İlk filmden 38 yıl sonra yeni bölümüyle (Güç Uyanıyor) tekrar vizyona giren ‘Yıldız Savaşları’, popüler kültürün yakın tarihte iz bırakan önemli yapımlarından oldu. Yaratıcısı George Lucas’ın kişisel macerası eşliğinde, bir döneme damgasını vuran seri filmin gerçek hikayesi…
Star Wars (Yıldız Savaşları) filmlerinin yaratıcısı George Lucas’ın babası, 1929’daki Büyük Bunalım sırasında büyümüştü ve ofis malzemeleri satan muhafazakar bir işadamıydı. California’nın küçük bir kasabasında, Modesto’da, Dorothy Ellinore Bomberger Lucas’la yaşıyordu. Küçük Lucas, ABD’nin üç senedir 2. Dünya Savaşı’nda olduğu 1944’de doğdu. Henüz Japonya’ya atom bombası atılmamıştı.
Annesi, zayıf bünyesi yüzünden hayatının büyük bir bölümünü yatağına mahkum olarak geçirmişti. Kısa boylu, zayıf, içine kapanık George babası için bir hayalkırıklığı olmuştu. George Sr., oğlundan, küçümseyerek “sıska küçük şeytan” diye bahsederdi.
Lucas, insan ilişkilerinde de beceriksiz ve başarısızdı; bu yüzden okul hayatında da sürekli itilip kakılmalara, alaylara maruz kaldı. George Lucas belki her ergenin biraz yapması gerektiği gibi, içinde yetiştiği değerleri sorgulayarak bunlara karşı çıkmayı başardı ve aşık olduğu sinema sanatının yakınlarından geçmediği bu kasabadan ayrılarak, üniversitede sinema okumaya karar verdi. Kararını açıkladığında, babası doğal olarak Sin City’ye (Hollywood) gitmesine karşı çıktı. “Dönersin geri birkaç yıl sonra” deyince, George bağırarak bir kehanette bulundu: “Hayatta geri dönmeyeceğim. Otuz yaşımdan önce milyoner olacağım”. 29 yaşında ilk stüdyo filmi Graffiti’nin gişe başarısıyla milyoner oldu ve 70 yaşından önce, yarattığı “Star Wars” evrenini Walt Disney Company’ye satarak milyarder olmayı da başardı.
Francis Ford Coppola gibi daha “karanlık”, yetişkin filmler yazan bir çevresi vardı Lucas’ın bu ilk dönemlerinde. Hatta kendini bir odaya kapatıp, iki buçuk yıl boyunca “Star Wars: A New Hope”un senaryosu üzerinde çalıştığı sırada, “Apocalypse Now” George Lucas’ı bekliyordu. Coppola, Lucas’a senaryoyu teklif etmişti ama Lucas reddetmişti bu teklifi. Coppola ise, “Apocalyspe Now” gibi bir projeyi reddetmenin delilik olduğunu düşünüyordu.
Luke ve Leia
İlk filmde Luke Skywalker’ı canlandıran Mark Hamill 26, Prenses Leia’yı canlandıran Carrie Fisher 21 yaşındaydı.
Jedi ve Prenses
Luke Skywalker son filmde sadece finalde görülüyor. Harrison Ford ve Chewbacca ise neredeyse hiç yaşlanmamış.
Halbuki Lucas, tepesinde Sergei Eisenstein’ın resmi, küçük odasında pop kültürün, mitolojinin her köşesinden topladığı parçalarla belki “Apocalypse Now” gibi bir sinema şaheseri değil, ama 20. yüzyıl pop kültürünün belki de en önemli eserini yaratıyordu. En büyük ilham kaynağı, 1934’den beri Pazar günü gazetede yayınlanan “Flash Gordon”du. Bu çizgiroman, bilimkurgu türünde olmasının yanında tam bir macera filmi estetiği vardı. Hiç durmayan bir hareket ve dinamizm içeren bu klasik çizgiromanın duygusunu, sinemaya taşımayı tasarladı.
Bu sıralarda okuduğu Joseph Cambell de Lucas’ı çok etkilemişti. Cambell’ın kitaplarında, tarih boyunca belli başlı parçaları sürekli olarak karşımıza çıkan tek bir mitos olduğu fikri, Lucas’ın “Star Wars”u yazarken en çok faydalandığı formüldü. Tabii yalnızca eski moda çizgi romanlar ve mitoslar değildi “Star Wars” evrenini yaratacak olan. ABD’nin 70’lerde yaşadığı travmalar da ortaya çıkacaktı hikayelerde.
