Kasım
sayımız çıktı

Diplomat, siyasetçi, ama önce romancı…

Yarım yüzyıl önce Nur Baba, Kiralık Konak, Yaban gibi pek çok popüler romanın yazarı, büyük edibimiz Yakup Kadri Karaosmanoğlu’yla söyleşi yapmış ve fotoğraflarını çekmiştim. Karaosmanoğlu’nun bazı kitaplarının kapaklarını yapmak da bana kısmet olmuştu.

Değerli ediplerimizden Ruşen Eşref Ünay­dın yüz yıl önce kendi zamanında yaşayan edipler­le Diyorlar ki başlığı altın­da söyleşiler yapmış. Bunla­rı topluca yayınladığı kitabın ilk basım tarihi 1918. Daha sonra, Hikmet Feridun Es, sa­nırım 1930’lu yıllarda akıllı­ca bir işe girişerek, Bugün de Diyorlar ki başlığı ile kendi zamanının yazarlarıyla ede­biyat tarihimize ışık tutacak söyleşilerin ikinci dalgasını gerçekleştirmiş.

1957 yılı olacak, ben Ha­yat dergisinde bir yıllık fo­to muhabiriyim. Hikmet Fe­ridun Es, Hayat dergisinin “Neşriyat Müdürü” idi. O ve Şevket Rado, bu mülakat-rö­portaj arası söyleşilerin yeni ustası Mustafa Baydar ile ko­nuşup anlaşmışlar. Yaşayan eski-yeni ediplerle bir dizi söyleşi yapılacak. Bu dizinin ana başlığı da “Edebiyatçı­larımız Ne Diyorlar?” ola­cak. Beni de fotoğrafçı olarak Mustafa Bey’in yanına kattı­lar. Aman ne güzel iş, arşivim zenginleştikçe zenginleşecek.

Gençlik ve Edebiyat Hatıraları’nın son sayfalarını yazmaya devam ederken.

Konuyu izleyişimiz üç beş ayı buldu. Kimlerle görüşme­dik ki… Evine konuk oldukla­rımızdan biri de Yakup Kadri Karaosmanoğlu idi. Kaldığı apartman dairesi Teşvikiye Caddesi’ne paralel sokaklar­dan birindeydi. Görüşmenin ayrıntılarını fotoğrafladıktan sonra, yazarımızın portrele­rini de çekmek kaçınılmaz­dı. Şömine benzeri bir yerin üzerinde daha genç halinde yapılmış yağlı boya bir resmi asılıydı. Onun önünde de bir fotoğrafını çektim. Üstat eski sanatkârların klâsik pozların­dan esinlenmiş bir biçimde sağ elinin başparmağını çene­sine dayamış, işaret parmağı­nı da şakağına götürmüştü.

Yakup Kadri’nin 1957 yılında Teşvikiye’deki apartman dairesinde çektiğim ilk fotoğrafı.

İstanbul’dan Ankara’ya taşınan Yakup Kadri Çankaya’da, İnönü köşküne komşu bir apartman katında
oturuyordu. Vaktiyle Cumhuriyet’in ilk yıllarında hemen oracıkta bir evi varmış ve bir nedenle elden çıkmış. Belki de o noktayı seçmiş olması bir çeşit nostalji ve duygusallık nedeniyle olmuştur.

Yakup Kadri, ömrünün bir bölümünü büyükelçi olarak Avrupa ülkelerinde geçirdik­ten sonra emekli olmuş ve İs­tanbul’a yerleşmişti. Aklım­da kaldığına göre o günlerin anıları ile fazlaca meşguldü. Baydar’la yaptığı söyleşide daha çok bu diplomatlığa na­sıl itildiği üzerinde duruyor­du. Nitekim büyükelçilik anı­ları Ankara’da Zoraki Diplo­mat adıyla yayımlandı. Kitap kapağını yapmak da bana kıs­met olmuştu. Kapağa yuka­rıda sözünü ettiğim fotoğrafı yerleştirmiştim.

