Klasik trajedide insan kaderin oyuncağıdır. Hükümdar kendi oğullarını yani doğal rakiplerini öldürtür. Şehzadeler de babalarına başkaldırır, birbirleriyle savaşır; çünkü bu bir ölüm-kalım meselesidir. Sultan Süleyman son yıllarında artık böyle trajik bir karakterdir: Yorgun bir hükümdar, çok sevdiği karısını kaybetmiş bir erkek, iki oğlunun ölüm kararını vermiş yaşlı bir adam.
İlhan Berk, şair-denizci-nakkaş Nigârî için yazdığı şiirde, onun ünlü Kanunî portresinden sözeder: “Artık Kanunî hep düşüncelidir. Doğan burunlu, seyrek dişlidir. Resimdeki gibidir”.
Bu Kanunî resmi, yüzündeki, boynundaki çizgilerle, yarı-kapalı, feri sönmüş gözleriyle çok şey görmüş yaşlı bir adamı anlatır. Kambur sırtını iki hasodalıya dönmüştür, yalnızdır, yüzünü ölüme çevirmiştir. Sultan Süleyman’ı son yıllarında hem insan hem hükümdar olarak gösterdiği için, padişah portreleri arasında belki en değerlisidir.
Oysa Süleyman hayata talihli bir şehzade olarak başlamıştı. Yavuz’un tek oğluydu. Onun verdiği korkunç mücadelelere girişmesine gerek yoktu; babaya başkaldırmak, kardeşlerini, yeğenlerini ortadan kaldırmak zorunda kalmamıştı. Manisa’da rakipsiz veliaht olarak rahat bir hayat sürdükten sonra, tam olması gereken yaşta (25) tahta çıkmıştı.
Bütün padişahlar arasında en büyük aşkı yaşamış, sevdiği kadınla yıllar boyu mutlu bir aile hayatı sürmüştü. Hurrem Sultan’ın seferde bulunduğu sıralarda Sultan Süleyman’a yazdığı, Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan 7 mektup dikkatle okunduğunda, bu mutlu hayatın izleri göze çarpar. Hurrem Sultan, eşine “canımın pâresi sultanım” diye hitap ettikten, pek çok aşk klişesini sıraladıktan sonra, “evde” (saray değil, ev) neler olup bittiğini anlatır, araya küçük kız torunu Hümaşah’tan sevimli satırlar sıkıştırır.
Ancak sözkonusu erkeğin aynı zamanda bir hükümdar olduğunu unutmayalım. Mutlak monarşide hükümdarın bir oğlunun olması ne kadar önemliyse (geleceğin güvencesi), birden fazla oğulun yetişkin yaşa ulaşması da aynı derecede tehlikelidir. Hükümdarla veliaht arasındaki ilişki, sıradan bir baba-oğul değil, bugünle yarın arasında bir rekabet ilişkisidir.
Bu koşullar altında aile içinde bir iktidar savaşının başlaması kaçınılmazdı. Rüstem Paşa’nın 1544’te veziriazam olmasıyla gerilim iyice arttı. Hurrem’in kızı Mihrimah Sultan’ın eşi olan Rüstem Paşa, kayınvalidesinin en yakın müttefikiydi. Padişaha yazdığı bir mektupta Hurrem şöyle diyordu: “İki gözüm, yoluna kurban olduğum saadetim, Rüstem Paşa bendenizdir. Nazar-ı şerifiniz üzerinden diriğ etmiyesiz (gözünüzü üzerinden eksik etmeyiniz). Kimesnenin sözüne amel etmiyesiz (kimsenin sözüyle hareket etmeyiniz). Hele câriyen Mihrimâh’ın yüzü suyuna…”
Başlangıçta pürüzsüz giden aile hayatı, Kanunî’nin en büyük oğlu Şehzade Mustafa ile ilişkilerinin bozulmasıyla başladı. Mustafa, 1533’te İstanbul’a yakınlığı açısından veliahtın makamı olarak bilinen Manisa’ya vali atanmış, annesi Mahıdevran (veya Gülbahar) Sultan ile birlikte buraya gitmişti. Tarihçiler Hurrem Sultan’ın çok hırslı olduğunu, Mustafa yerine kendi oğullarından birini padişah adayı yapmak için kolları sıvadığını yazar. Ancak Mustafa’nın padişah adaylığından düşürülmesi Hurrem Sultan için sadece bir hırs değil bir ölüm-kalım meselesiydi. Mustafa babasından sonra tahta çıkacak olsa, Hurrem’in dört oğlunun (Mehmed, Selim, Bayezid, Cihangir) hayatta kalmayacağını kestirmek zor değildi. Aynı ölüm-kalım sorunu Mustafa için de geçerliydi.