Soğuk Savaş’ın yarattığı kıyamet senaryoları, Death Star’ın gezegenleri yokedici gücünde gösteriyordu kendini. ‘İmparatorluk’un yenilmez görünen kudretinin, Endor gezegeninde yaşayan kısacık, tüylü, şirin Ewok’lar tarafından dize getirilmesinde, Amerika’nın Vietnam’da yaşadığı mağlubiyetin izleri vardı. Tam bir tarih tutkunu olan George Lucas’a İmparator Palpatine’in bir zamanlar bir Jedi olup olmadığı sorulduğunda, şöyle cevap verdiği aktarılır: “Hayır, bir siyasetçiydi. İsmi de Richard M. Nixon’dı. Parlamentoyu devre dışı bıraktı, başa geçti ve tam bir imparatorluk neferi oldu. Gerçekten kötü biriydi. Ama gerçekten iyi bir insanmış gibi davranırdı”.
George Lucas’ın güce karşı olan şüpheciliği ve karşıt tutumu, filmlerinin yakaladığı inanılmaz başarıyla meşruiyet kazanmış oldu. “Star Wars”u ilk izlettiğinde, film, özellikle de John Williams’ın artık bir klasik haline gelmiş inanılmaz müzikleri de olmadan, neredeyse hiçbir arkadaşı tarafından beğenilmedi. İnadı biraz da bundandı belki.
Bir bilimkurguydu “Star Wars”, ama gücü temelde bir sihir olarak ele alıyordu. Kaçış edebiyatı olarak yıllarca küçümsense de (son yıllarda hakettiği saygınlığı kazandığı söylenebilir) fantastik edebiyatın değişmez unsurlarından biriydi sihir. Fakat bu kaçış, her zaman yüzleşmeden kaçmak, mücadeleden çekilmek anlamına gelmiyordu. “Star Wars” kimilerine göre “yüzeysel”, yeni nesil patlamış mısır sinemasını dünyanın başına saran B sınıfı ucuz bir eğlenceydi. Ama kesin olan şey kalbinin doğru yerde, yani direnenlerin tarafında bulunduğu gerçeğiydi.
“İster Julius Ceasar, Napoléon ya da Adolf Hitler olsun, demokrasiden vazgeçme fikrini –çoğu zaman kriz dönemlerinde vazgeçilir- tarih boyunca görürsünüz” diyordu George Lucas. Galaktik Cumhuriyet Parlamentosu’nun Palpatine’in başını çektiği darbeyle yıkılmasına şahit olduğunda Padmé Naberrie’nin gözlemlediği gibi, özgürlük bazen alkışlar eşliğinde de ölüyordu. Cumhuriyet içeriden çürüyebiliyordu. Tek adam yönetimleri, yalnızca Palpatine gibi Sith lordları tarafından yaratılmamaktaydı; kendisine alkış tutanlar da en az lordlar kadar suçluydu. Palpatine gibi diktatörleri, kültürel olarak cılızlaşan, aşırı büyümeye ve tüketime odaklanan toplum başa geçiriyordu.
Başka küçük ayrıntılarda da, “Star Wars”un temel yapısı, Roma İmparatorluğu’nun tarihini yansıtır. Senato, Cumhuriyet gibi oluşumlar Roma İmparatorluğu’ndan gelirken, askerlerin kıyafetleri ve simgeleri de açıkça Nazileri çağrıştırır. Tarihin bu dev imparatorlukları gibi, Palpatine ve “İmparatorluk” da üstün askerî gücünü ve ölümcül silahlarının yarattığı tehdidi kullanarak galaksiyi kontrol eder. Alderaan gezegenin ilk üçlemede nedensiz yere yok edilmesi de bundandır. Göz göre göre yapılan katliamlara, yolsuzluklara ve kötülüklere rağmen, halkın büyük çoğunluğu nasıl bir zamanlar Hitler’i desteklediyse, Palpatine de aynı şekilde destek bulur. Halkın çoğunluğunun desteğini almış bu diktatörlerin ellerinde silahları, bombaları, dünyaları yok edecek güçleri varken, direnmek mümkün değil gibi görünür. İşte böyle zamanlarda, başlangıç olarak Yoda gibi bilge savaşçılara kulak vermek gerekir belki de. Eğer “İmparatorluk”u alt etmek istiyorlarsa, “âsiler önce bildiklerini unutmalıdır” diye salık verir Yoda. Death Star ya da atom bombası gibi silahların karşısına şiddetle karşı çıkmak aptallıktır. Ancak umutsuzluğa kapılmak da yenilgiyi kabullenmek olur. O yüzden imkansızı başaracaklarından emin olmalıdır direnenler ve ne kadar kötü günlerden geçiyor olsalar da, eğer gerçekten haklılarsa, bu inanca sarılıp, vazgeçmemelidirler.