Onunla ikinci karşılaş­mam, Eminönü Halkevi’nin konferans salonunda oldu. Halide Edip Adıvar’a bir ödül verilecekti, ancak kendisi hasta olduğu için törene ge­lememişti. Yakup Kadri Bey, Halit Fahri Ozansoy’la yan­yana oturuyordu. Halit Fahri Bey bizim derginin kadrosun­daydı. Beni de çok severdi. Haliyle onunla konuşurken, Yakup Kadri Bey’le de konuş­muş oluyordum.

1964 yılı Ocak ayında Ankara’daki evinde çektiğim ve Gençlik ve Edebiyat Hatıraları dizisinin başında kullanılan portresi.

1960 yılında ben Anka­ra’ya atandıktan sonraki yıl­larda Karaosmanoğlu da, ben de artık Ankaralıydık. 1960’ta Kurucu Meclis üyesi oldu. 1961 yılında demokrasiye ye­niden geçiş sırasında topla­nan Meclis’te de Manisa mil­letvekili oldu. Onun en yaşlı üye sıfatıyla meclis başkan­lığı kürsüsünde bulunduğu sırada çekilmiş fotoğraflarım da vardır.

1965 yılının başından iti­baren Hayat dergisinde Ya­kup Kadri’nin bu kez “Gençlik ve Edebiyat Hatıraları” ana başlığı ile yeni bir dizi yazı­sı yayımlanmaya başlayacak­tı. Ben dergimizin 1960’da açılan bürosuna atandığım zaman Ankara temsilcimiz Yılmaz Çetiner olacaktı. An­cak o, 27 Mayıs öncesi aynı zamanda iki ortağıyla birlikte Demokrat Parti’yi destekle­yen bir akşam gazetesi çıkar­maktaydı. Menderes zama­nında resmi ilanlarla, kağıt tahsisleriyle ve banka kre­dileriyle desteklenen bu tür gazetelere “besleme basın” deniyordu. 27 Mayıs ihtilâ­li olunca, Çetiner çıkardığı gazeteden dolayı cezalandırı­labileceği kuşkusuna kapıldı, demoralize oldu. Büromuza hiç uğramadı, daha sonra da İstanbul’a taşındı. Beş yıldır büroyu tek başıma ben çekip çeviriyordum. Yazı işlerinden Yakup Kadri ile görüşmemi ve yeni başlayacak tefrika hak­kında bir tanıtım röportajı yapmamı istediler.

Çankaya’da, İnönü köşkü­ne komşu bir apartman ka­tında oturuyordu. Vaktiyle Cumhuriyet’in ilk yıllarında hemen oracıkta bir evi varmış ve bir nedenle elden çıkmış. Belki de o noktayı seçmiş ol­ması bir çeşit nostalji ve duy­gusallık nedeniyle olmuştur.

Anılarını yazmaya nasıl karar verdiğini “Maksadım
‘Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer’ dedikleri
bir hayale kapılmak değildir. Aynı zamanda
memleket gençliğine edebiyat tarihi bakımından
bir hizmette bulunmak fikriyle bunları kaleme
almış bulunuyorum. Yazılarım bir edebiyat dersi
telakki edilmemelidir” diye açıklamıştı.

Tek sözcüğünü kaçır­mamak niyetindeydim. Söze, “Şimdiki gibi o vakit de edebî münakaşalar sövmek­le biterdi” diye başladı. Ziya Gökalp’in arka çıktığı Genç Kalemler’den söz ediyordu. En güçlü tartışmalar sade Türkçe üzerineymiş. “Ama sade Türk­çe’den anladıkları şey, bugün anladığımız gibi sistematize ol­muş bir şey değildi. Öz Türkçe demezlerdi, yeni lisan derler­di” dedi. İlk ağızda anlattıkla­rı, kendisinin romanlarında farkında olmadan gittikçe daha sadeleşmeye gittiğini belirt­mek üzere yapılan bir girişti.

