Kasım
sayımız çıktı

Kıymeti bilinmemiş bir ‘sansür sanatçısı’

#1: Zeki Arif Üstünel

Zeki Bey sanata, kültüre büyük önem veren biridir ve hayatta en nefret ettiği şey sansür memuru diye anılmaktır. O, kendisini “insan tabiatının meşum temayülleri karşısında yoldan çıkmaya teşne birtakım sanatçıların eserlerini, topluma doğruyu gösterecek biçimde tanzim eden ve aslında sanata hakettiği yüksek değeri kazandıran, isimsiz bir kahraman” olarak tanımlamaktadır. Sansürcü denen sefil, bazı satırların üstünü rasgele karalamaktan başka bir işe yaramazken, o mükemmel düzeydeki İngilizce ve Fransızcası ile derin estetik kavrayışı sayesinde dünyanın en büyük yazarlarıyla ortak eserlere imza atmıştır. Körpe dimağlara, Kafka’yla devlete bağlılığın ehemmiyetini, Hemingway’le askerlik vazifesinin şerefini, Steinbeck’le hür teşebbüsün, hürriyetin en büyük teminatı olduğunu ve Henry Miller’la şehvet batağına düşen zavallıların korkunç akıbetini öğreten, Zeki Bey’den başkası değildir.

Kıymeti bilinmemiş bir 'sansür sanatçısı'

Edebiyat alanındaki üstün muvaffakiyetleri neticesinde devlet televizyonunda vazifeye başlayan Zeki Bey hayatının anlamını bulur: Sinema. Dublaj için hazırlanmış tercüme metinlerini o kadar büyük bir maharetle değiştirmektedir ki, çoğu zaman sahnelerin kesilmesine bile lüzum kalmamaktadır. McCarthy komünist avı döneminde Amerika’dan Avrupa’ya kaçan bir müzisyenin hikayesini, kan davası nedeniyle ülkesini terk etmek zorunda kalan bir vatanseverin dramı biçiminde yansıttığı adaptasyon, mesleğinin zirvesine ulaştığının şaşmaz bir delilidir. Bilhassa, müzisyenin cüzdanında resmini taşıdığı Karl Marx’ın, ailenin Kızılderililer tarafından haince pusuya düşürülerek öldürülmüş dedesi olduğu biçimindeki yorumu, kanal idarecileri tarafından pür bir dehanın tecellisi şeklinde değerlendirince Zeki Bey kendi senaryosunu yazma vaktinin geldiğini anlar. İşinden arta kalan zamanında kaleme aldığı Türkiye’nin en güzel senaryosu filmleştirildiğinde, hiç kuşkusu yoktur ki, Türkiye’nin en güzel kadın artisti de başrolde oynayacaktır. İşte felaket, Zeki Bey’in hayatının en mesut günlerini yaşadığı o dönemde cereyan eder. Kurumun satın aldığı filmlerden birinin ses bandı gönderilmemiştir. Katı bürokrasi nedeniyle filmin bir hafta sonra yayınlanması gerekmektedir ama diyaloglar duyulmadığı için tercüme mümkün değildir; yetkililer ne yapacağını bilemez bir haldedir. İşte o noktada devreye Zeki Bey girer. Kendisinin ses bandına ihtiyaç duymaksızın da hikayeyi mükemmelen anlatabilecek bir senaryo yazabileceğine ikna eder amirlerini. Filmi izler, mevzuyu kavrar, senaryoyu hazırlar. Dede-torun sevgisine dair bir hikayedir anlatılan. Tonton bir ihtiyar, çocuk sahibi olamadığı için torununu kaçırmak isteyen bir çifte karşı mücadele vermektedir. Ufaklıkla birlikte ormana kaçar. Ne var ki, çocuk hırsızları peşlerindedir. Ancak adam ne yapar eder, filmin sonunda polis tarafından yanlışlıkla vurulmak pahasına torununu korur. Film yayınlanır, Zeki Bey tebrikleri kabul eder; filmin orijinalini yurtdışında izlemiş işgüzar bir sinema eleştirmeni “skandal” başlıklı bir yazı yazıncaya kadar. Eleştirmene göre, o tonton dede çocuğu kaçıran bir sapık, peşlerindeki çift de çocuğun anne ve babasıdır!

Zeki Bey’in mahvına yol açan, işinden kovulmasından ziyade, yazdığı senaryonun asla günışığına çıkamayacağını bilmektir. Şimdi akıl hastanesinde zavallı bir alkolik olarak hayatını sürdürürken, işbu sözleşmeyi kanıyla imzalayan Zeki Bey’in, ruhu karşılığında tek bir dileği bulunmaktadır. Hani yıllar önce yazdığı Türkiye’nin en güzel film senaryosu vardır ya; işte bu kıymeti bilinmemiş sanatçının biricik emeli, o filmde başrolü oynayacak kadınla, kendi tabiriyle, “çatır çatır bir aşk gecesi” yaşamaktır.

Kıymeti bilinmemiş bir 'sansür sanatçısı'