İkinci üçlemede Annakin Skywalker, Darth Vader olur. Luke Skywalker ise, babasının bakış açısını ne olursa olsun kabullenmez. Ölmeden önce Darth Vader’ın karanlık tarafı redderek bir nevi tekrar Annakin Skywalker olması da, aslında Darth Vader’ın gerçek yokoluşudur. Seyirciyi memnun etmek konusunda inanılmaz bir içgüdüsü olan George Lucas, böylece dönemin ABD’sinde yaşadıkları kötü günlerin bir gün biteceğini, Richard Nixon gibi despotların sonsuza kadar yaşamayacağını, Carter yıllarının geride kaldığını ve Vietnam savaşının yaralarının elbet bir gün sarılacağını telkin eder. Bu anlamda, Star Wars’un kalbi her zaman doğru yerde olmuştur.
Fakat “Star Wars”un ve George Lucas’ın düzen karşıtlığı çoğu zaman görünüşte kalır ya da en iyimser deyişle, sorunlarla doludur. Her mavi gözlü beyaz Amerikalı gibi, Luke Skywalker da doğuştan gelen sorumluluğunu üstlenir, lider olması kaçınılmaz gibidir. Güce sahip olan yine beyazlardır. Jar Jar Binks’in komik bir Jamaikalı aksanı vardır. Siyah karakterler, Lucas’ın da itiraf ettiği gibi, Afrikalı-Amerikalı seyircinin de filmle özdeşlik kurabilmesi için senaryodadır. “Star Wars” filmlerinde direniş, hiyerarşiye ya da düzene karşı değil, galaksinin istikrarı içindir denilebilir. Galaksi tarihinde “Cumhuriyet”in ve “İmparatorluk”un döngüsel olarak birbirinin yerini alması da bu karşıtlığın aslında bir yanılsama olduğunu gösterir.
Kendisi de aslında oldukça muhafazakar ve apolitik olan Lucas’ın, “Star Wars”u bir marka, dev bir endüstri haline getirebilmesi, bu projenin en başından beri çok zekice bir pazarlamayla tasarlanmış olmasına bağlı şüphesiz. İlk filmden, şu anda hâlâ sinemalarda oynayan ve rekor üstüne rekor kırarak sinema tarihine geçen “The Force Awakens”e (Güç Uyanıyor) kadar yedi film de, George Lucas’ın da açıkça söylediği gibi “Walt Disney filmleri”dir. O günlerde üretilen karamsar, siyasi filmlere karşı cesur ama oldukça sorunlu bir “franchise”dır.
Filmlerin pop kültür üzerinde inanılmaz bir etkisi olduğu tartışılmaz. Kimilerine göre sinema sanatını ucuzlaştırmıştır, kimilerine göre birer deha eserleridir. Oysa gerçek belki de daha heyecansızdır. George Lucas’a göre “patlamış mısır” filmleri hep varolmuştur, varolacaktır. Onun yaptığı sadece pop kültürü tarayarak bir Frankenstein yaratmak ve filmlerin suya sabuna dokunmadan da seyircinin kalbine dokunabileceğini göstermek olmuştur. Ama film tüketme alışkanlığımızı, bilimkurguya yaklaşımımızı ve hayal dünyamızı kökünden değiştirdiği de tartışılmaz bir gerçektir.
‘YILDIZ SAVAŞLARI’NDAN GÜNÜMÜZ TEKNOLOJİSİNE
Gerçek olan bilimkurgu
“Yıldız Savaşları” serisi sadece izleyicileri etkilemekle kalmadı, biliminsanlarına da ilham verdi. Bunların bir kısmı, maalesef savaş endüstrisini besleyen tasarımlar…
Film serisi boyunca emirleri yerine getiren ve savaşlarda hayat kurtaran ‘Battle Droid’ler, Amerikan ordusuna ilham kaynağı oldu. Boston Dynamics tarafından Battle Droid’lerden ilhamla tasarlanan, uzaktan kumandalı robot BigDog, yakın gelecekte savaş meydanlarında boy gösterecek gibi.
Luke’un kullanmaya tenezzül etmediği baş üstü göstergesi (HUD), günümüzde modern savaş jetlerinde navigasyon ve saldırı amaçlı kullanılıyor. Hatta General Motors ve BMW, bazı arabalarına bu teknolojiyi entegre etmiş durumda. Yakın gelecekte tüm arabalarda kullanılmaya başlanacak olan bu teknoloji sayesinde, arabanın burun kısmında hız, konum ve daha bir çok bilgiyi görmek mümkün.
