Kasım
sayımız çıktı

Hem potayı kucakladı hem de insanları…

NBA tarihinde en fazla şampiyonluk kazanan oyuncuydu Bill Russell. 1950’lerin ortalarından 60’ların sonuna kadar, Boston Celtics formasıyla 13 sezonda 11 şampiyonluk! Bundan sonra da kırılması imkansıza yakın bir rekor. Ancak Russell’ı daha da devleştiren durum, onun hayatı boyunca ırk ayrımcılığına karşı kesin tutum alması, hep ön saflarda olmasıydı.

Amerikan sporlarını ya­kından takip edenler bilir; şampiyon takım­ların oyuncularına o başarının bir nişanesi olarak yüzük takı­lır. Olimpiyat madalyaları gi­bi. Farkı, boyna değil parmağa takılması. Spor tarihinde yal­nızca iki büyük efsane; Mont­real’li buz hokeyci Henri Ric­hard ve basketbolcu Bill Rus­sell, parmaklarının sayısından daha fazla (11) yüzük sahibi olarak inanılması güç bir re­kora ortak oldular. Bu müt­hiş şampiyonlardan Russell’ı, Temmuz ayının son gününde 88 yaşında kaybettik. Richard ondan yaklaşık 16 ay önce ebe­diyete uğurlanmıştı.

Bill Russell’ın ölümü, do­ğaldır ki başta Amerika ol­mak üzere uluslararası spor medyasında geniş yer kapla­dı. Yılın çoğu gecesinde uy­kusuz kalmak pahasına NBA ekranlarının önüne kilitlenen, sosyal medyada LeBron’ların, Curry’lerin, Durant’ların at­tığı her adımı takip eden genç kuşaktan basketbol meraklıla­rı bu duruma biraz şaşırdılar. Öyle ya, izledikleri görüntüler­de baston yardımıyla zorluk­la yürüyebilen, zafer çığlıkları ve şampanyalı kutlamaları çok eski siyah-beyaz karelerde so­lup gitmiş bir “dede” nasıl olur da Michael Jordan, Kobe veya Shaq muamelesi görebilirdi?

Başarısı tesadüf değildi


Bill Russell ve Celtics’in koçu Red Auerbach’ın (altta) birlikte imza attıkları 11 şampiyonluk, Russell’dan çok Celtics’in başarısına mâl edilse de Russell’ın oyunculuğu bu şampiyonluklarda büyük rol oynamıştı.

Bill Russell NBA tarihinde en fazla şampiyonluk kazanan oyuncu… Bu unvanı onun elin­den alacak biri çıkabilir mi, pek sanmıyorum. Daha önem­lisi, Russell 11 şampiyonlu­ğa sadece 13 sezonda ulaşmış, yani profesyonel kariyerinde hepi topu iki sezonu şampi­yonluk sevinci yaşayamadan kapatmıştı. Onun devrinde profesyonelliğe adım atma ya­şının bugüne kıyasla daha geç olduğunu, ayrıca spor fizyolo­jisi bu kadar gelişmediği için oyuncuların bilimsel destekle kariyerlerini uzatma şansının pek bulunmadığını da vurgu­lamak lazım. Örnek vermek gerekirse, lige 19 yaşında giren LeBron James, 19. sezonunu geride bıraktı ve daha epeyce oynayacakmış gibi görünüyor. Şampiyonluk yüzükleri mi? Sayıları henüz bir elin par­maklarını bile bulmadı!

Bu kıyaslamada Micha­el Jordan 6, toprağı bol ol­sun Kobe Bryant 5, Shaquille O’Neal 4 ile Russell’ın yanın­da dağı yüksek gösteren ova­lar gibi duruyorlar. Robert Horry’nin 7, Kareem Abdul­cabbar’ın 6, Tim Duncan ile Magic Johnson’un 5’er yü­züğü var. Russell’a en çok yaklaşabilenler, zamanında onun takım arkadaşı olma avantajıyla 8-9 yüzük kapıp tarihe geçmiş, ama oyunda onun kadar derin izler bı­rakmamış Sam Jones, Tom Heinsohn, KC Jones ve John Havlicek.

