1970’lerin ortasından bugüne yarım yüzyıllık bir başarı öyküsü, Tuncay Özilhan’ın hayal olarak görülen girişimleriyle başladı. Anadolu Efes basketbol takımını Avrupa’nın zirvesine çıkaran hadiseler, fedakar hocalar ve olağanüstü sporcuların tarihe geçen hikayesi. Son EuroLeague şampiyonu Efes’in macerası…
İstanbul’da yaşayanların çoğunun adını duymadığı ama Kadıköylülerin iyi bildiği bir sokak vardır Moda’da: Cem Sokak. Civardaki okullardan taşan çocukların cıvıltısı ve kırmızı tramvayın çıngırağıyla şenlenen bu sokakta 1800’lerin ortalarından beri yükselen Assomption Kilisesi’nin, Türkiye’de basketbol tarihinde önemli bir dönemeçte yer aldığını söylesem inanır mısınız?
Bir spor yazısının giriş paragrafında kilise adı görmek biraz tuhaf; farkındayım. Ancak 20’li yaşlarının sonlarında olan ve birkaç yıl kaldığı ABD’den İstanbul’a dönen bir gencin, 1976 yazında bir basketbol takımı kurmaya kalkışması o günlerde bu haberi duyanlar tarafından da tuhaf karşılanmıştı.
Kahramanımızın adı Tuncay Özilhan’dı. Saint-Joseph Lisesi ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden sonra yüksek lisans için New York’a gitmiş, içinde filizlenen basketbol fidanı orada iyice dallanıp kök salmıştı. Babası İzzet Bey, o yıllarda henüz emekleme aşamasında olan bir markanın ortaklarındandı. Bira üretiminde ülkeyi yeni standartlarla tanıştıran bu firmada, oğlunu önemli sorumlulukların beklediğini düşünüyordu. Tutkusuyla iş hayatı, profesyonel kariyer ile hobi, içinden yükselen ses ile baba nasihatleri arasında en uygun yolu bulmaya çalışan genç Tuncay; Yeni Dünya’da gördüklerini doğup büyüdüğü kente taşımak ve Efes Pilsen logosunu bir basketbol takımının formasında görmek istiyordu.
Saint-Joseph’li sporsever gençlerin çoğu Kadıköyspor’da voleybol-basketbol oynuyor; kimileri de yüzme, kürek, yelken gibi su sporlarında faaliyet gösteriyordu. Cem Sokak’taki Assomption Kilisesi’nin bahçesi, kulübün gayriresmî sahası gibiydi. Yaz akşamlarında iddialı minyatür kale futbol maçları hatırı sayılır kalabalıkları bahçeye toplar, voleybol ve basketbol takımları antrenmanlarını burada yapardı. Tuncay Özilhan, Kadıköyspor’un basketbol şubesini satın alıp adını Efes Pilsen’e çevirince, kilise bahçesindeki mütevazı potalar da gelecek yıllarda büyüyüp çok uzaklara gidecek olan bebeğin beşiği oldu.
Özilhan, kulübün yönetim sorumluluğunu uzun yıllar Modaspor’da basketbol oynamış Pano Natof’a verdi. Lise yıllarından onu iyi tanıyor ve güveniyordu. Efes Pilsen markasının sağladığı olanaklarla, Pano Natof’un tercihleriyle oluşturulan kadrolar önce o dönem “mahalli küme” olarak bilinen İstanbul Yerel Ligi’nde, sonraki yıl Türkiye İkinci Deplasmanlı Ligi’nde yenilgi yüzü görmeden şampiyonluğa ulaştı ve Birinci Lig’e yükseldi.
70’ler, basketbola bir başka müessese kulübünün, Eczacıbaşı’nın da ağırlığını koyduğu yıllardı. Ancak Efes, büyük sahnedeki ilk sezonunda (1978-79) koç Faruk Akagün yönetiminde Doğan Hakyemez’li, Mehmet Döğüşken’li, Aytek Gürkan’lı, “Şeytan” Billy Lewis’li kadrosuyla Eczacıbaşı’nı geride bırakıp şampiyonluk kupasını kaptı. Çiçeği burnunda kulüp, spor âlemine merhaba demesiyle birlikte, üç sezon üstüste girdiği liglerin üçünde de ipi en önde göğüslemeyi başarmıştı. Bu, daha önce görülmüş şey değildi. Özilhan’ın rüyaları çok kısa sürede gerçeğe dönüşmüştü. Ancak o günlerde, onun gözünün daha yükseklerde olduğunu, gönlünde daha büyük aslanların yattığını kimse bilemezdi.
80’li yıllar boyunca çekiştiği Eczacıbaşı’nın organizasyonel yapısını örnek almaktan da çekinmedi Efes Pilsen… Merter’deki fabrikanın arazisine çok amaçlı ve modern bir antrenman salonu yapılmış; günün neredeyse yarısını burada geçiren antrenörler, gencecik sporcular, geleceğe umutlu bakılmasını sağlayan bir basketbol ailesi oluşturmuştu. 90’lara gelindiğinde, kulübün müzesinde üç şampiyonluk kupası vardı. Hep zirveye oynamış, kupaya uzanamadıkları sezonlarda da üst sıralarda yer almayı başarmış, daha da önemlisi, altyapıdan onlarca genç yetiştirmişlerdi.
