1896’da düzenlenen ilk modern olimpiyat oyunlarında maraton koşmasına izin verilmeyen Yunan kadın Stamata Revithi, ertesi gün aynı mesafeyi koşmuş ve yolda alışverişe uğradığı için biraz geciktiğini söylemişti! Onu Fransız Marie-Louise Ledru, İngiliz Violet Percy ve Amerikalı Arlene Pieper izledi. 1966-67-68’de Boston Maratonu’nda ise Bobbi Gibb ve Kathrine Switzer muhteşem başarılara imza attılar.
Önce anlatılan hikaye… 8 Mart 1857’de New York’ta binlerce işçi çalışma koşullarının iyileştirilmesi için bir tekstil fabrikasında greve gitmişti. Polis müdahil olunca, ortalık kan gölüne dönmüştü. Yaygın inanışa göre Dünya Kadınlar Günü, bu trajediden doğmuştu.
Sonra tarihçilerin anlattığı… Aslında bu olay hiç olmamıştı. Çoğu kadın 129 kişi ölmemişti. Dünya Kadınlar Günü, 1921’den beri 8 Mart’ı kutlayan Sovyetler Birliği’ne bırakılmak istenmediğinden bir dezenformasyon yapılmış, 1955’te bu grev icat edilmişti.
Peki ne olmuştu?
8 Mart 1908’de yine New York’ta toplanan 15 bin Amerikalı kadın işçi, çalışma saatlerinin kısaltılmasını, daha iyi ücreti ve seçme-seçilme haklarını talep etmişti. 1910’da 2. Enternasyonal’in Kopenhag’da düzenlenen kongresinde konuşan Klara Zetkin’in dile getirdiği “kadınlar için uluslararası bir gün”, ilk defa ertesi yılın 19 Mart’ında kutlanmıştı. Bu kutlamalardan tam altı gün sonra New York’ta çıkan bir yangında, 146 kadın işçi hayatını kaybetmişti.
8 Mart 1917’de bu defa değişim ve dönüşümün iyiden iyiye hissedildiği Rusya’da kadın işçiler ayaklanmıştı. İşte Ekim Devrimi’nden sonra 1921’de bu günün adı konmuş, 8 Mart kadınların günü olmuştu. 8 Mart’ı 1975’ten bu yana kutlamaya başlayan Birleşmiş Milletler ise 16 Aralık 1977’de aldığı bir kararla bu günü dünya kadınlarına armağan etmişti.
Kadınlar ilk defa 1900’de olimpiyat heyecanı yaşamıştı. Paris’te teniste zafere ulaşan İngiliz Charlotte Cooper, modern zamanların taçlanan ilk kadın sporcusu olmuştu.
İlk modern olimpiyat ise bu hadiseden dört yıl önce, 1896’da Atina’ydı. Oyunların babası Baron Pierre de Coubertin kadınların, çocuklarını spor yapmaya teşvik etmeleri ve eşlerinin başarılarını alkışlamaları gerektiğine inanıyordu. Fransız filolog Michel Bréal, Maraton Muharebesinde Perslere karşı kazanılan zaferi Atina’ya koşarak duyuran ulak Pheidippides efsanesinden etkilenmiş; yakın arkadaşı Coubertin’e aynı koşunun olimpiyat takvimine alınması gerektiğini anlatmıştı. Kazanmanın değil bitirmenin önemli olduğu o destansı koşu, işte böyle doğmuştu (Başta mesafesi değişse de, 1908 Londra Yaz Oyunları’nda Windsor Sarayı ile Olimpiyat Stadyumu arasındaki 42 kilometre 195 metrelik mesafe, o günden itibaren resmiyet kazanacaktı).
Gölgeden günışığına…
İşte 1896’da, ilk olimpiyatın yapıldığı günlerde Stamata Revithi adlı 30 yaşında bir kadın, erkeklerin kendisiyle dalga geçmesine kulak asmayarak yarışın yapılacağı yere geldi. Ona sahip çıkan belediye başkanı evini vermiş, bazı gazeteciler de ilgi göstermişti.
Olimpiyat tarihçisi Athanasisos Tarasouleas’ın yazdığına göre çok yaşlı gösteren sarışın bir kadındı. İddialıydı; parkuru üç saatte bitireceğini söylüyordu. Yarıştan önceki gün bir şey yemeyeceğini vurguluyor, sayısız defa açken çocuklarını taşıdığını vurguluyordu. Stadyuma vardığında hiçbir seyircinin kalmayacağını iddia edenlere gülüp geçiyordu. Coubertin’e göre kadın olimpik sporcular ne ilginçti ne de estetik. Oyunlar sadece erkekler için olmalıydı. Organizasyon komitesi de katılım için gereken sürenin dolduğunu söylüyor, Revithi’ye gerekli izin çıkmıyordu. Spor tarihçileri David Martin ile Roger Gynn’e göre, tek sorun tabii onun cinsiyetiydi.
Hayalkırıklığına uğrayan Revithi’nin başka planları vardı. Maraton yarışının ertesi günü Revithi, aynı parkuru koşmaya başladı! Kasaba sakinlerinin şahitliğinde saat 08.00’de start alan azim abidesi, 13.30’da Panathinaiko Stadyumu’na geliyordu. İçeri girmesine askerler izin vermemişti. Tevatüre göre “yolda biraz alışveriş yapmak için durmasam, çok daha hızlı olurdum” diyerek dalgasını geçmişti.
