Kasım
sayımız çıktı

Modern göçebeler ve maceraya yürüyen evler

Alışılmadık yapı örnekleri… Sabit bir mekanda oturmak istemeyen sıradışı insanların evleri… Raymond Roussel’den Steinbeck’e, Julio Cortazar ve Dunlop’dan İlhan Koman’a, günümüzde Trabzonlu otobüs şoförüne… Parası olanlar için bir tercih ve macera; yoksullar için bir mecburiyet mimarisi. 

Yazar ve şair ve dramaturg Raymond Roussel, 1920-21’de yaptığı uzunca “dünya turu” sırasında İstanbul’a da gelmiş. “Road Yacht” olarak anılan oto-evi, 1925’de yazarın önçizimlerine uygun olarak Georges Régis tarafından imal edilmiş; İsviçre yapımı Saurer şasisinden Lacoste marka karoseri takviyesiyle üretilen bu özel, biricik model ile Paris-Roma seferi yapıyor, aracı Mussolini’ye tanıttığı da söyleniyor! 

Fransız Turing dergisi bu “oto-ev”i tanıtırken “Göçebe Villa” (La Villa Nomade) yakıştırmasını boşyere yapmamış: 9 metre uzunluğunda 2.3 metre genişliğindeki araçta, lüks villaları aratmayacak şıklıkta oturma ve yatak odaları, banyo ve mutfak, ısıtma ve aydınlanma düzeni mevcutmuş. 

Roussel’in yapıtlarına yaşantılarını son derece dolaylı yollardan yansıttığı bilinir; ne yazık ki “Göçebe Villa”da geçirdiği zamanlara ilişkin hiçbir ipucuna rastlanmıyor yazdıklarında. 

Los Autonautas de la Cosmopista, Cortazar- Dunlop ikilisinin 1982’de bir bakıma birlikte son ortak seferleri olan Paris’ten Marsilya’ya yolculuklarının “resimli romanı”ydı. 

Oysa, özellikle karavanların yaygınlaşmasından sonra yazıya aktarılan çok sayıda seyyah serüveninde “yürüyen ev” konusunun işlendiğine tanık oluyoruz. Edebiyat tarihi açısından bu bağlamda özgün yeri bulunan iki kitaptan biri John Steinbeck’in 1960 seferini anlattığı Köpeğim Charley ile Amerika Yollarında’sı; öbürü de Cortazar-Dunlop ikilisinin bir bakıma birlikte son ortak seferlerini gerçekleştirişlerinin “resimli roman”ı Los Autonautas de la Cosmopista’dır (1982). 

John Steinbeck’in karavanla 1960 seferini anlattığı Köpeğim Charley ile Amerika Yollarında (Travels with Charley). 

Steinbeck’in oğlu, babasının giriştiği serüveni son yolculuğu olarak gördüğünü aktarmıştır. Bir Amerika içi güzergahı yeğlemesi, gençliğinde tanıdığı ülkesiyle bir son yüzleşme yaşamak istemesi, kendisine yoldaş olarak Charley’i seçmesi niyetinin temel bileşenlerini oluşturur. Roussel gibi milyarder bir mirasyedinin olanaklarına sahip olmadığı düşünülürse, çattığı “yürüyen ev”in dermeçatmalığını olağan bulmak gerekir: Bir GMC pikabı yarı karavana dönüştürmüş, ona “Rocinante” adını vererek kendini Don Quijote’nin hizasına taşımıştı. Bugün Kaliforniya Salinas’daki Steinbeck merkezinin gözde parçası o seyyah kamyonet. 

Cortazar-Dunlop ikilisi ise, başlarına çöken kapkara bulutu, çifte kanser çifti olarak dağıtmak için değilse bile yana itmek, geriye doğru kovalamak amacıyla karavanlarıyla Paris-Marsilya 6 no’lu otoyoluna çıkar: “Fafner” adını verdikleri bu “kombi” Volkswagen’le toplam 32 gün boyunca yazar, çizer, yaşarlar. Ortak tragedyalarının sözü bile geçmeyecektir kitapta. Latife tınısı şüphesiz ağır basan başlık, çelişkili biçimde doğru bir adlandırmaya başvurur: “Yürüyen ev” sanki (ve: kesinkes) uzaylıları taşıyan bir uzay mekiğine dönüşmüştür. 

Karavan evreninde ender görülen durum değil “devingen” yaşam modelinin benimsenmesi. Yeryüzünün son dönem fakirlerinin, “yeni faydasızlar” olarak görülen kabarık bir nüfusun üyelerinin inleri, kovukları, mağaraları onlar. Aralarında Ham Sanat’a yaraşır hale büründürülenlere rastlanıyor -her durumda Ham Sanat Evi başlıbaşına ayrıksı kategori. 

Steinbeck’in ‘yürüyen evi’  John Steinbeck, 1960 seferini geçirdiği GMC pikaba “Rocinante” adını vermişti. 