1992’de İstanbul, spor tarihimizde ilk kez bir Final Four organizasyonuna evsahipliği yapacaktı. Avrupa’nın kulüpler düzeyinde en iyi dört takımını buluşturan bu turnuva, Efes’in sponsorluğu sayesinde Türkiye’ye alınabilmişti. O dönemde ülkemizden bir takımın, değil oralara gelmesi, Avrupa Kupaları’nda ilk iki turu geçmesi bile olağanüstü sayılıyordu. Yine de Final Four’u henüz yeni hizmete girmiş olan Abdi İpekçi Spor Salonu’na taşımak, Özilhan’ın vizyonunu göstermek bakımından önemli bir detaydı.
Aynı yılın Şubat ayında, kulübün teknik yapısını da tepeden tırnağa değiştirecek bir gelişme yaşandı. O sezona kötü başlayan ve raydan çıkmış gibi görünen takımın başına Aydın Örs getirildi. Örs, yıllardır altyapıda gençlerle çalışan, ön plana çıkmayı sevmeyen, sabırlı, disiplinli ve çalışkan bir hocaydı. Kulüp yönetimi uzun süredir uyguladığı “Dere geçerken at değiştirilmez” ilkesini çiğnemek zorunda kalmış; Örs de zor zamanda devraldığı takımı, son haftalarda adeta şaha kaldırarak, Efes için ne kadar önemli ve vazgeçilmez bir isim olduğunu ispatlamıştı. 1991-92 sezonu, play-off’ta fırtına gibi esen Efes’in şampiyonluğuyla sonuçlandı. Bu kulübün tarihindeki dördüncü şampiyonluk olmanın yanısıra yeni bir döneme açılan kapıydı da.
Natof-Örs ikilisi, şampiyon kadroya, dağılan Yugoslavya’dan kaçıp kendine yeni ve huzurlu bir yuva arayan Makedon asıllı Petar Naumoski’yi ekledi. Sonrası, kartopunun çığa dönüşmesiydi. 1993’te Avrupa’nın kulüpler düzeyinde 2 Numaralı kupası olan -o zamanki adıyla- Saporta Kupası’nda finale kadar tırmanan Efes’in, altyapısından yetiştirdiği Ufuk Sarıca ve Volkan Aydın gibi gençleri de bütün yabancı otoriteler tanıyordu artık… 1993 Mart’ında Torino’da Yunan temsilcisi Aris’e 2 sayıyla kaybedilen final maçı kalpleri kırmış, ama bu ekibin sonraki yıllarda daha büyük hedeflere yürüyebileceğini de haber veren bir işaret fişeği olmuştu.
Efes, sonraları EuroLeague adını alacak olan 1 Numaralı Avrupa kupasında o günden sonra hep iddialı oldu. Devlerle boy ölçüştü. Özellikle Panathinaikos ve Olympiakos gibi güçlü Yunan ekipleriyle oynadığı maçlar dört gözle beklenir olmuştu. Büyük rekabetin dışına düştüğü tek sezonda, 1996 Koraç Kupası’nı kazanarak Avrupa’da kupa kaldıran ilk Türk takımı oldu. Koraç, Avrupa’nın kulüpler düzeyinde 3 Numaralı organizasyonuydu. Bir anlamda Galatasaray’ın futbolda kazandığı UEFA Kupası’nın muadili… Ancak Galatasaray’dan 4 yıl önce!
Burada biraz nefeslenip, öykümüze küçük bir detay ekleyelim: Efes Pilsen markasının reklam bütçesinden basketbol sponsorluğuna aktarmış olduğu para, 90’larda önceki 10 yıla oranla kaydadeğer miktarda artmıştı. Bunda 1984’te bira üreticileri ile dönemin iktidar partisi ANAP arasında yaşanan sürtüşmenin payı büyüktü. ANAP tarafından meclise getirilen ve kabul edilen yasayla bira “alkollü içki” kabul edilmiş, büfe ve çay bahçelerinde satışı ile televizyon reklamları yasaklanmıştı. O yaz satışlarının yüzde 40 oranında gerilediğini gören bira üreticileri kara kara ne yapacaklarını düşünürken; Amerikalı bir danışmanlık firması Efes yönetimine “sanat ve spora sponsorluk desteğini artırın” tavsiyesini vermişti. Natof-Örs ikilisiyle çıkışa geçen basketbol takımının yelkenlerini şişiren rüzgarı, “milliyetçi-mukaddesatçı” bir iktidarın koyduğu yasak da artırmıştı dersek pek yanlış sayılmaz.
