Kasım
sayımız çıktı

Divriği merkezinde, kayıp sarayın izinde

1917’de yanan Divriği’deki Köse Mustafa Paşa Sarayı, 1780’lerde inşa edilmiş, beş kuşak boyunca bir taşra hanedanına mekânlık etmişti. Gerek mimarisi gerekse “derebeyi çalımlı” bireylerinin İstanbul’la olan gerilimli, hatta idama varan ilişkileriyle bir tarih hazinesiydi. Bugün, eldeki sınırlı verilerle tekrar günışığına çıkıyor…

Taşra vezirlerinden Köse Mustafa Paşa (öl.1802), III. Selim döneminde henüz mirimiranken memleketi Divriği’de Kuloğlu mahallesinde aldığı yaklaşık 40 dönümlük arsaya paşalık şânına yaraşır, o günün koşullarında gerekli sarayının temelini atmış. Oğlu, II. Mahmud dönemi vezirlerinden Hafız Veliyeddin Paşa da (öl.1813) daha vezir olmadan, yanına kendi konağını (dairesini) yaptırmış.

Bu iki büyük daireli sarayda, 1917 kışında cepheye giden bir redif birliği konaklamış. Askerler ısınmak için binalardan söktükleri kalas tahta, döşeme… yakmışlar. Birlik hareket edince bırakılan ateşler sarayı sararak duman ve alev gökyüzünü tutmuş. Üç gün sönmeyen yangının yakın semtleri ısıttığı, saraydan geriye kalan ateş yığınlarından da mangallarla evlere köz götürüldüğü, yaşlıların anlattığı öykülerindendi. Sarayın son kalıntısı, cümle kapısının taş kemeri de 1940’a doğru sökülmüş.

Sonuçta, 1780’lerde yapılarak ve 130 yıl kadar ayakta kalan, beş kuşaklık bir taşra hanedanını barındıran iki ana bloklu baba-oğul vezir dairelerinin “gerçeğe yakın dış görüntüsü” uzun uğraşılardan sonra 2017’de elde edilebildi. Bu boyutta hatta daha kapsamlı eski şehir  saraylarından acaba ayakta kalan var mıdır?.. Bazılarının gravürleri yabancı gezginlerin kitaplarında görülüyor.

Divriği Sarayı konumundaki mazi mekânları, dünün taşralı egemenlerinin kimliklerini doğru okutan tarihî eserlerdi. Yerel mimarilerin bu azman ve özenli yapılarının nasıl tasarlandığını; kıyılarda, iç bölgelerde, iklime ve yerel geleneklere, varsıllık ve resmî konuma, malzeme ve ustalıklara göre biçimlenişlerini görmek; bugün çalışmak için her yörede üçer beşer örneğin günümüze ulaşması elzemdi. Oysa bugün selamlığı, mabeyn dairesi, haremi ve bağıllarıyla korunmuş tek örnek gösteremeyiz.

Nersesyan Ermeni Mektebi’ne yakındı 1907’de Divriği Kuloğlu Mahallesi: solda Nersesyan Ermeni Mektebi. Arka planda Köse Mustafa ve oğlu Veli Paşa’nın çifte sarayları seçiliyor. Bu yapıların sağında bugün restore edilmiş halde olan Abdullah Paşa Konağı görülüyor.

Sarayı kuran baba ve isyankâr oğlu

18. yüzyılda Divriği ortamında kökleşen ve Hacı İsmail-Hacı Osman ağalarla başlayan  mütegallibe ailenin 3. kuşağından sivrilen zeki ve becerikli kimlik, Vezir Köse Mustafa Paşa’dır.