Alışılmadık, azrak yapı örnekleri fıçısında yaşamayı seçen Sinoplu Diogenes’ten bu yana en uçta: Eski bir uçağı eve dönüştürenden 1970’in Space Jack’ine geniş repertuvar.

Sonu gelmeyecek “yürüyen ev”lerin. 2020’nin Ağustos ayında, koronavirüs salgınının ortasında yüzdüğümüz günler basında yeraldı bir foto-haber. Trabzonlu otobüs şoförü, minibüsünü “ahşap yayla evi görünümlü karavan”a dönüştürmüştü. 

“Geçici” sözlüğünün eşanlamlıları arasında “yolcu”nun da sayılması hem mantıklı hem tedirgin edici; bunda “yolcu”ya bizim dilimizde yüklenen öteki anlam vurgusunun payı var doğal olarak. Başka eşanlam önerilerini unutmayalım: Gelgeç, arızî, muvakkat… tümü bir koşulu giydirmek için. 

Yerkürede yabana atılamayacak bir nüfus geçici barınaklarda yaşıyor. Yalnızca “Yolculuk İnsanları” diye kibarlaştırılarak anılan Romlarla sınırlanamaz o duruma mahkûm yaşayanlar: Göçmen kamplarını dolduranlardan mevsimlik işçilere, evsiz barksızlardan berduşlara uzanan bir yelpaze. Onlara geleneksel muvakkat çözümler eklenmeli: Moğol yurtları, yayla barakaları, sığınmacı çadırları, âfet “konut”ları… 

Tasarlanmamış olabilirler mi? Bütün değişkenleriyle başlıbaşına bir mimarlık çerçevesi. Ortaasya yurtlarında ya da Anadolu yayla “konut”larında anonim çözümler bulunmuştur. Modern dönemin utanç yerleşkeleri “bidonville”ler, “favela”lar ve “kondu”larda ana parametreyi sefalet oluşturacaktı. 

Fakirlerine bir noktaya gelene dek uygarca seçenek arayan toplumlar, onların yerini yüksek nüfuslu fırlatılmışlar ve dışlanmışların aldığını görerek pes etmişe benziyor. 

İstanbul’un “yüzen ev”leri de geçici, çünkü mevsimlik konutlardı. Su üstünde yaşamayı kalıcı kılmayı seçenler için okyanus, deniz, akarsu, su kanalı, göl farklı olanaklar sunar. Jules Verne’in Nautilus’u hâlâ bir ütopya olsa bile, İlhan Koman gibi yıllarını teknesinde geçirmeye karar verenlerin sayısı azımsanamaz. 

Tekne, mavna inşa etmek başka bilgiler ister. Binalar yıkılabiliyor, çökebiliyor, onlar batarlar. Gene de birinden öbürüne geçişin bütün bütüne olanaksız olduğu söylenemez. Honfleur’ün sık ziyaret ettiğim Sainte-Cathérine kilisesini tekne yapımcıları inşa ettikleri için, kubbesi ters dönmüş bir tekne gibidir. Etretat’daki Maupassant’ın evinin bahçesinde en ünlü örneği vardır “caloge”un. Sözlükler, kullanılamaz hâle gelmiş eski ahşap teknelerin Normandiya’da dönüştürüldükleri kulübelere verildiğini söylüyor bu ismin. 

Trabzonlu Adem Yıldızbaşoğlu, geçen sene eşinin de desteğiyle minibüsünü karavan-eve dönüştürdü ve burada yaşamaya başladı. 

M

aupassant’ın suda ömrünü geçiren birinin ağzından anlattığı “Su Üstünde” başlıklı gotik öyküsü Poe’nunkilerle boy ölçüşecek kıvamdadır. 

Su üstünde yaşamın en gözde aracı, 1905 doğumlu İlhan Koman’ın 1965’de içine yerleştiği ve bir bakıma kendi heykeline, Merz’ine dönüştürdüğü Hulda’ydı benim gözümde -sonunda oğulları onun İstanbul’u ziyaret etmesini sağlayacaktı. 

Hong Kong’da 100 bini aşkın köle-işçi 1 m2’lik kafeslerde; Ulan Bator nüfusunun % 60’ı periferide gecekondu-yurtlarda; Paris’te Vincennes korusunun kıyısında 300’ü aşkın göçmen çadırlarda ve kutu evlerde; Kahire’de 50 bin kişi eski nekropol Bab el-Nasr’da yaşıyor. Bireysel hikayeleri derlemek sonu görünmeyen bir tünele girmiş gibi çökertiyor insanı: Tiflis’te terkedilmiş hurda belediye otobüsüne yerleşen aile; Meksika’da 80 yaşını aşmış evli bir çiftin sığındığı kamyon enkazı; İstanbul’da çoğu Kürtlerden oluşan 8 bin evsiz, metruk binalarda ve metrobüs duraklarında geçiriyor kışı. 

Birden buharlaşıyor bütün mimarlık ve şehircilik “sorun”ları, yerlerini evsizlik-barksızlık doldurunca.