NBA tarihinde en fazla şampiyonluk kazanan oyuncuydu Bill Russell. 1950’lerin ortalarından 60’ların sonuna kadar, Boston Celtics formasıyla 13 sezonda 11 şampiyonluk! Bundan sonra da kırılması imkansıza yakın bir rekor. Ancak Russell’ı daha da devleştiren durum, onun hayatı boyunca ırk ayrımcılığına karşı kesin tutum alması, hep ön saflarda olmasıydı.
Amerikan sporlarını yakından takip edenler bilir; şampiyon takımların oyuncularına o başarının bir nişanesi olarak yüzük takılır. Olimpiyat madalyaları gibi. Farkı, boyna değil parmağa takılması. Spor tarihinde yalnızca iki büyük efsane; Montreal’li buz hokeyci Henri Richard ve basketbolcu Bill Russell, parmaklarının sayısından daha fazla (11) yüzük sahibi olarak inanılması güç bir rekora ortak oldular. Bu müthiş şampiyonlardan Russell’ı, Temmuz ayının son gününde 88 yaşında kaybettik. Richard ondan yaklaşık 16 ay önce ebediyete uğurlanmıştı.
Bill Russell’ın ölümü, doğaldır ki başta Amerika olmak üzere uluslararası spor medyasında geniş yer kapladı. Yılın çoğu gecesinde uykusuz kalmak pahasına NBA ekranlarının önüne kilitlenen, sosyal medyada LeBron’ların, Curry’lerin, Durant’ların attığı her adımı takip eden genç kuşaktan basketbol meraklıları bu duruma biraz şaşırdılar. Öyle ya, izledikleri görüntülerde baston yardımıyla zorlukla yürüyebilen, zafer çığlıkları ve şampanyalı kutlamaları çok eski siyah-beyaz karelerde solup gitmiş bir “dede” nasıl olur da Michael Jordan, Kobe veya Shaq muamelesi görebilirdi?
Başarısı tesadüf değildi
Bill Russell ve Celtics’in koçu Red Auerbach’ın (altta) birlikte imza attıkları 11 şampiyonluk, Russell’dan çok Celtics’in başarısına mâl edilse de Russell’ın oyunculuğu bu şampiyonluklarda büyük rol oynamıştı.
Bill Russell NBA tarihinde en fazla şampiyonluk kazanan oyuncu… Bu unvanı onun elinden alacak biri çıkabilir mi, pek sanmıyorum. Daha önemlisi, Russell 11 şampiyonluğa sadece 13 sezonda ulaşmış, yani profesyonel kariyerinde hepi topu iki sezonu şampiyonluk sevinci yaşayamadan kapatmıştı. Onun devrinde profesyonelliğe adım atma yaşının bugüne kıyasla daha geç olduğunu, ayrıca spor fizyolojisi bu kadar gelişmediği için oyuncuların bilimsel destekle kariyerlerini uzatma şansının pek bulunmadığını da vurgulamak lazım. Örnek vermek gerekirse, lige 19 yaşında giren LeBron James, 19. sezonunu geride bıraktı ve daha epeyce oynayacakmış gibi görünüyor. Şampiyonluk yüzükleri mi? Sayıları henüz bir elin parmaklarını bile bulmadı!
Bu kıyaslamada Michael Jordan 6, toprağı bol olsun Kobe Bryant 5, Shaquille O’Neal 4 ile Russell’ın yanında dağı yüksek gösteren ovalar gibi duruyorlar. Robert Horry’nin 7, Kareem Abdulcabbar’ın 6, Tim Duncan ile Magic Johnson’un 5’er yüzüğü var. Russell’a en çok yaklaşabilenler, zamanında onun takım arkadaşı olma avantajıyla 8-9 yüzük kapıp tarihe geçmiş, ama oyunda onun kadar derin izler bırakmamış Sam Jones, Tom Heinsohn, KC Jones ve John Havlicek.