Bu zatın, rüşvet ve hediye sunumlarıyla, belki bir milis birliğiyle tenkil hareketlerine katılıp başarı kazanarak kendi geleceğini kurduğu sanılıyor. Masallaşmış halk söylenceleri, gençliğinde iyi cirit oynadığını, yine bir taşra veziri olan Memiş Paşa’nın (Koraltan ailesinin atası)  kızıyla evlendiğini, ikinci evliliğini de yine o aileden Hümeyra Hanım’la yaptığını anlatır. Adının geçtiği en eski arşiv belgesi 24 Ekim 1749 tarihli, bir köylüyle 30 kuruşluk alacak verecek davasına ilişkindir. Asıl tarih sahnesine çıkışını, Voyvoda Hacı Osman-zâde Mustafa’nın sancağı askeriyle Tuna cephesine hareket etmesine ilişkin buyruk belgeliyor. Bundan iki yıl sonra 1775’te, “Mirimirân-ı kiramdan izzetlû rîf’atlû Divriği Mâlikânesi Mutasarrıfı Mustafa Paşa”dır.

İzleyen yıllarda Keban Madeni sonra Maadin-i Hümayun eminliklerine, 1787 Halep mutasarrıflığına atanmış, vezirlikle ödüllendirilmiş. Arada soruşturmalar geçirip rütbesi alınarak Divriği’de ikamete tâbi tutulmuş. Sonra vezirliği verilerek Halep, Rakka, Trabzon valilikleri, Soğucak Başbuğluğu, Sürücülük görevlerinde dolaştırılmış; en son Sivas valiliğinden Diyarbekir’e atandığı günlerde (Ekim 1802) Divriği’deki sarayında ölmüş.

Saraya odaklanan resimler Köse Paşa Sarayı’nın iki ayrı betimi Günday Sıdal’ın 1975’teki yağlıboya.

1795’te Rakka valiliğinden azledilerek Divriği’de oturması emredildiğinde, Maden eminliklerinden borçları ortaya çıkartılarak mallarının müsaderesi emredilince; akıllı paşanın sarayı dahil mülklerini, yaptırdığı camii ve diğer hayır eserlerine vakfettiği saptanıyor. Sarayın vakfiyedeki tanımı şöyledir: “… Kuloğlu mahallesinde Dömbelekoğlu Minas mülkü ve Kazikoğlu mülkü ve ana yolla çevrili mülk-i  menzil ki (saray) selâmlığında 24 fevkani ve tahtani (üst kat alt kat) odalarla, toyhane (büyük salon), kilerler, mutfak, aralık, hamam, diğer (mabeyn ve harem) haneleri, içinde iki eviyle bahçeler, üzüm bağları ve diğer müştemilat”.

Yine saraydaki paşa odasında 1799’da düzenlettiği ikinci vakfiyesi başka taşınmazlarını da vakfettiğini belgeliyor. Bunlar, sarayının yanındaki üzüm bağları, çarşıda Kuloğlu ve Yeni Hanlar, mıhçılar çarşısı, mağaza ve dükkânlar, arsa ve ekim alanları, bağlar, değirmenler, çiftlik köylerdir.  

Köse Mustafa Paşa’nın yaptırdığı Cedit Paşa / Alaca Camii.

Her iki vakfiyenin düzenlenmesinde de şehir kadısı ile âyan ve eşraf, sarayda paşanın odasında hazır bulunmuşlar.

Sivas valiliğinden Diyarbekir valiliğine atandığı 1802 yazında hastalanan Vezir Mustafa Paşa’nın ölümü, Eylül sonunda sarayının harem dairesindeki yer yatağındadır.

İstanbul’dan paşanın mallarını müsadere için gelen mübaşir, sarayda yaptıkları sayımda neler neler saymış!.. Mercanlı, gümüş kaplı, bilezikli şişhaneler, türlü çeşitli tüfekler, kılıçlar, külünk, zırh, miğfer, piştovlar… Gülabdan, buhurdan macun hokkası, Gümüşhane işi matara, gümüş leğen ibrik, kehribar imameli çubuklar, çuhadan kadifeden şaldan kaftanlar, samur kürkler, tören giysisi hil’atlar… Dünürü Cebbarzâde Süleyman Bey’in hediyesi İngiliz işi mücevherli saat (oğlu Veli Beye vermiş). Traş takımına varıncaya daha pek çok eşya;  merhumun selamlık odasındaki çatma kaplı yastıklar, yün minderler, al çuha makat, Selanik orta keçesi, ehram, haremdeki odasında bulunan çatma yastıklar, al çuha makat ve minderler, harem dairesindeki Diyarbekir, Urfa basmaları, Halep çiçeklisi kaplı yorganlar, yün dolu döşekler, baş yastıkları, Kürt kilimleri, halı, kaliçe seccade, Selanik  seccadeleri…  