Hüküm Gecesi kitabının kapağını ben yapmıştım. Kapağın büyütülmüş bir fotoğrafını da poster gibi hazırlayıp kitapçı vitrinine koymuştuk (en yukarıda). Yakup Kadri onun önünde bana poz vermişti. Kitaplarını yayımlayan Bilgi Yayınevi’nin matbaasının açılış kurdelesini kesme onuru ona verilmişti.

Yaşam öyküsünden bir bölümünü Ruşen Eşref’ten okumuştum. Onun portre­sini çizerken, “Naif vücudu­nun üstünde bir mücessem küre gibi duran başı ve artık kırlaşmaya yüz tutmuş siyah kaşlarının altında iri iri par­layan gözleri” tanımlaması­nı yapmıştı. Beğendiğim bu tanımlamayı da röportajımın bir köşesine iliştirerek söy­leşiye devam ettik. Bu anıları yazmaya hangi nedenle karar verdiğini sordum. “Maksadım ‘Geçmiş za­man olur ki hayali cihan de­ğer’ dedikleri bir hayale kapıl­mak değildir. Aynı zamanda memleket gençliğine edebiyat tarihi bakımından bir hizmet­te bulunmak fikriyle bunları kaleme almış bulunuyorum. Yazılarım bir edebiyat der­si telakki edilmemelidir. Ak­si halde sıkıcı bir şey olurdu” şeklinde yanıtlamıştı sorumu. Son zamanlarda aydın gençli­ğin gereğinden fazla politikaya çekilmiş olmasından yakını­yordu. Gençliğin bu havadan kurtulması, millî hayatımızda daha çekici alanların var oldu­ğunun anlatılması gerektiğine inancını dile getiren düşün­celer öne sürüyordu. “Onları bu ufuklara çekebilir miyim bilmiyorum, ama onlara ders vermenin sıkıcı olabileceğinin de farkındayım. O yüzden hatıralarımı yazarken onlara bir roman havası vermeye ça­lıştım” diyordu. “Peki, bu hatı­ralar bilinen edebiyat tarihi­mize fazladan neler getirecek” diye sorduğumda da şunla­rı söylemişti: “Harf inkılâbı yaptığımızda geçmişimiz­le bağı koparmıştık. Kopan şeyi okullarda öğretmenler pamuk iplikleriyle bağlamaya çalışıyorlar. Ben şimdi bu iplikleri daha kuvvetli bir bağ şekline sokmaya gayret edi­yorum.”

Tevfik Fikret, Abdülhak Hâmit, Cenap Şahabettin gi­bi ediplerin özel hayatlarını ve politik görüşlerini anlatır­ken, iki dönemi birlikte ya­şayanlarca eleştirilmeyi göze almakla birlikte, savunması­nı da şöyle yapıyordu: “Bilir­siniz ki ben her şeyden önce romancıyım” diyordu, “Ele al­dığım insanları tahlil etmeyi severim. Her insan kompoze­dir. Yani iyi tarafları da vardır, kötü tarafları da. Bahsettiğim şahısları olduğu gibi, davra­nışlarını da zamanın fikir ce­reyanları içinde değerlendir­meye gayret ederek anlattım.”

Bilgi Kitabevi’ni ziyareti sırasında yayınevi ve kitabevinin sahibi Ahmet Küflü ile (solda). Geçici Meclis Başkanlığı sırasında Devlet Başkanı Cemal Gürsel ile (sağda).

Anılarda en çok kimlerin yer aldığını sormuştum. En çok yakın arkadaşlarından söz etmiş. Bunlar da Ahmet Haşim ile Yahya Kemal imiş. “Bugün Cenap Şahabettin ve Tevfik Fikret’in şiirlerini pek hatırlamazsınız ama birbiri­nin zıddı gibi görünen Ahmet Haşim ile Yahya Kemal bir devir açmamışlarsa da eski ve yeni arasında köprü teş­kil etmişlerdir. Yahya Kemal şiirlerinden çok, ne yazık ki kayda geçmemiş konuşmala­rıyla birçok gence ufuklar aç­mıştır. Meselâ Ahmet Hamdi onun yetiştirdiği bir insandır. Bugün şiirler serbest nazımla yazılıyor. O yolu açan da Ah­met Haşim’dir. Daha başkala­rı da var ama, ben en tepede­kileri yazdım” demişti.

