Kasım
sayımız çıktı

Macar Başbakan unutur, 60 yıllık arşiv unutmaz

Bundan 60 yıl önce, bugün Suriyeli göçmenlere nefretle yaklaşan bir yönetimi olan Macaristan’da büyük bir kargaşa hakimdi. Sovyet askerlerinin işgal ettiği ülkede binlerce Macar ölmüş, on binlercesi bugünkü Suriyeliler gibi göç yollarına düşmüştü. Mültecilerin duraklarından biri de Türkiye’ydi.

Suriye’de patlak veren kar­gaşa can güvenliği olma­yan insanları yollara dü­şürdü. Komşuluk yüzünden ilk sığınacakları yer de doğal ola­rak Türkiye’ydi. Ama birçok in­san için umudun asıl zirve he­defi Batı Avrupa ülkeleri oldu. Zamanla göç dalgası ölümüne bir gayrete dönüştü. Başta Ege denizi olmak üzere birçok yer­de trajik olaylar yaşandı ve ya­şanmaya devam ediyor.

Macar mültecilerinin Pendik’teki kampında, sosyal faaliyetlere de sahne olan yemekhane barakası.

Ege’de yaşanan facialar bir yana, göçmen akınının kuzey Balkanlardaki geçiş noktala­rından biri olan Macaristan’da da yürek burkan olaylar yaşan­dı. Çeşitli yollardan gelip da­ha batıya, Schengen bölgesine ulaşmak üzere son kapı olarak bildikleri Macaristan’a gelen göçmenlere başlangıçta göste­rilen kısmi hoşgörü birdenbire acımasız bir sertliğe dönüştü. Trenlerden insan indirmeler, sınırlara yığılan sığınmacıla­rın üzerine tazyikli suyla, biber gazlı, coplu sert polis müdaha­leleri günlük havadislerden ol­du. Dünya kamuoyu, kucağında çocuğuyla can havliyle zulüm­den kaçan insanlara çelme ta­kan bir kadın kameraman ha­beriyle de sarsıldı.

Bir anne ve kızı iştahla yemeklerini yiyor.

Macaristan’ın tutumu ki­mi çevrelerce eleştirildiğinde, daha önce “Ülkemizde bir tek sığınmacı istemiyoruz” diyen Başbakan Viktor Orban, “Ülke­sinin Hıristiyan köklerini teh­tid eden sığınmacılarca istila edildiğini” söylemiş, sığınma­cılara da, “Siz Türkiye’de kalın, orası güvenli ülkedir, buralara gelirseniz başınız belâdan kur­tulmaz” tavsiyesinde bulun­muştu. Bu arada Macar insan hakları savunucularından cı­lız bir ses de duyuldu. “1956’yı unutmayalım. O tarihte bizler mülteciydik, ve başkaları bize kucak açılmıştı” diyen.

Hemen anımsadım, anılan tarihlerde çekmiş olduğum fotoğraflarımın da tanıklığı­na dayanarak, 1956 yılına bir göz atmanın yararlı olacağı ka­nısına vardım. O yılı nasıl bir atmosferde yaşamıştı dünya? Hafızamı yokluyorum ve bazı ilginç şeyler olduğunu görü­yorum. Her şeyden önce, iki kutuplu bir dünyada soğuk sa­vaşın bir başka biçimde şekil­lenmeye başladığının düğüm noktası gibi kabul etmek ge­rekir o yılı. Bugüne kadar uza­nan ve bu günleri hazırlayan bir gelişimin miladı da sayıla­bilir pekâlâ.

Ve kampın Türkiye’de doğmuş en genç üyesi annesinin kucağında.

1956 yılı kişisel olarak be­nim için de bir başlangıç tari­hidir. Çünkü o yıl profesyonel gazetecilik yaşamına ayak bas­tığım yıl olmuştu. Hayat der­gisi çıkmadan bir ay kadar ön­ce bana foto muhabirliği teklif edilmişti. Dergi Nisan başın­da çıkmaya başladı. Tiefdruck tekniğine uygun özel bir ka­ğıda basılıyordu. 13 sayı çıktı, kağıt stoku tükendi. Menderes dönemi, özel tahsis alabilme­si için hükümetle pazarlık ge­rekiyordu. 5-6 ay sonra kağıt işi çözüldü ve yeniden çıkarıl­maya başlandı. Benim mimar olmak gibi bir idealim vardı. Teklife hemen “Evet” diye­memiştim. Dergiyi gördükten sonra, teklifi kabul ettim ve işe başladım.

