Kemalist ya da sağ muhafazakar cenah, öteden beri asker vesayetindeki güvenlik devletinin demokrasi karşıtı uygulamalarını desteklemiştir. Demokrasiyi “kendi mağduriyetlerinin giderilmesi” yönünde konjonktürel olarak savunmak Türk siyasetinde bir gelenektir.
Türkiye 1980 darbesiyle asker vesayetinde bir millî güvenlik devletine dönüştü. Avrupa Birliği’ne aday ülke olarak kabulünün ardından 2000’li yılların ilk yarısında, birliğin demokratik standartlarına uyum çerçevesinde çıkartılan yasalarla, bu yapı bir ölçüde yumuşadı. Ancak son dönemde yaşanılan gelişmeler, millî güvenlik devletinin dar bir sivil kadronun vesayeti altında ve meşru şiddet uygulayıcısının polis olduğu bir yapıda yeniden ayağa kalkmakta olduğunu gösteriyor.
Türkiye, eski düşmanlıkların canlandırıldığı, yeni düşmanların yaratıldığı, her türlü barışçıl muhalefetin, düşünce ve ifade özgürlüğünün karşısına güvenlik gerekçeli yasalarla duvar örüldüğü, Millî Güvenlik Siyaset Belgesi’nin adının yeniden duyulduğu, sıradan vatandaşın kolaylıkla terör suçlusuna dönüşebildiği bir döneme geri döndü. Bu yüzden bugünü anlamak için geçmişi hatırlamak gerekliliği bir kez daha doğdu.
Millî güvenlik, ABD çıkışlı bir fikirdir. Bu fikrin ideolojiye dönüşümü ve kurumsallaşması erken Soğuk Savaş yıllarına rastlar. Sovyetler Birliği’nin ABD tarafından yayılımcı politika güden bir şer devleti ilan edilmesiyle eşzamanlı olarak şekillenen bu ideolojinin temel bileşenleri şöyledir: Dünya bizden olanlar (mutlak iyiler) ve bizden olmayanlar (mutlak kötüler) olarak ikiye ayırılır. İyiler ve kötülerden oluşan bu iki kutup topyekûn bir savaşın içindedir. Bu mantığın doğal sonucu, sürekli teyakkuzdur. Bu savaşa millet tüm unsurlarıyla katılır. Bu çerçevede millet olgusunu bir aktör olarak kişileştirir ve onu ahlaki ve manevi bir merkeze dönüştürür. Milletin, tek bir amaç çerçevesinde birleşmiş, yekvücut olarak tarifi, içerideki herhangi bir muhalefetin iç düşmana evrilmesine yol açar. Ülke güvenliği ile ilgili kararların yönetici elitlere ya da teknokratlara bırakılmasını savunur ve kamuoyunun gerekli görüldüğü zamanlarda bu kararlar doğrultusunda manipüle edilmesini gerekli görür.
“Millî Güvenlik Devleti” ifadesi ilk olarak, bu ideolojinin çerçevesinde oluşturulan, başta başkana millî güvenlik konularında bilgi ve tavsiye vermekle yükümlü Millî Güvenlik Kurulu (MGK) ve buna bağlı olarak çalışan istihbarat yapısı olmak üzere bir dizi yeni kurumu tanımlamak için kullanıldı. Ancak daha sonra bu tanıma millî güvenlik kavramını otoriter uygulamalarının dayanağı yapan ABD yanlısı askerî ya da asker vesayetindeki rejimler eklemlendi. Nitekim, millî güvenlik ideolojisinin gelişmekte olan ülkelerdeki taşıyıcıları ABD ile eğitim dahil her alanda yakın işbirliği içine giren müttefik ülke orduları oldu. ABD yine adında millî güvenlik geçen yeni askerî doktrinini bu ordulara ihraç etti. 1960’lardan itibaren bu ordular tarafından gerçekleştirilen sağcı darbeleri ya kışkırttı ya da destekledi. Dahası, bu işbirliklerini, peşpeşe ürettiği o dönem için gizli olan raporlarla meşru bir devlet politikası haline soktu. Ülkelerindeki siyasi, toplumsal ve iktisadi yapı ve dinamikleri kendi tahayyülleri çerçevesinde dönüştürmek hedefinde olan darbe yönetimleri, millî güvenlik olgusunu bu dönüşümün temel meşruiyet söylemi yaptılar. Bu devletlerin söz konusu ülkelerde insan hakları ve demokratik gelişim açısından yarattığı sonuçlar ABD’dekinden çok daha yıkıcı oldu. Türkiye de bu ülkelerden biridir.