Şehzade Mustafa kendini kurtarmak için çabaladı; babasıyla yüz yüze görüşmek istedi; geri çevrilince padişaha yalvaran mektuplar gönderdi. Sonunda kendisi için tek çarenin büyükbabası Yavuz’un yolundan giderek babasına karşı ayaklanmak ve tahtı zorla ele geçirmek olduğunu düşünmüş olmalı. Kimilerine göre bu düşünceyi uygulamak için adımlar da attı. Her ne olduysa, baba ile oğul arasındaki çekişme, 1553’te Konya Ereğlisi’nde güya sefere çıkan padişahın ordugahında şehzadenin ölümüyle sonuçlandı. Mustafa padişahın otağına davet edildi, orada babası yerine boynuna kement atan yedi dilsiz cellatla karşılaştı. Ölümüne padişahın bizzat tanık olduğuyla ilgili söylentiler de vardır. Mustafa’nın tek oğlu da Amasya’da öldürüldü. Annesi Mahıdevran uzun yıllar taşrada sürünecek, Necdet Sakaoğlu’nun yazdığına göre borçları yıllar sonra padişah tarafından ödenecekti.
Mustafa’nın idamının yarattığı etki büyük oldu. Aradan yıllar geçtikten sonra Yeniçeriler padişaha yolladıkları, ağalarından şikâyet eden bir dilekçede (Topkapı Sarayı arşivinde), Kanunî’yi adaletsizlikle suçluyor, dönüp dolaşıp sözü oğlunun öldürülmesine getiriyorlardı: “Vay bize, ne devletsüz başımız var imiş ki Sultan Mustafa gidüb biz kalmak…”
İdamın halk üzerindeki etkisi ise şiirlerden anlaşılıyordu. Prof. Dr. Mustafa İsen, Şehzade Mustafa için kaleme alınan mersiyelerle ilgili yazısında şöyle der: “Şehzade Mustafa için toplam 15 mersiye kaleme alınmıştır. Bu sayı, bütün Osmanlı tarihi için kesin bir rekordur. Şehzadeyi öldürten Osmanlılar’ın en kudretli padişahı Kanunî için sadece iki mersiyenin kaleme alındığını söylersek, bu olaya kamuoyunun nasıl tepki verdiği daha iyi anlaşılacaktır”.
Bunların içinde “N’eyledüm kıydun bana devletlü sultânum baba” nakaratıyla tanınan, şehzadenin kendi ağzından yazılmış şiir çok iyi bilinir. En ilginci, Nisaî mahlaslı bir kadın şairin şiirinde, “merhametsiz cihan padişahının” bir “Urus cadusinun” (Rus cadısının) sözüne uyduğu söylenerek doğrudan Hurrem Sultan’ın da suçlanmasıdır.
Halk masallarına özgü “zalim baba-kötü kalpli üvey anne-kurban edilen çocuk” teması, bu olayın günümüze kadar ulaşmasını sağladı. Belki padişahın yıllar sonra bu defa Hurrem Sultan’dan olma bir başka oğlunu öldürtmesinden bu kadar sözedilmemesinin nedeni, ortada böyle bir üvey anne öğesinin bulunmayışıydı.