Prenses Leia’nın Obi Wan-Kenobi’ ye gönderdiği hologram mesaj, Arizona Üniversitesi profesörü Nasser Peyghambarian tarafından hayata geçirildi. ‘İmparator’ bölümünde Luke Skywalker’ın Darth Wader ile savaşırken kaybettiği elinin yerine takılan biyonik el de
Touch Bionics tarafından tasarlanan el, koldaki elektriksel sinyallerini okuyup ele göndererek, elin doğasına uygun olarak hareket etmesine olanak tanıyor.
Serinin havalı ikilisi R2D2 ve C-3PO robotları, film hayranlarının en çok sahip olmak istediği teknolojilerden biriydi. Honda’nın ASIMO adını verdiği insansı robot beklentileri karşılayacak gibi görünüyor. Son sürat havada süzülen ‘Landspeeder’ da yaklaşık 3 metre yerden yükselebilen ve 50 km hıza ulaşabilen ‘M200G’ adındaki kırmızı uçan araba ile hayatımızda yerini aldı.
Ve tabii tüm sinema tarihinin en harika silahı, vazgeçilmez ışın kılıçları! Şimdiye kadar sadece içine ışık konulmuş plastik oyuncaklar ve film kalitesinde yapılmış replikalarıyla yetindiğimiz ışın kılıçları uzmanlara göre hiçbir zaman –inşallah- hayata geçemeyecek gibi görünüyor. Fakat lazer teknolojili silahlar araştırılmaya devam ediliyor. günümüzde hayata geçmiş teknolojiler arasında.
STAR WARS 1977-2015
BÖLÜM IV: YILDIZ SAVAŞLARI
(YENI BIR UMUT)
STAR WARS (A NEW HOPE)
Serinin sonradan “Bölüm 4” olarak adlandırılacak ilk filmi. Gösterime girmeden önce filmi seyredenler arasında beğenen tek kişi Steven Spielberg’dü. Tamamlanmış hali birkaç ay sonra, 25 Mayıs 1977’de gösterime girdiğinde, “Jaws”u geride bırakarak dünya gişe rekorunu kırdı.
BÖLÜM V: İMPARATOR
THE EMPIRE STRIKES BACK
Lucas’ın, Leigh Brackett’la birlikte yazdığı ikinci filmin senaryosu 1977’de tamamlanmıştı. Film, 21 Mayıs 1980’de gösterime girdi. Eleştirmenler baştan beğenmese de serinin belki de en iyi filmiydi ve zaman içinde sinema tarihinin klasiklerinden biri olduğu genel kabul gördü.
BÖLÜM VI: JEDI’IN DÖNÜŞÜ
RETURN OF THE JEDI
David Lynch ve David Cronenberg filmi yönetmeleri için yapılan teklifi kabul etmediler. Sonunda yönetmen olan Richard Marquand, sürekli sette bulunan George Lucas’la çalışmasını şöyle anlatacaktı: “Kral Lear’ı yönetmeye çalışmak gibi –yan odada Shakespeare varken!”.
BÖLÜM I: GIZLI TEHLIKE
THE PHANTOM MENACE
16 senelik bir aradan sonra yapılan ilk filmdi. Çok sayıda “Star Wars” hayranı için bir felaket yılı oldu. Orijinal serinin öncesinde geçen olayları anlatan ve merkezine de Annakin Skywalker’ın “karanlık taraf”a geçmesini alan bu yeni üçleme, neredeyse herkes tarafından eleştirildi.
BÖLÜM II: KLONLARIN SALDIRISI
ATTACK OF THE CLONES
Lucas’ın senaryosunu Jonathan Hales ile birlikte yazdığı film gişe başarısına rağmen (1 milyar dolar) önceki filmde olduğu gibi eleştirmenler tarafından beğenilmedi. Daha ziyade aksiyon sahnelerinin başarısı ile öne çıktı. Yoda ile Dooku arasındaki düello sahnesi bir efsane oldu.
BÖLÜM III: SITH’IN İNTIKAMI
REVENGE OF THE SITH
Müziklerini yine John Williams’ın yaptığı film, bu defa hem gişe başarısı (850 milyon dolar) hem de eleştirmenlerin övgüsüyle (Oscar’a aday gösterildi) öne çıktı. Kimileri filmin Irak Savaşı’nı eleştirdiğini kimileri de Faust’un modern bir uyarlaması olduğunu iddia etti.
BÖLÜM VII: GÜÇ UYANIYOR
THE FORCE AWAKENS
İlk filmden 38 yıl sonra vizyona giren yeni bölüm, yine “İmparatorluk” ve “Asiler” arasındaki mücadeleyi anlatıyor. Bu sefer yönetmenlik, “Star Trek” (Uzay Yolu) evrenini de tazeleyerek tekrar izlenilebilir kılan J. J. Abrams’ta. Filmin hasılatı şimdiden 530 milyon doları geçti.