Türkiye, daha başlangıç aşamasında Soğuk Savaş’taki cepheleşmenin ABD liderliğindeki blokuyla bütünleşen ve bu bütünleşmeyi Soğuk Savaş’ın sonuna kadar hem dış ilişkilerinde hem iç siyasetinde neredeyse hiç aksatmadan sürdüren bir ülkedir.
Sola karşı kurucu ideolojinin duyduğu alerji dönemin siyasi elitlerinin Soğuk Savaş ideolojisinin antikomünizmini kolayca benimsemesine yol açtı. Böylelikle sol tehdit siyasi rekabet içinde yer alan aktörler için mutlak bir ortak düşmana evrildi. O dönem için sol örgütlenmeler ciddi bir toplumsal taban desteğine sahip olmamalarına karşın, solcu ya da solcu olduğu iddia edilen birçok aydın, öğretim üyesi, öğrenci, gazeteci ve yayın akıl dışı bir baskıya maruz kaldı. Ceza kanununda değişikliklerle sol siyasetin önü kapandı. Türkiye Komünist Partisi üyeleri ve partiyle uzak yakın ilişkisi olan birçok aydın, işçi, sanatçı yazar tutuklandı. Bu baskı ortamı 1950’ler boyunca ABD’yle kurulan ilişkilerin sorgulanmasının önünü kesti.
ABD bu süreçte Türkiye’nin uluslararası konumunun, iç siyaseti ve ekonomi politikalarının başlıca belirleyeni olarak kalmadı; ayrıca Türk ordusunun yeniden yapılanmasında mutlak söz sahibi oldu. 2. Dünya Savaşı’ndan önce Alman, Fransız ve İngiliz ordularının etkisinde kalınarak biçimlendirilen ordunun kadro, kuruluş ve teşkilatı, eğitim sistemleri, talimnameleri, üniformaları, savaş doktrin ve kuralları, NATO’ya girmesinin etkisiyle Amerikan ordusunun tıpatıp benzeri biçiminde yapılandırıldı.
Türkiye’de onar yıl arayla üç darbe gerçekleşti. Bunlardan ilkini, 1960 darbesini bir Soğuk Savaş darbesi olarak okumak yanıltıcı olabilir. Ancak MGK’yı anayasal yapıya sokması ve askerin yönetim paydaşlığının önünü açması açısından önemlidir. 12 Mart 1971 darbesi ise sol karşıtı uygulamaları, MGK’nın yetkilerini artırması ve devletin güvenliğini ilgilendiren suçların yargılanması için kurduğu, olağanüstü mahkeme niteliği taşıyan Devlet Güvenlik Mahkemeleri ile Türkiye’nin millî güvenlik devleti yapılanmasında çok önemli bir kilometre taşı oldu.
Ancak Türkiye’de millî güvenlik devleti 12 Eylül ile kurumsallaşmıştır. 12 Eylül’ün darbe erki, merkezî güvenlik aktörlerine anayasal ve yasal değişiklerle çok daha geniş müdahale alanları yaratırken, sol muhalefeti kelimenin tam anlamıyla bertaraf etti. Aynı süreçte soldan boşalan ideolojik alanı Soğuk Savaş’ın Yeşil Kuşak doktrinine paralel olarak 1970’lerin sonunda sola karşı yükselişe geçmesine izin verilen yeni sağ değerlerle ikame etti.
