Kasım
sayımız çıktı

Halıyla uçan Doğu imajı

İslâm dünyasının özgün kültürel ürünü halı, teknik ve estetik özellikleriyle 14. yüzyıldan itibaren Batı’yı fethetmeye başladı. 19. yüzyılın “hasta adam”ı, büyük oranda halıyla sembolize edilen imajıyla hâlâ hayranlık uyandırıyordu.

İki temel neden, Müslümanları yolculuk yapmaya itmiştir: Serüven güdüsü ve ticari zihniyet. Çin’e ve Hindistan’a geçen İpek Yolu’nun Doğu’yla Batı arasındaki tek ticari köprü olduğu bir dönemde, Müslüman seyyahın küçümsenemeyecek bir dolaşım serbestisi vardı. Gümüş dirhemlerin dolaşım serüveni, bize Müslüman seyyahların dolaşım serüvenini de geniş hatlarında göstermektedir: Orta Asya’dan başlayan ticari akın, Doğu Avrupa’nın başlıca akarsularından geçerek Baltık Denizi’ne, Orta Avrupa’ya ve Fransa’ya, oradan da Müslüman İspanya’ya uzanmaktaydı.

O dönemden kalma seyahatname metinleri, yaşanan deneylerin büyüklüğünü ve çeşitliliğini göstermektedir. 18. yüzyılda Türk diplomatları Fransa, Avusturya ve Prusya’ya yaptıkları gezileri kaleme alırlar. 19. yüzyılın başında, Batı dünyası, teknolojik ilerlemeleri sayesinde Doğuluyu çekmeye başlar kendisine. Mısırlı Rifa’a Bey, 1826’da Fransa’ya gelir ve ilerlemeye hayran kalır. 1867’de Sultan Abdülaziz, Batı’ya giden ilk Osmanlı padişahı olarak Paris, Londra, Viyana ve Budapeşte’yi görür. Müslüman seyyahların, bu birkaç yüzyıllık serüven içinde yol açtıkları en çelişki doğurucu sonuçsa, İslâm dünyasında Batılılaşma hareketlerinin başlamasıdır.

Halının, halıcılığın İslâm’dan önce de varolduğuna dair güçlü ipuçları vardır; Müslüman olmayan halkların da çeşitli bölgelerde halı ve kilim ürettikleri sanılmaktadır ama, gene de, halı İslâm dünyasının özgün bir kültürel ürünü sayılagelmiştir. Batılı ressamların yapıtları tanık olarak değerlendirilirse, Avrupa’nın halıyla tanışması 14. yüzyıldan başlayarak yoğunluk kazanmış bir olgudur. Holbein halıları adı verilen halı türünün de, büyük Felemenk ressamı Hans Holbein’a izafeten, onun yapıtlarında bu çetrefil motifli halıların geniş ölçüde kullanılması nedeniyle verildiği herkesçe bilinmektedir.

Hans Holbein’in 1553 tarihli “Büyükelçiler” tablosu, Osmanlı halısını merkeze alarak yapılmış.

Halı üretimi, başlangıçta, göçmen kültürün tipik bir zanaat etkinliği olarak ortaya çıkmış ve bu göçken toplulukların yerleşik düzene geçmesiyle birlikte gündelik hayatın vazgeçilmez bir unsuru haline gelmiştir. Halıcılıkta, İslâm dünyasındaki “figür” korkusunun doğal bir sonucu olarak, geometrik biçimler, dolayısıyla da soyutlama tekniğinin ağır bastığı anlatımsal öğeler ön planda kalmıştır. Zanaat yasalarına göre ustadan çırağa “anonim” biçimde geçen üslûp yaklaşımları zamanla önemi küçümsenemeyecek bir teknik ve estetik deposu oluşturmuş, halıcılık kolektif ancak karmaşık bir zanaat dalı olarak yayılmıştır.

Halı, şüphesiz bir tür “kumaş” olarak tanımlanabilir: Her kumaşın temel ögeleri olan zincirleme biçiminde, ardarda dizilmiş iplik bağları, atkılar ve düğüm sonrası iplik uçlarından oluşan tüy kümesi halının bütünlüğünün kurar. Tek tek elde yapılan düğümlerin yoğunluğu, üretilen halının değeri ile düz orantılıdır. İyi bir zanaatkâr, bir günlük çalışma süresi içinde 14 bin düğüm atabilirdi. Halı estetiği bağlamında iki anlayış yüzyıllar boyunca paralel bir gelişme göstermiştir: Geometrik biçimlere ve onlardan oluşan küt çizgili düzenlemelere dayalı bir estetik anlayış ile Acem kökenli, eğri çizgilerin devreye girdiği ve sözgelimi çiçek motiflerindeki esneklikle buluşan diğer bir estetik anlayışı. Halı yapımında kullanılan çeşitli araçların somut bir evrim gösterdikleri söylenemez: 17. yüzyılda kullanılan makas, tarak ve bıçaklarla bugünküler arasında uzun uzadıya bir fark yoktur.

