yol olmadığını eklemişti. “Tamamıyla saf dil olmaz, bütün diller birbirinden etkilenir ve ödünç kelime alır. Bir dil gelişmeyi izlemezse o dilde ‘oturdum kalktım’dan öteye bir şey konuşulmaz olur” düşüncesindeydi. Söyleşinin son sözü “Dilleri yapanlar dil bilginleri değil, şairler ve yazarlardır” olmuştu.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Gençlik ve Edebiyat Hatıraları kendisiyle yaptığım söyleşinin yayınlanmasından bir hafta sonra, 1 Ocak 1965 tarihli Hayat dergisinde yayınlanmaya başladı. İlk sayfada benim çektiğim portresi yer alıyordu. Onun altına kendisinin şairini anımsayamadığı bir ikilik kayıt düşülmüştü: “Tövbe ya rab, hata rahına gittiklerime / Bilüp ettiklerime, bilmeyüp ettiklerime…” Anılar dergide 34 hafta süresince yayınlandı.
Böylece, tam yarım yüzyıl önce bu vesileyle Kiralık Konak, Hüküm Gecesi, Sodom ile Gomore, Yaban, Ankara, Panorama gibi pek çok popüler romanın yazarı bir büyük edibimizle bir görüşme yapmış olmak, portrelerini arşivime katmak beni çok mutlu etmişti. Daha sonraları da, birçok kere kendisiyle bir araya gelmiştik. Yeni baskıları yapılan bazı kitaplarının kapaklarını yapmak da bana kısmet olmuştu.