Millî Güvenlik Devleti’ne ilişkin ilgili temel düzenleme 1982 Anayasası’nın 118. maddesi ile gerçekleştirildi. Bu madde ile MGK’da sivil üye çoğunluğuna son verildiği gibi kurul kararlarının etkisi ve bağlayıcılığı da artırıldı. Yeni düzenlemeyle, kararların “tavsiye” niteliği askeri terminolojide talimat verici anlamına gelen “bildirim”e dönüştürüldü. Böylece, MGK anayasal bir danışma organı olmaktan tamamıyla uzaklaştı. Ülkenin milli güvenliğine ilişkin kararların “Bakanlar Kurulu tarafından öncelikle dikkate alınması” öngörülerek kurula hukuksal alanda hükümet-üstü bir nitelik kazandırıldı. Devletin öncelikli gündemini belirleme konusunda Genelkurmay Başkanı’na Başbakan’la eşit inisiyatif tanınarak askerin, kapsamı “toplumun huzur ve güvenliğinin sağlanmasını” da içerecek biçimde genişletilen bir güvenlik alanına hükmetmesine olanak tanındı. Böylece, devlet başkanı ve hükümetten oluşması gereken yürütme, TSK’nın da eklemlenmesiyle fiilen bir sacayağına dönüştürüldü. Bu üçlü yapının birleştiği MGK, rejimi ilgilendiren bütün temel konularda, esas karar verici konumuna yükseldi.
MGK’nın bu yasal düzenlemelerle elde ettiği iktidarın yayıldığı alanın daha iyi anlaşılabilmesi için 2945 Sayılı Yasa’da belirtilen millî güvenlik tanımına bakmak açıklayıcı olacaktır. Millî güvenlik bu yasada “[…] Devletin anayasal düzeninin, millî varlığının, bütünlüğünün, milletlerarası alanda siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik dahil bütün menfaatlerinin ve ahdi (anlaşma ile ilgili) hukukun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunması ve kollanması” şeklinde tanımlanarak karşılık geldiği alan mümkün olduğu kadar belirsiz ve geniş tutuldu. Daha da önemlisi bu kapsayıcı olgu “Millî Güvenlik Siyaset Belgesi” adıyla formüle edilerek uygulama sahasına taşındı.
Böylesi bir tanım sadece askerî otoritenin yürütme erkini kuşatması sonucunu doğurmakla sınırlı kalmadı; belli bir siyasi ideolojinin hukuki yollardan resmileştirilmesi ve “dokunulmazlık” kazanmasına yol açtı. Bu sayede millî güvenlik gereklerine dayatılan ideolojik nitelikte yeni fikir suçlarının önü açıldı. DGM’ler 12 Eylül rejiminin devlet felsefesiyle çelişen fikir suçlarının cezalandırılmasının başlıca aracı olarak yeniden devreye sokuldu.
Askerlerin doğrudan yönlendirmesi altında olmayan, yürütme erkine bağlı idari kurumlar ise 12 Eylül hükümeti ya da sonrasında yasalarına yerleştirilen “millî güvenlik siyasetinin gereklerine uyma” şerhiyle güvenlik devletinin merkeziyetçi düzenekleri olarak işlev gördüler. Böylece yürütmenin tüm katmanları ve buna bağlı olarak hareket alanı güvenlik tabusuyla sarmalandı.
Dahası, alabildiğine muğlak bir içeriğe sahip olan millî güvenlik tabiri, basın özgürlüğünden bireysel ve sosyal temel hak ve özgürlüklere kadar her alanda yürürlüğe konulan kısıtlamaların gerekçesi olarak devletin idari mimarisinin temeline yerleştirdi. 1984’ten 2000’lere kadar MGK’nın “tavsiye kararlarının” aksine bir hükümet kararı alındığına dair tek bir örnek bile yer almadı.
Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından, Latin Amerika’dan Uzakdoğu’ya uzanan millî güvenlik devletleri peşpeşe anayasalarını yeniden yazıp demokratikleşirken, Türkiye’deki gelişmeler farklıydı. Sol bertaraf edilmişti. Ancak askerî erk 1990’lara gelindiğinde kendisinin de büyümesinde rol oynadığı çoklu ve bu sefer iddialı bir muhalefetle karşı karşıyaydı. 1990’larda Atatürkçülük söylem düzeyinde toplumsal harç olarak işlevini büyük ölçüde yitirirken, siyasal sistemden dışlanan toplumsal kesimler yeni kimliklerini savunan parti ve hareketlerin etrafında kümelenmişlerdi. Bu toplumsal talep ve örgütlenmeler cumhuriyetin bir yandan Türk kimliğine karşı Kürtlerin siyasal taleplerinin, diğer yandan seküler kimliğine karşı dindarların siyasal taleplerinin meşruiyet kazanmasına yönelik cereyan etti.
Burada önemle vurgulanması gereken nokta, Kürtlük veya İslâm dininin sembollerini öne çıkartan kimlik savunusunun devlet katında Cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir dönemde meşru görülmemiş olmasıdır. Cumhuriyetin kurucu ideolojisinin Batı yanlısı, modernleşmeci, merkeziyetçi, milliyetçi, halkçı ve seküler vurguları ve bu vurgulara göre şekillendirdiği otoriter kurumsal yapısı, bu iki kimliğin yandaşlarından özellikle birincisini sürekli şiddet ve/ veya zora dayalı tedbirlerle sindirme yolunu benimsemiş olduğudur. 1990’lar süresince soldan gelecek komünizm tehlikesinin yerini Kürtlerin siyasal talepleriyle beliren bir “bölünme” ve dindarların talepleriyle şekillenen bir “irtica” tehdidi aldı.
MGK’nın asker üyeleri gelişen toplumsal talep ve faaliyetler karşısında devletin hegemonyasında yaşanan erozyon tehlikesini millî güvenliğe sürekli vurgu yaparak ortadan kaldırma uğraşına giriştiler. DGM’ler bu süreçte statükoya muhalif düşünce ve beyanların cezalandırılması görevini üstlendiler. 2000’lerde MGK’nın yetkileri AB dış çıpası üzerinden gelen demokratikleşme hamleleri ile önemli ölçüde azaltılmasına rağmen kurul anayasal yapıda yerini korudu. Millî güvenlik demokratik taleplerin önünde her an kullanıma hazır bir kavram olarak varlığını sürdürdü.
Türkiye’de siyasi iktidarın sivil ayağını oluşturan (Kemalist ya da sağ) muhafazakar cenah öteden beri demokrasi, insan hakları ve düşünce özgürlüğünü ilke olarak benimsemekten uzak olmuş, bu nedenle güvenlik devletinin demokrasi karşıtı uygulamalarına çoğu dönem destek vermekten çekinmemişlerdir. Demokrasiyi “kendi mağduriyetlerinin giderilmesi” yönünde konjonktürel olarak savunmak Türk siyasetinde bir gelenektir. “Toplumsal bunalım”, “terör” ve düşünce özgürlüğü arasında 1980’lerden 2000’lere devletin millî güvenlik siyasetini belirleyen kademesinde kurulan nedensellik ilişkisinin, bugün iktidar ve muhalefette yer alan tüm sağ cenahın büyük çoğunluğu tarafından halen sürdürüldüğünü söylemek yanlış gözükmüyor.
Kadim düşmanlara yenilerinin eklenmesi toplumsal dinamizmin önüne ket vururken, demokratik bir hukuk devletinin kurumsallaşması daha da zora giriyor.