O sıralarda Arap İsrail sa­vaşı ile hemen hemen eşza­manlı olarak Orta Avrupa’da da bir olay patlak vermişti. Polonya’dan sonra Macaristan Sovyet baskısına başkaldır­mıştı. 2. Dünya Savaşı sırasın­da Macaristan henüz krallık­tı ve Almanya’nın müttefiki olarak Sovyetler’e karşı savaşa girmiş, ne var ki Ruslar tara­fından işgal edilmişti. Varşova Paktı üyeleri bir paktın parça­sı olmaktan çok Sovyetler Bir­liği’nin işgali altında gibiydi­ler. Stalin’in ölümünden sonra Macaristan’ın başına başba­kan olarak İmre Nagy geçmiş, Varşova Paktı’ndan ayrıldıkla­rını ilân etmişti. Onun bu ön­cü hareketi Macar halkınca, özellikle de üniversite öğren­cileri arasında benimsenmiş, direnişe daha sonra işçiler de katılmışlardı.

1956’da Sovyet politikala­rına karşı kendiliğinden bir kalkışma tetiklenmişti. Sem­patik tavırlarına karşın Sovyet lider Kruşçev, Stalin’den aşağı kalmadığını gösterdi. Bu baş­kaldırıya sert tepki gösterdi ve 1956 Kasım ayında Sovyet güçleri askeri harekât başlattı­lar. 200 bin Sovyet askeri ve 6 bin tank Budapeşte’ye hücum etti. Tankların acımasız saldı­rısına karşı kullanılan molotof kokteyli bu direnişin sembolik silahıydı. Şiddetli çatışmala­rın ilk döneminde 722 Sovyet askeri ile 2500 cıvarında Ma­car hayatını kaybetti. Binler­ce devrimci tutuklandı, 2700’ü idam edildi. Macarların top­lam kaybı 25 bin kişiyi bulu­yordu. 200 bin kişi de ülkeyi terketmişti. Sovyetler, Ma­caristan’da başbakanlığa Ja­nos Kadar’ı getirdiler. Bir süre sonra İmre Nagy de tutuklandı ve idam edildi.

Üç kuşak bir arada, ailece Türkiye’ye sığınmış bir Macar ailesi (üstte sağda). Bir polis amiri sığınmacıların nüfus kayıtlarını inceleyip kaydedilmiş bilgileri tek tek kendilerine onaylatıyordu (üstte). Bu genç kız masada kendine bir yer açmış, öğrendiği Türkçe sözcükleri listesine eklemekle meşgul (sağda).

Macaristan’da yaşananlar birçok Macarı yollara dök­müştü. Kış kıyamet günlerin­de yakındaki ülkelerde sığın­macı durumuna düşmüşler­di. Sığınmacılardan Türkiye de nasibini aldı. 1957 yılının ilk günlerinde bu Macarların, Pendik’teki bir kampta korun­duklarını duymuştuk. Der­gi adına oraya gidip, onların yaşantılarından fotoğraflar çekmek ve okuyucularımız­la paylaşmak üzere kampın yolunu tuttuk. Ziyaretimizi, onları topluca görebilelim di­ye akşam yemeği saatine denk getirdik. Mülteci kampı, sanı­rım Kızılay’ın gözetiminde idi. Sığınmacılar tahta barakalar­da kalıyorlardı. Günlük sosyal faaliyetlerini yemekhane ola­rak kullanılan daha büyücek bir barakada gerçekleştiriyor­lardı. Pek çoğu, aileler halinde iltica etmişlerdi. Onlarla ko­nuşmaya çalıştığımızda Türki­ye’ye sığınmış olmaktan mem­nun oldukları anlaşılıyordu. Türklerin misafirperverlikle­rini öve öve bitiremiyorlardı. Hepsinin ortaklaşa öğrendik­leri anlaşılan ilk Türkçe söz­cük “Çok şükür” olmuştu.

Bir Macar kadın önüne fu­tasını takmış, kampın aşçısı­na yardım ediyordu. Bir genç kız yemek masalarının birinde kendisine yer açmış, mektup yazdığını sanıyorduk. Meğer öğrendiği Türkçe sözcükleri ve Macarca karşılıklarını ya­zıyormuş. Aslında Üniversi­te hazırlığı içindeymiş. İşler uzarsa Türkiye’de okumak is­tiyormuş. Hâl hatır sorduğu­muzda boş oturmaktan başka sıkıntıları olmadığını söyle­diler. Kendilerine meslekleri­ne uygun birer iş verilse daha mutlu olacaklarmış. Elbette akıllarından çıkmayan bir şey varsa, o da vatanları ve geride bıraktıkları yakınlarıydı.

11 çocuklu sığınmacı bir aile yemek masasında.