NBA kariyeri boyunca yalnızca Boston Celtics forması giyen ve bu takımın 50’lerin ortasından 60’ların sonuna kadar ligi domine etmesinin başlıca sebebi olan Russell’ın olağanüstü “iftihar listesi” bu kadarla kalmıyor. Mezun olduğu San Francisco Üniversitesi’nde de iki şampiyonluğu var. Üstelik öğrenci sayısı 3 bini bulmayan bu okul, ne Russell gelmeden önce basketbolda iddialıydı ne de ondan sonra… Kısacası, Russell’ın Celtics’te bir “doğru zamanda doğru yerde” hikayesinin parçası olduğunu iddia edenler çıkabilir ama olay bundan ibaret değil.
Anlatmaya çalıştığım adam, yolun başında kimsenin şans vermediği sıska bir çocukken, sonrasında çalışkanlığı, iş ahlakı ve kendini işine adamasıyla yüzyılın en çok kazanan (tabii parasal olarak değil) sporcusu olmuş bir efsane. Onun doğru takım arkadaşlarıyla buluşarak peşpeşe şampiyonluklar yaşamasının biraz da şans olduğu tezini en çok işleyen Wilt Chamberlain’di. Dönemin dev pivotu, bir maçta 100 sayı atmasıyla apayrı bir bireysel zirvenin sahibi olmuş ama Russell engelini bir türlü aşamamıştı. O nedenle, çıktığı her televizyon programında “Ben Bill’den iyiydim ama Celtics de benim oynadığım takımlardan iyiydi. O yüzden ben iki şampiyonluk görebildim, o 11” demiştir.
Aslında istatistikler, Chamberlain’in görüşüne destek olabilecek nitelikte: Karşı karşıya geldikleri toplam 143 maçtan 86’sını Russell’ın takımı Celtics kazanmış ama Chamberlain’in sayı ve ribaundları daha fazla. Ancak o yıllarda ligi takip etmiş yorumcular, Russell’ın kesinlikle daha iyi bir savunmacı olduğunu, istatistiklere geçmeyen katkılarıyla takımına çok maç kazandırdığını söylüyor. İki dev birbirlerine karşı oynarken çekilmiş bazı görüntüleri bugün dijital medyada bulunabilir. Belki baştan sona tam bir maç yok ama yine de siyah-beyaz özet görüntülere dalıp giderek, en doğru kararı siz verebilirsiniz.
Saydıklarımın yanına bir de olimpiyat şampiyonluğu eklediğini ve 1956’da Melbourne’den boynunda altın madalya ile döndüğünü yazarak “sportif başarı” bahsini kapatalım.
Sakin güç
Russell, ABD’nin güney eyaletlerinden Louisiana’da doğmuştu. Berbat koşullarda çalışmaktan ve her saniye ırkçı beyazlar tarafından itilip kakılmaktan bunalmış olan babası; o henüz ilkokuldayken aileyi toplayıp California’ya taşınan, kamyon şoförlüğü yaparak iki oğlunu büyütmeye çalışan bir adamdı. 2. Dünya Savaşı sonrası hızla büyüyen Oakland’da mutluydular ama güzel günler fazla uzun sürmedi. Bill 12 yaşındayken, annesini kaybetti. Bu nedenle okulda dersleri pek iyi olmayan, içine kapanık bir delikanlı diye tanındı. Babası işteyken evin sorumluluklarını ağabeyiyle paylaşıyordu. Bu da, sokakta oynamaya bayılan Bill’in derslere az zaman ayırması demekti. Lise 2’ye geldiğinde boyu 1.95’e ulaşmıştı; ona sürekli basketbol oynaması için baskı yapan okul koçu George Powles sayesinde hayatında yepyeni bir sayfa açıldı.