Efes, defalarca kapısından döndüğü Final Four’a nihayet 2000’de ulaştığında, takımın başında başarıya giden zahmetli yolun parke taşlarını döşeyen Pano Natof ile Aydın Örs yoktu ne yazık ki… 1999-2000 sezonuna yapılan kötü başlangıç, yıllardır büyük emek vermiş olan ve giderek artan baskıyı omuzlayan ikiliyi, patron Özilhan ile ilişkilerinde geri dönülemez bir noktaya sürüklemiş ve istifa etmelerine yol açmıştı. Takım, daha önce Örs’ün asistanlığını yapmış, sonra da Türk Telekom ve Karşıyaka’da kendi kanatlarıyla uçabildiğini göstermiş Ergin Ataman’a emanet edildi. O da hırsı ve enerjisiyle Efes’i Final Four’a taşıdı. Selanik’teki turnuvadan üçüncülükle dönüldü ama; hem Avrupa’nın hem NBA otoritelerinin, son yıllarda Merter’deki altyapıdan yetişen Mirsad Türkcan, Hidayet Türkoğlu gibi genç yetenekleri konuşuyor olması, alınan dereceden daha gurur vericiydi.
Kısa süren “birinci Ataman dönemi”nin ardından onun yardımcısı olan Oktay Mahmuti ile ligde son derece istikrarlı bir grafik (4 sezonda peşpeşe 4 Türkiye şampiyonluğu) çizen Efes, Avrupa’da hedef olarak belirlediği Final Four’un eşiğinden atlayamıyordu bir türlü… Koçluk koltuğunda 7 yıl oturan Mahmuti, 2007’de yerini Amerikalı David Blatt’e bıraktı. Rus Millî Takımı’nı altın madalyaya taşıdığı Avrupa Şampiyonası’nın hemen ardından Efes’teki mesaisi için kolları sıvayan Blatt, İstanbul’da büyük bir düşkırıklığı yaşadı ve yaşattı. Eskilerin “silsile-i meratib” dediği usta-çırak hiyerarşisi bozulmuş, sadece oyuncu yetiştirmekle kalmayıp, spor hayatımıza pek çok çalıştırıcıyı da armağan eden düzenin dişlileri arasına görünmeyen bir çomak sokulmuştu sanki…
Sonrasında türbülans dönemi başladı: Bir defa daha Ergin Ataman, şöhretli ya da daha az tanınmış yabancı antrenörler, henüz yolun başındaki Ufuk Sarıca derken, nihayet 2017’nin son günlerinde yetiştiği ocağa dönüp üçüncü kez sözleşme imzalayan Ergin Ataman… Bu arada, yine siyasi bir kararla kulübün adındaki Pilsen atılmış; sportif faaliyetlerin herhangi bir yerinde bira üretimini çağrıştıracak her türlü ifade ve simge yasaklanmış; takım parkelere Anadolu Efes adıyla çıkmaya başlamıştı. Ancak özlenen istikrar yakalanamıyordu. Avrupa basketbolunda Efes, her sene silbaştan yapan ama çok istediği zirveye tırmanamayan bir transfer hovardasına benzetiliyordu. Bu arada Ülker’in finansal desteğiyle yola çıkan Fenerbahçe’nin 2017’de Doğuş Grubu’nun sponsorluğunda EuroLeague şampiyonluğuna ulaşıp, bu büyük kupayı Türkiye’ye getiren ilk takım unvanını alması, Efes cephesinde yaraya tuz bastı.
2018-19 sezonuyla birlikte Anadolu Efes, başka bir boyuta sıçradı. Vasilije Miciç ve Shane Larkin gibi çok yetenekli, aynı zamanda başarıya aç oyuncuların transferiyle oluşturulan kadro, o günden bu yana rakip tanımayan bir silindire dönüştü; Avrupa’nın en büyük organizasyonunda iki final oynadı, birini kazandı. Pandemi nedeniyle yarıda kalan 2019-20 sezonunda Efes yine doludizgin giderken, final oynanamadı, şampiyon belirlenemedi ne yazık… Aynı dönemde kazanılan 2 Türkiye şampiyonluğuyla kulübün tarihinde bu kategorideki kupaların sayısı 15’e yükseldi. Son 3 yılda Anadolu Efes’in, Avrupa potalarında en çok maç kazanan, en istikrarlı ve en çok saygı gören kulüp olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?
45 yıl önce genç bir adam, tutkusunun peşinden giderek bir hayal kurdu. O hayale önce onlarca, sonra yüzlerce ve zamanla milyonlarca sporseveri ortak etti. Sayısız insanın yetişmesi ve basketbol sahasında üretime katılması için en uygun koşulları sağladı. Geçen ay Anadolu Efes, Köln’deki EuroLeague finalinde Barcelona’yı dize getirip şampiyonluğu kucaklarken, sahada en çok alkış toplayan oyunculardan birinin, basketbol topuyla Merter’deki salonda tanışmış olan Sertaç Şanlı olması; bu başarının ardında yalnızca finansal gücün değil, insana yapılan yatırımın, sabrın ve emeğin olduğunu gösteriyordu. Tuncay Özilhan, Moda’daki kilisenin bahçesine ilk adımını attığı anda bu kadarını hayal etmiş miydi acaba?