1856’da ilan edilen Islahat Fermanı, gayrimüslimlere “ayrıcalık” değil, eşit vatandaşlık hakkı getiriyordu. Avrupalı devletlerin baskılarına rağmen hayata geçmeyen fermanın getirdiği tek ayrıcalık, gayrimüslimlerin de aynen İstanbullular, Araplar, Arnavutlar ve Kürtler gibi bedelli askerlik yapabilmeleriydi.
Osmanlı Devleti’nin, İngiltere, Fransa ve Piyemont devletlerinin büyük katkısıyla Rusya’yı mağlup ettiği Kırım Savaşı’nın hemen ardından ilan edilen Islahat Fermanı, tarihçiliğimizin yorumunda mutabık kaldığı ender konulardan biridir. Fermanın Babıali’de devlet erkânı, şeyhülislâm, patrikler, hahambaşı ve gayrimüslim cemaat ileri gelenleri önünde okunarak ilan edildiği 18 Şubat 1856’dan beri anlatılan hep aynıdır: Batılı devletlerin baskısıyla çıkarılan bu ferman, gayrimüslimlere ayrıcalıklar tanımaktadır.
Bu yorumun ilk kısmı doğrudur. Osmanlı tebaası olan gayrimüslimleri Müslümanlarla eşit haklara kavuşturacak bir hukuki düzenleme yapılması isteği, Kırım Savaşı’nın ardından 30 Mart 1856’da imzalanacak olan Paris Barış Antlaşması’nın hazırlıkları sırasında İngiliz ve Fransız diplomatları tarafından dile getirilmişti. Diplomatlar, bu eşitliği sağlayacak düzenlemelerin barış antlaşmasının metnine özel bir madde olarak eklemek konusunda ısrarcıydılar. Böyle bir uygulamanın yüzyıllardır gayrimüslimlere göre hukuki olarak ayrıcalıklı bir statüleri olan Müslümanların şiddetli tepkisiyle karşılaşacağını düşünen Osmanlı devlet adamları, eşitlikçi düzenlemelerin padişahın bir lütfu olarak tek taraflı bir şekilde ilan edilmesi konusunda Avrupalı meslektaşlarını ikna etmeyi başardılar.
Yorumun ikinci kısmının kilit kavramı “ayrıcalık” ya da o dönemin diliyle söylersek “imtiyaz”dır. Osmanlı Müslüman kamuoyu için Islahat Fermanı bir “İmtiyazat Fermanı”dır. Peki Müslümanların kendileri gibi Osmanlı tebaası olan gayrimüslimlere tanınmasına karşı çıktıkları bu “ayrıcalıklar” nelerdir?
Ferman, dinî işlerinde gayrimüslim cemaatlerin zaten sahip oldukları özerkliği koruyor, ancak cemaat yönetimini ruhban sınıfının tekelinden çıkarıp yeni kurulacak cemaat meclislerine laik unsurların da girmesini öngören düzenlemeler yapılacağını ilan ediyordu. Bunun yanında vergi, yargılama, eğitim, devlet memurluğu ve siyasî temsil alanında Osmanlı gayrimüslimlerinin artık Müslümanlarla eşit olacağını söylüyordu.
Örnek vermek gerekirse, artık İslâm dininden çıkan bir kişiye idam cezası verilmeyecekti. Kimse bir gayrimüslimi Müslüman olmaya zorlayamayacaktı. Sadece gayrimüslimlerin yaşadıkları yerlerde dinî âyinler görünür, duyulur bir şekilde yapılabilecekti; örneğin kiliselerde çan çalınabilecekti. Gayrimüslimler ibadet yerlerini, okullarını, hastanelerini, mezarlıklarını tamir edebilme hakkına sahip olacaklardı. Devlet memurluğuna dinlerini değiştirmeden girebileceklerdi. Daha önce bu, gayrimüslimler arasında sadece Rumlara tanınan bir haktı. Tüm gayrimüslimler askerî ve idari kadroları yetiştiren devlet okullarına kabul edileceklerdi. Müslümanlar ne kadar vergi veriyorlarsa artık onlar da o kadar vergi vereceklerdi. Mahkemelerde de tanıklıkları Müslümanlarınkiyle eşit biçimde kabul edilecekti.
Fermana göre, “gâvur” gibi gayrimüslimleri aşağılayan ifadeler resmî yazışmalardan çıkarılacaktı. 1856’dan önce Tereke defterlerinde gayrimüslimler için sadece “hâlik” (helâk olan), yani gebermenin kibarcası kullanılırken, Islahat Fermanı’ndan sonra “fevt” (ölmüş) denmeye başlanmış, “vefat” terimi ise yine sadece Müslümanlara ayrılmıştır. Kısacası, hayattayken Müslümanlarla eşit kabul edilmeyen gayrimüslimlerin öldükten sonra eşit kabul edilebilmeleri henüz Müslümanların içlerine sindirebilecekleri bir “ayrıcalık”, bir hak değildir Osmanlı devlet adamlarına göre.
Vazifesiz hak olmaz. Bu hakların yanı sıra vazifeler de öngörülmüştü. Bunların en önemlisi gayrimüslimlerin de askerlik yapması idi. Ancak bu yükümlülük gayrimüslim cemaatlerden de Müslümanlardan da büyük tepki görünce uygulanmasından vazgeçilmiş ve gayrimüslimlerin askerlik yapmak istemezlerse nakdi bir bedel ödeyerek bu yükümlülükten muaf tutulabilecekleri kabul edilmiştir. Peki bu bir ayrıcalık değil midir? Osmanlı Devleti’nde askerlik yükümlülüğü bir eşitsizlik öyküsüdür. 1909’da çıkarılan askere alma kanununda gayrimüslim-Müslüman ayrımı yapılmadan tüm Osmanlı vatandaşlarının askerlik yükümlülüğü altına girişine kadar, kura yoluyla zorunlu askerlik Anadolu ve Rumeli’deki Türk köylüsünün üzerine kalmış bir yüktü. Başka bir deyişle, 1856’dan sonra gayrimüslimlerin bedel ödeyerek kurtulabildikleri askerlik hizmetinden İstanbullular, Araplar, Arnavutlar ve Kürtler herhangi bir bedel vermeksizin zaten muaftılar.
Fazla söze gerek yok. 1856’da ilan edilen, mezhep ayrımı gözetmeyen eşit vatandaşlıktı. Müslümanların gayrimüslimlere verilmiş “ayrıcalık” olarak gördükleri ve şiddetle karşı çıktıkları şey kağıt üzerinde eşitlik ihtimalinden başka bir şey değildir. 1908 sonrasında bu ihtimalin gerçekleşmesi yönünde büyük adımlar atıldıysa da, Balkan Savaşları’yla bu ivme tamamen kesilmiş, 1. Dünya Savaşı’nda yaşanan felâketin ardından ortaya çıkan yeni Türk devletinde uygulanan bilinçli politikalar ve hayata geçirilen hukuki düzenlemelerle neredeyse Islahat Fermanı öncesine dönülmüştür. Gayrimüslimler açısından kağıt üzerinde de olsa eşit vatandaşlık yönünde yeniden bir ihtimal belirmesi ise ancak 2004’ten sonra Avrupa Birliği müzakereleri sırasında belirmiştir.