Ama mübaşirler bunları azımsayarak, “Biz bu kadar(cık) şeyi İstanbul’daki efendilerimize nasıl arzedebiliriz?” demişler!    

Saraya odaklanan resimler Şevket Sönmez’in 2017’deki suluboya çalışmaları.

Sarayın 2. lordu: Hâfız Veliyeddin Paşa

Ailenin 4. kuşağını temsil eden Mustafa Paşa’nın oğlu Kapıcıbaşı Veli Bey (öl.1813), müsadereye gelen mübaşirleri, babasının muhallefat bedelini, hazineye olan borçlarını ödemek, başta sadrazam Kör Yusuf Ziya Paşa, İstanbul’daki devletlilere “cevaiz-i vezaret” denen “resmî rüşvetleri ödemek koşuluyla babasının vezirliğine ve valiliğine talip olması” doğaldır. Pazarlıklar sonucu 1803’te peşin borç ve rüşvet ödemelerini yaparak babasının yerine Vezir Hâfız Veliyeddin Paşa ad ve sanıyla taşra vezirleri zümresine katılır.

Veliyeddin Paşa da Sivas, Diyarbekir, Rakka, Halep valiliklerinde dolaştırılmış, sefere de çağrılmış. Ama sonra isyan ettiğinden, adı Sultan  II. Mahmud’un fermanlı (idamlık) vezirler listesine yazdılmış. Bir süre Arğa (Akçadağ) kayalıklarında tutunsa da dağda öldürüldükten sonra başı İstanbul sarayında ibret taşına konulmuş.

Bunun oğlu İmam Hüseyin Bey (öl. 1871), hanedanın üçüncü reisi konumunda, Serbevvabin-i Dergâh-ı Âlî pâyeli ve 1843’de Divriği’ye atanan ilk kaymakamdır. “Tanzimat” sözünün pek duyulmadığı o ortamda görevinden alınmasına karşın derebeyi çalımını ölünceye değin sürdürmüş, arada yargılansa da aklanmış.

Tanzimat’ın ilanı günlerde İmam Bey, İstanbul’dan hayli uzak Divriği Sarayı’nda Avrupalı bir soyluyu ağırlar: Anadolu’yu dolaşan İngiliz Kraliyet Bilim Cemiyeti üyesi W. Ainsvorth. Bu saygın gezgin, İmam Bey tarafından karşılanışını sarayda ağırlanışını kitabında anlatmıştır:

“Şehre vardığımızda hava kararmıştı. Bey’in saraydan farksız şahane konağında çok güzel karşılandık. Tatarımız bizi Bey’le tanıştırdı. Bu konakta her şey lüks ve muntazamdı. Yıkanmamız için su (hamam) hazırlandı. Odalardaki büyük şamdanlar her köşeyi aydınlatıyordu. Akşam yemeği için ayrı bir salonda sofra kurulmuştu. Yemekten sonra ev sahibi (İmam) Bey ziyaretimize geldi. Bu parlak konukseverliği için kendisine minnettarlığımızı bildirdik” (Travels and Researches Asia Minor-Londra, 1842, C.II s.7).

Sarayı model alan bir alan Köse Paşa sarayının karşısına, aynı aileden “Abdülhamid Paşası” Abdullah Bey’in saraydan öykünerek yaptırdığı konağı.