Bu hadise sayesinde tanıdığımız Revithi’nin sonraki yaşamına dair hiçbir şey bilinmiyor. Adını Zeus’un trajedilerden sorumlu kızı Melpomene’den alan ikinci bir kadının da aynı maratonu koştuğu iddia edilse de, kimi olimpiyat tarihçileri bunun da Revithi olduğunu yazıyor. Bir şey kesinse, o da kadınların bir sonraki olimpiyatlarda boy gösterdiği!
Çığır açanlar
Bu Yunan öncüden sonra da, başka kadınlar da aynı maceranın peşine düştü. Fransız Marie-Louise Ledru 1918’de maratonu tamamlarken, İngiliz Violet Percy 1926’da 3 saat 40 dakikalık bir süreye imzasını attı. Uluslararası Atletizm Federasyonları Birliği (IAAF) tarafından da kabul edilen derece inanılmazdı. ABD’de ise 42 kilometre 195 metreyi tamamlayan ilk atlet Arlene Pieper olacaktı.
19 Nisan 1966’da Roberta Louise nam-ı diğer Bobbi Gibb, Boston maratonunu bitirdiğinde tüm manşetler ondan bahsediyordu. Yarışan erkek atletlerin üçte ikisini geride bırakmıştı. Boston’da yaşayan genç kadın, atlet William Bingay’la tanıştıktan sonra dur durak bilmiyor, beraber koşuyorlardı. O zamanlar kadınlar için koşu ayakkabısı yoktu; antrenmanlarını Kızılhaç hemşirelerin giydiği deri ayakkabılarla yapıyordu.
Gibb kafasına koymuştu; ne olursa olsun Boston’da tarih yazacaktı. İki yıl maraton için özel çalışan atlet, günde 60 kilometre deviriyordu. Şubat’ta yaptığı resmî başvuru reddedilmiş, yarışın direktörü tarafından “kadınların bu kadar uzun mesafeleri tamamlamasının mümkün olmayacağı” bildirilmişti. Yarışın koşulacağı gün gelmiş çatmıştı. Erkek kardeşinin şortunu giyen kadın, başlama yerinin yakınlarında saklanıyor, maratonun başlamasından sonra koşanların arasına karışıyordu. Kısa sürede kadın olduğu anlaşılmıştı. Gerek sporcular, gerek izleyiciler tarafından sıcak karşılanan öncü sporcu, üzerindeki kalın sweatshirt’ü atıp yoluna devam etmişti.
Ağlayanlar, çığlık atanlar, coşanlar… 3 saat 21 dakika sonra bitiş çizgisine geldiğinde, onu Massachusetts Valisi John Volpe karşılamıştı. Ertesi gün tüm ülkede haberdi; kadınlar maraton koşabilirdi! Ertesi sene yine aynı maratonu koşmuştu; 1968’de de.
Gibb’in ellerinden çıkan bir kadın atlet heykelciği.
Tarihin akışını değiştirse de bazı coğrafyalarda unutuluyor; 1967 Boston Maratonu’na katılan başka bir kadının öyküsü atlanıyor. 1947’de Almanya’da doğan Kathrine Switzer, Gibb’den bir adım daha ileri gidiyordu. Başvuru formuna K. V. Switzer yazan 20 yaşındaki atletin cinsiyeti yetkililer tarafından anlaşılamıyordu. 261 göğüs numarasıyla 19 Nisan 1967’de erkeklerin arasında start alıyordu. Hem de rujuyla!
Sevgilisi Tom Miller eski bir Amerikan futbolcusuydu. Ülke çapında bilinen bir çekiç atma sporcusu olan Miller, kız arkadaşıyla beraber koşacaktı. Yarış başlamadan sevgilisinin rujunu fark etmiş ve bunun sorun olabileceğini söylemişti. Buna rağmen Switzer bildiği yoldan şaşmamış ve “her zaman sürüyorum” dediği rujunu silmemişti. İlk başta kadın olduğu anlaşılmasa da bir süre sonra farkedilmişti. Flaşlar patlamaya başlıyor, Boston Maratonu’na da kadınlar bir defa daha damga vuruyordu. Birkaç kilometre sonra durumu farkeden yarış hakemlerinden Jock Semple, sporcunun üstündeki numarayı sökmeye çalışmış; çıkan itiş-kakış kameralara yansımıştı. Erkek arkadaşının yardımıyla yola devam eden genç kadın, 4 saat 20 dakikada yarışı tamamlamıştı. O gün yine numarasız sahne alan Gibb, hemcinsinden 53 dakika daha hızlıydı.
Ertesi gün fotoğraflar tüm dünyada manşetleri süslüyordu. Yeryüzünün dört bir köşesindeki tartışmalar kısa sürede sonuç getirmiş, 1972’de kadınlar resmen Boston’da maraton koşmaya başlamış, 1984’te de bu destansı koşu kadınlar kategorisinde de olimpiyat takvimine alınmıştı.
Kadının fendi erkeği yenmişti…