İslâm dünyasında, seccadenin, gündelik yaşamdaki kullanım sıklığı nedeniyle apayrı bir önemi olmuştur. Seccadelerde ana kaygı, estetik ve teknik düzeyde hemen hep aynı olmuştur: Camilerde Mekkeyi, kıbleyi gösteren mihrab’ın halıda nasıl resmedileceği, hangi motiflerle ve çizgi anlayışıyla düzenleneceği büyük önem taşımıştır. Anadolu yapımı seccadeler, yöresine göre zenginliği değişmeyen ama gözden kaçmayacak bir yaklaşım çeşitliliği gösteren ürünler olmuşlardır: Gördes, Kula, Ladik, Bergama, Milas ve Konya seccadeleri dünya çapında beğeni kazanmışlardır.

Türk düğümü olarak adlandırılan tekniğin şeması.

Resim sanatında, Rönesans döneminden başlayarak 20. yüzyılın ilk yarısına gelinene dek, İslâm dünyası fantastik renkliliği ve sunduğu konu çeşitliliği ile ressamın derinden etkilenmesine yol açacaktı. Öyle ki, çağdaş sanatın büyük ustalarından ve Avrupa modernizminin öncülerinden Paul Klee bile, Kuzey Afrika ülkelerine yaptığı uzun bir gezinin ardından tümüyle renk anlayışını değiştirecekti.

Hamamlar, harem, çarşılar Batılı ressamların tuvallerinde Doğu’nun misk ve amber kokan dünyasını taşımaya başlamışlardı. Süsleme konusunda da durum aynıydı: Leonardo ve Dürer gibi dehâların ürünlerine bile “arabesk” unsuru girmeye, yer etmeye başlamıştı. Delacroix gibi ustalarda İslâm dünyası neredeyse mıknatıs etkisi yapıyordu.

Selçuklu dönemi halısı, desimetrekarede 840 düğüm. Kûfi yazıdan gelişen bordürler, 17. yüzyıla kadar Anadolu halılarında devam etti.

Kadınlar için tarak, küpe, yüzük, iğne gibi süs eşyalarına, temizlikle ilgili araç gereçe uzanan geniş bir yelpazede etkisini duyuran Doğu duyarlığı, erkekler için de benzeri bir durum arzediyor, hançer ve kılıç gibi savunma araçlarından tütün kesesi ve çanta gibi günlük kullanımı önem taşıyan nesnelere kadar Müslümanların estetik yaklaşımı ağırlığını duyuruyordu.

Saraylarda, zengin evlerinde “arabesk”in payı artıyordu. 20. yüzyılın ikinci yarısında evlerimizi istila eden naylon, plastik nasıl birden hayatımızı değiştirmişse, 10. yüzyıldan sonra da Avrupalının hayatını Müslüman öğeler birdenbire istilâ etmeye başlamıştı. Avizeler, perdeler, halılar tümüyle çehre değişmişti. Halılar Holbein’in, Lotto’nun ya da Bellini’nin adıyla anılıyordu gerçi ama kaynakları birdi: İslâm sanatı bu alanda doruk noktasına varmıştı.

Doğu imajı işte bu kapsamlı ve derinlikli ilişkiler ağının içinde güç kazandı. 19. yüzyıl, bu açıdan bakıldığında, Doğu imajının Avrupa’da şüphesiz önemli değişiklikleri uğradığı, ama gücünden fazla bir şey yitirmediği bir dönem oldu: Ressamlar, şairler, romancılar, askerler, diplomatlar akın akın İstanbul’a geldiler, oradan da imparatorluğun dört bir yanına uzandılar. Bu tanıkların kaleme aldıkları metinlerin ne yazık ki küçük bir bölümü dilimize aktarılabilmiştir. Gene de Tavernier’den Lady Montagu’ye, Nerval’den von Tietze’ye, çeşitli yetişme tarzların- dan gelen insanların doğu izlenimleri “hasta adam”ın bile Avrupa’da hayranlık ve özlem uyandırmayı sürdürdüğünü kanıtlamaya yetmektedir.