Bu not, sarayın iç dünyası, 1840’lardaki işlevi konusunda fikir vermektedir. 

Veli Paşa’nın diğer oğlu İsmail Bey’in oğlu Osman Nuri Bey (öl.1906), hanedan reislerinin dördüncü sırasında yer alır. O da amcası İmam Bey gibi Divriği kaymakamlığı yapmıştır. Bunun oğlu Es’ad Bey (öl.1919), salt hemşerilerinin gözünde bir beyzade olabilmiş. Kısa bir süre de belediye reisliği saptanıyor. Es’ad Bey yer yer harabeleşen atalarının sarayını terk ederek amcası ve kayınpederi Hacı Bey’in konağına taşınmış. Genç yaşta ve çocuksuz ölümü, Köse Paşa soyunun da kapanışıdır.

1780’lerden 1910’lara uzanan 130 yıllık sarayı ise 1917’deki yangın silip süpürmüş! Aslında “tarihi yangınla kapatma” (!) bir Osmanlı geleneğidir. İstanbul’dan, imparatorluğun en uzak kentlerine kadar her yerde, savaş, istila ve salgınlardan daha yaygın ve bitirici etken yangınlardır.

Divriği Sarayı’ndan gelip geçenlerse kent mezarlığındaki aile haziresinde Mustafa Paşa’nın kırık mezartaşı çevresindeki yatık taşların altında yokluğa kapanmışlardır!

Hanedandan bugüne… Köse Paşa Hanedanı’nın son temsilcisi Es’ad Bey, kentsel bir törende (sağ başta oturan).
Hanedanın ve sarayın, yüzlerce arşiv belgesine, kaynaklara, halk söylencelerine dayalı tarihi için… Necdet Sakaoğlu, Anadolu Derebeyi Ocaklarından Köse Paşa Hanedanı, 3. Baskı, Alfa/Tarih, 415 sayfa, İstanbul 2018.

YOKTAN VAR EDİLDİ

Fotoğraftan resme tarih araştırması

Sarayın yanmasından 10 yıl önce 1907’de Amerika’dan memleketi Divriği’ye gelen bir Ermeni, okuduğu Nersesyan Mektebi’nin fotoğrafını çekerek arkasına anılarını yazmış. Geri planda Köse Paşa Sarayı seçilebiliyor. Bu resmi, 1960’larda başka bir Divriğili Ermeni, New York’ta bir dişçinin muayenehanesinde duvarda asılı görmüş ve kamerasıyla kopyalamış. Türkiye’ye dönünce bunun 4,5×6 cm bir pozitifini hemşehrisi Mihran Pilikoğlu’na vermiş. Elimizdeki fotoğraf bunun bir kopyasıdır. Bu küçük ve flu görsel, sarayı yansıtan tek belgeydi ama netleştirilmesi-büyütülmesi sağlanamadı. Sarayla ilgili diğer iki fotoğraftan biri arsasını, diğeri taş iskeleti kalmış selamlık cümle kapısını gösteriyor.

Saray hakkındaki diğer saptamalar, içini dışını gören yaşlılardan 1960’larda alınan notlar, çizdirilen basit ama açıklayıcı bir kroki, arşiv belgelerindeki bilgilerdir. Çocukluk ve gençlik yıllarını sarayda geçirmiş merhum Halil Ergün’ün 1972’de kurşun kalemle çizdiği basit krokiyi, sarayı dışıyla içiyle görmüş yaşlılardan dinleyip derlediklerimi saklıyorum.

Günday Sıdal’ın 1975’te yaptığı yağlıboya resim, Ergün’ün krokisinden, tarife ve tasavvura dayalı yapılmıştı. Ressam Şevket Sönmez’in 2017’deki çalışması ise fotoğraftandır. Sıdal’ın betimlemesiyle örtüşmemesi 90 derecelik bakış açısı -ilki batıdan, ikincisi kuzeyden- farkındandır. Sönmez’in bu suluboya resmi, gerçekçi bir canlandırmadır.