NBA kariyeri boyunca yal­nızca Boston Celtics forması gi­yen ve bu takımın 50’lerin orta­sından 60’ların sonuna kadar ligi domine etmesinin başlıca sebebi olan Russell’ın olağanüstü “if­tihar listesi” bu kadarla kalmı­yor. Mezun olduğu San Francis­co Üniversitesi’nde de iki şam­piyonluğu var. Üstelik öğrenci sayısı 3 bini bulmayan bu okul, ne Russell gelmeden önce bas­ketbolda iddialıydı ne de ondan sonra… Kısacası, Russell’ın Cel­tics’te bir “doğru zamanda doğru yerde” hikayesinin parçası oldu­ğunu iddia edenler çıkabilir ama olay bundan ibaret değil.

Anlatmaya çalıştığım adam, yolun başında kimsenin şans vermediği sıska bir çocukken, sonrasında çalışkanlığı, iş ahlakı ve kendini işine adamasıyla yüz­yılın en çok kazanan (tabii para­sal olarak değil) sporcusu olmuş bir efsane. Onun doğru takım ar­kadaşlarıyla buluşarak peşpeşe şampiyonluklar yaşamasının bi­raz da şans olduğu tezini en çok işleyen Wilt Chamberlain’di. Dö­nemin dev pivotu, bir maçta 100 sayı atmasıyla apayrı bir bireysel zirvenin sahibi olmuş ama Rus­sell engelini bir türlü aşamamış­tı. O nedenle, çıktığı her televiz­yon programında “Ben Bill’den iyiydim ama Celtics de benim oynadığım takımlardan iyiydi. O yüzden ben iki şampiyonluk gö­rebildim, o 11” demiştir.

Boston’da Philadelphia karşısında devleşen bir Bill Russell.

Aslında istatistikler, Cham­berlain’in görüşüne destek ola­bilecek nitelikte: Karşı karşıya geldikleri toplam 143 maçtan 86’sını Russell’ın takımı Celtics kazanmış ama Chamberlain’in sayı ve ribaundları daha fazla. Ancak o yıllarda ligi takip etmiş yorumcular, Russell’ın kesinlik­le daha iyi bir savunmacı oldu­ğunu, istatistiklere geçmeyen katkılarıyla takımına çok maç kazandırdığını söylüyor. İki dev birbirlerine karşı oynarken çe­kilmiş bazı görüntüleri bugün dijital medyada bulunabilir. Bel­ki baştan sona tam bir maç yok ama yine de siyah-beyaz özet gö­rüntülere dalıp giderek, en doğru kararı siz verebilirsiniz.

Saydıklarımın yanına bir de olimpiyat şampiyonluğu ekledi­ğini ve 1956’da Melbourne’den boynunda altın madalya ile dön­düğünü yazarak “sportif başarı” bahsini kapatalım.

Sakin güç

Russell, ABD’nin güney eya­letlerinden Louisiana’da doğ­muştu. Berbat koşullarda ça­lışmaktan ve her saniye ırkçı beyazlar tarafından itilip ka­kılmaktan bunalmış olan ba­bası; o henüz ilkokuldayken aileyi toplayıp California’ya taşınan, kamyon şoförlüğü ya­parak iki oğlunu büyütmeye çalışan bir adamdı. 2. Dün­ya Savaşı sonrası hızla büyü­yen Oakland’da mutluydular ama güzel günler fazla uzun sürmedi. Bill 12 yaşındayken, annesini kaybetti. Bu nedenle okulda dersleri pek iyi olma­yan, içine kapanık bir delikan­lı diye tanındı. Babası işteyken evin sorumluluklarını ağabe­yiyle paylaşıyordu. Bu da, so­kakta oynamaya bayılan Bill’in derslere az zaman ayırması demekti. Lise 2’ye geldiğinde boyu 1.95’e ulaşmıştı; ona sü­rekli basketbol oynaması için baskı yapan okul koçu Geor­ge Powles sayesinde hayatında yepyeni bir sayfa açıldı.

1956’nın sonbaharında Bill Russell, o zamanki kız arkadaşı Rose Swisher’a doğduğu kasa­bayı göstermek istedi. Üniver­sitede iki NCAA şampiyonluğu kazanmış, millî takıma seçilmiş, Olimpiyat kürsüsünün en tepe­sine çıkmış, NBA’de ilk profesyo­nel kontratını imzalamış tanın­mış bir genç sporcuydu artık… Fakat bunlar, ırkçılığın kol gez­diği 50’li yılların Louisiana’sın­da hiçbir işe yaramadı. Kafe ve restoranlara kabul edilmediler. Benzin istasyonundan aldıkları sandviçleri yol kenarına oturup yemek zorunda kalmaları, Rus­sell’ın belleğinden asla silinme­di. Belki de bu nedenle, kaybe­decek çok şeyi olmasına, FBI tarafından adım adım takip edil­mesine rağmen, ırkçılığa karşı sesini en çok yükselten sporcu­lardan biri oldu.