Hurrem Sultan’ın ölümünün (1558), Kanunî’yi bir depresyona sürüklediği söylenir. 40 yıldır beraberdiler. Padişahın seferlere çıktığı dönemler hariç hiç ayrılmamış, iki oğullarının (Mehmed ve Cihangir) ardından birlikte ağlamışlardı. Sultan Süleyman karısı için yazdığı gazellerinden birinde “… Stanbulum, Karamanım, diyâr-ı milket-i Rûmum (…) Kapunda çünki meddahım, seni medh ederim dâyim/ Yürek pür-gam, gözüm pür-nem, Muhibbiyim, hoş hâlim” der. Bu aşk erkek tarihçilerimizi bile etkileyecek düzeydeydi. Şeyhülmüverrihin Prof. Dr. Halil İnalcık, 1990’da bu gazele bir nazire yazmıştı: “Nice sevmiş, nice övmüş, Süleyman Hurrem’i candan/ Meded hey Hurrem-i devrân, ne şâir ne Süleymanım…”
Haseki sultan öldükten sonra bu defa onun iki oğlu arasında bir iktidar kavgası başladı. 1558’de padişahın hayattaki en büyük oğlu Şehzade Selim, Manisa’dan Konya’ya, ondan iki yaş genç olan Şehzade Bayezid ise Kütahya’dan Amasya’ya gönderilince aralarındaki mücadele su yüzüne çıktı. Bu sırada artık 30’lu yaşlarındaydılar, babaları ise 60 yaşını geçmişti; yani o dönem için bir ayağı çukurda sayılabilirdi. Bayezid İstanbul’dan daha uzak bir yere gönderilmesi nedeniyle büyük bir telaşa kapılmış olmalı. Şerafettin Turan tarafından yayımlanan Bayezid’in mektupları, talepler, şikayetler, kinayelerle doluydu; yeterince “politik” davranmayı bilmediğini, korktuğunu, babasının sevgisine fazlaca güvendiğini gösteriyordu: “Derdim çoktur, beyan kabil değildir, eğer dersem yine incinürsüz…(…) Küstahlığım ne ise, bildiresiz, ayrık etmiyeyim, amma ki bana da yazıktır…”
Birkaç ay sonra Şehzade Bayezid köprüleri yaktı; askerleriyle Konya’ya Şehzade Selim’in üzerine yürüdü. Padişah Bayezid’e karşı harekete geçti. Bu onun ikinci “oğul seferiydi” ama Üsküdar’dan öteye gitmesi gerekmedi. Yenilen Bayezid Anadolu’da oradan oraya kaçtıktan sonra 1559 sonunda Kazvin’e giderek İran Şahı Tahmasb’a sığındı. Hem Sultan Süleyman hem Şehzade Selim’in şaha Bayezid’i teslim veya idam etmesi için (ikisi aynı kapıya çıkıyordu) gönderdiği hediyelerin listesini İsmail Hakkı Uzunçarşılı yayımlamıştır. Padişahtan 400 bin, Şehzade Selim’den 100 bin altının yanısıra değerli atlaslar, kadifeler, mücevherlerle bezeli silahlar, şahın kızlarına mücevherler, oğluna kıratlar… Sonunda 25 Eylül 1561’de Kazvin’de Şehzade Bayezid dört oğluyla birlikte padişahın ve Şehzade Selim’in gönderdiği adamlara teslim edilerek boğuldular.
Şimdi yeniden Nigârî’nin resmine dönelim. 1561’de yapıldığı düşünülen bu minyatürdeki yaşlı adamın omuzlarının neden çöktüğünü anlayabiliriz. O büyük bir padişah olabilirdi ama bir yandan da iki yetişkin oğlunu, çocuk yaştaki beş torununu öldürtmüş yaşlı ve yalnız bir adamdı.