1956’nın sonbaharında Bill Russell, o zamanki kız arkadaşı Rose Swisher’a doğduğu kasabayı göstermek istedi. Üniversitede iki NCAA şampiyonluğu kazanmış, millî takıma seçilmiş, Olimpiyat kürsüsünün en tepesine çıkmış, NBA’de ilk profesyonel kontratını imzalamış tanınmış bir genç sporcuydu artık… Fakat bunlar, ırkçılığın kol gezdiği 50’li yılların Louisiana’sında hiçbir işe yaramadı. Kafe ve restoranlara kabul edilmediler. Benzin istasyonundan aldıkları sandviçleri yol kenarına oturup yemek zorunda kalmaları, Russell’ın belleğinden asla silinmedi. Belki de bu nedenle, kaybedecek çok şeyi olmasına, FBI tarafından adım adım takip edilmesine rağmen, ırkçılığa karşı sesini en çok yükselten sporculardan biri oldu.
Lige adımını attığı ilk sezonda, çoğu maçta sahadaki tek siyahi oyuncu Russell’dı. Tribünlerden yükselen, en hafifi “Babun, neden Afrika’ya geri dönmüyorsun?” olan hakaretlere kulağını tıkıyor, bunları bir motivasyona çeviriyordu. Taraftarlarının çok büyük bölümü İrlanda ve İtalya göçmenlerinden oluşan Boston şehrinde, Katolik beyazların yıllar içinde siyahların davasına sempatiyle bakmasında büyük ölçüde pay sahibiydi. Bunu başarabilmesinde en büyük faktör, işini iyi yapması, sahada tüm takım arkadaşlarına ve rakiplerine saygı göstermesi ve tabii duygularını kontrol edebilmesiydi. Bir röportajda “Sizinle aynı görüşte olmayanları ikna edebilmek için öfkeye değil, mantık ve zekaya ihtiyacınız var. Eğer saygı görmek istiyorsanız öncelikle karşınızdakine saygı göstermeniz gerekiyor” demişti.
Martin Luther King’in yürüyüşlerinde, Muhammed Ali’nin ateşli basın toplantılarında, hep onların yanında, en ön saflardaydı. Basketbolu bırakmasının ardından, yazdığı kitaplar ve katıldığı toplantılarda yaptığı konuşmalarla kendisinden sonra gelen kuşakların ilham kaynağı olmayı sürdürdü. Öyle ki Barack Obama, Samuel L. Jackson, Oprah Winfrey, Kareem Abdulcabbar, Arthur Ashe ve Kobe Bryant gibi ABD’de insan hakları mücadelesinde bayrağı taşımış isimler, her fırsatta ondan çok şey öğrendiklerini ifade ettiler. Russell’ın ödül listesine 2011’de Beyaz Saray’da Başkan Obama’dan almış olduğu Özgürlük Madalyası ve 2019’da “inançlarının bedelini ödemekten çekinmeyen öncülere” verilen Arthur Ashe Cesaret Ödülü eklendi. Bu iki ödül, basketbol sahasında kazanmış olduğu kupaların tamamından daha değerliydi onun gözünde…
NBA’i takip eden her sporsever, Celtics-Lakers rekabetinin ne kadar köklü olduğunu bilir. Amerika’nın iki yakasında çok farklı değerleri temsil eden bu iki takımın taraftarları birbirinden nefret eder. 2020’nin Şubat ayında Kobe Bryant’ın beklenmedik ölümünden birkaç hafta sonra Los Angeles’taki bir maça, Bill Russell üzerinde Kobe’nin 24 numaralı Lakers formasıyla geldi. Bütün gözler üzerindeydi. Kameralar, bu tarihî anı kayda geçirmek için yarışıyordu. Naklen yayında yorumculardan “Bu da iş mi yani? O bir Boston efsanesi… Siyah bir ceket giyip tutulan yasa katılabilirdi” diyenler oldu. Russell ağır adımlarla, bastonundan güç alarak koltuğuna geçip oturdu. Mikrofonlara hiçbir şey söylemedi, salonda olduğu her dakika vakarını korudu.
Milyonları biraraya getiren oyunun, o oyuna çok şey katmış tüm bireylerden daha büyük olduğunu; sahada rakipsek de hepimizin adaletsizliğe karşı mücadelede birleşmemiz gerektiğini; yaşamın şiddetle harcanamayacak kadar kısa sürebileceğini Bill Russell’dan ve onun “sakin gücü”yle vermiş olduğu mesajdan daha iyi ne anlatabilirdi?