“Tamamıyla saf dil
olmaz, bütün diller
birbirinden etkilenir ve
ödünç kelime alır. Bir dil
gelişmeyi izlemezse o dilde
‘oturdum kalktım’dan
öteye bir şey konuşulmaz
olur” düşüncesindeydi.
Söyleşimizin son sözü
“Dilleri yapanlar dil
bilginleri değil, şairler ve
yazarlardır” olmuştu.

Söyleşimiz sırasında bir düşünceye dalış ânı.

Söz döndü dolaştı, öz Türkçe üzerinde yoğunlaş­tı. “Bugünü hazırlayan dün­dür” dedi. Masasının üze­rinde siyah ciltli kocaman bir kitap vardı. Elini onun üzerine koydu. “Bu Şemset­tin Sami’nin meşhur lûgati. Dün akşam önsözünü oku­yordum. Altmış yetmiş yıl önce öz dilden bahsediyor. Çağataycadan bile kelimeler alınıp, Arapça ve Farsçaları­nın birer birer atılması gerek­tiğinden söz ediyor” dedik­ten sonra vaktiyle bu akımın destekçisi olan daha pek çok yazarın bulunduğu, örneğin Şinasi’nin bir öz Türkçeci ol­duğunu, “Yoktur Tapacak, Çalaptır Ancak” sözünün ona ait olduğunu. Molière çevir­meni Ahmet Vefik Paşa’nın “Arapça isteyen Urbâna git­sin, Acemce isteyen Îrâna git­sin / Ki biz Türküz bize Türkî gerek” diyecek kadar bu fikri benimsediğini, sonra bu soru­nu Ziya Gökalp’in ele aldığı­nı, sistematik hale getirdiği­ni anlattıktan sonra “Gökalp, Arapçanın ahenk ölçüsü olan aruz veznini atalım, nesirde de kelime alabiliriz ama kaide almamalıyız diyordu” dedik­ten ve kendi anlayışına göre bir dereceye kadar sadeleş­tirmeden yana olduğunu kay­dettikten sonra da, sözlerine ancak sevgili dostu olduğunu söylediği rahmetli Nurullah Ataç’ın yolunun da pek çıkar yol olmadığını eklemişti. “Ta­mamıyla saf dil olmaz, bütün diller birbirinden etkilenir ve ödünç kelime alır. Bir dil gelişmeyi izlemezse o dilde ‘oturdum kalktım’dan öte­ye bir şey konuşulmaz olur” düşüncesindeydi. Söyleşinin son sözü “Dilleri yapanlar dil bilginleri değil, şairler ve ya­zarlardır” olmuştu.

Kayınbiraderi Burhan Belge’nin cenazesinde (sağdan ikinci).

Yakup Kadri Karaosma­noğlu’nun Gençlik ve Ede­biyat Hatıraları kendisiyle yaptığım söyleşinin yayın­lanmasından bir hafta son­ra, 1 Ocak 1965 tarihli Ha­yat dergisinde yayınlanma­ya başladı. İlk sayfada benim çektiğim portresi yer alı­yordu. Onun altına kendisi­nin şairini anımsayamadı­ğı bir ikilik kayıt düşülmüş­tü: “Tövbe ya rab, hata rahına gittiklerime / Bilüp ettikleri­me, bilmeyüp ettiklerime…” Anılar dergide 34 hafta süre­since yayınlandı.

Böylece, tam yarım yüz­yıl önce bu vesileyle Kiralık Konak, Hüküm Gecesi, So­dom ile Gomore, Yaban, An­kara, Panorama gibi pek çok popüler romanın yazarı bir büyük edibimizle bir görüş­me yapmış olmak, portreleri­ni arşivime katmak beni çok mutlu etmişti. Daha sonraları da, birçok kere kendisiyle bir araya gelmiştik. Yeni baskı­ları yapılan bazı kitaplarının kapaklarını yapmak da bana kısmet olmuştu.