Barack Obama, ABD’deki insan hakları mücadelesinde çok şey öğrendiğini söylediği Bill Russell’a 2011’de Özgürlük Madalyası’nı takarken.

Lige adımını attığı ilk se­zonda, çoğu maçta sahadaki tek siyahi oyuncu Russell’dı. Tri­bünlerden yükselen, en hafi­fi “Babun, neden Afrika’ya geri dönmüyorsun?” olan hakaret­lere kulağını tıkıyor, bunları bir motivasyona çeviriyordu. Taraf­tarlarının çok büyük bölümü İr­landa ve İtalya göçmenlerinden oluşan Boston şehrinde, Katolik beyazların yıllar içinde siyahla­rın davasına sempatiyle bakma­sında büyük ölçüde pay sahibiy­di. Bunu başarabilmesinde en büyük faktör, işini iyi yapması, sahada tüm takım arkadaşlarına ve rakiplerine saygı göstermesi ve tabii duygularını kontrol ede­bilmesiydi. Bir röportajda “Si­zinle aynı görüşte olmayanları ikna edebilmek için öfkeye değil, mantık ve zekaya ihtiyacınız var. Eğer saygı görmek istiyorsanız öncelikle karşınızdakine saygı göstermeniz gerekiyor” demişti.

Martin Luther King’in yürü­yüşlerinde, Muhammed Ali’nin ateşli basın toplantılarında, hep onların yanında, en ön saflarday­dı. Basketbolu bırakmasının ar­dından, yazdığı kitaplar ve katıl­dığı toplantılarda yaptığı konuş­malarla kendisinden sonra gelen kuşakların ilham kaynağı olmayı sürdürdü. Öyle ki Barack Oba­ma, Samuel L. Jackson, Oprah Winfrey, Kareem Abdulcabbar, Arthur Ashe ve Kobe Bryant gibi ABD’de insan hakları mücade­lesinde bayrağı taşımış isimler, her fırsatta ondan çok şey öğren­diklerini ifade ettiler. Russell’ın ödül listesine 2011’de Beyaz Sa­ray’da Başkan Obama’dan almış olduğu Özgürlük Madalyası ve 2019’da “inançlarının bedelini ödemekten çekinmeyen öncüle­re” verilen Arthur Ashe Cesaret Ödülü eklendi. Bu iki ödül, bas­ketbol sahasında kazanmış oldu­ğu kupaların tamamından daha değerliydi onun gözünde…

NBA’i takip eden her sporse­ver, Celtics-Lakers rekabetinin ne kadar köklü olduğunu bilir. Amerika’nın iki yakasında çok farklı değerleri temsil eden bu iki takımın taraftarları birbirin­den nefret eder. 2020’nin Şubat ayında Kobe Bryant’ın beklen­medik ölümünden birkaç hafta sonra Los Angeles’taki bir maça, Bill Russell üzerinde Kobe’nin 24 numaralı Lakers formasıyla geldi. Bütün gözler üzerindeydi. Kameralar, bu tarihî anı kayda geçirmek için yarışıyordu. Nak­len yayında yorumculardan “Bu da iş mi yani? O bir Boston efsa­nesi… Siyah bir ceket giyip tutu­lan yasa katılabilirdi” diyenler oldu. Russell ağır adımlarla, bas­tonundan güç alarak koltuğuna geçip oturdu. Mikrofonlara hiç­bir şey söylemedi, salonda oldu­ğu her dakika vakarını korudu.

Milyonları biraraya getiren oyunun, o oyuna çok şey kat­mış tüm bireylerden daha bü­yük olduğunu; sahada rakipsek de hepimizin adaletsizliğe karşı mücadelede birleşmemiz gerek­tiğini; yaşamın şiddetle harca­namayacak kadar kısa sürebile­ceğini Bill Russell’dan ve onun “sakin gücü”yle vermiş olduğu mesajdan daha iyi ne anlatabi­lirdi?