Caz Çok Zor’un ana konusu siyah Amerikalıların müziklerinden doğup tüm dünyaya yayılan ve dünyanın her yerinden içine aldığı farklı kültürel etkilerle tüm gezegene ait hale gelen cazın Türkiye macerası olsa da, arka planda Türkiye modernleşmesinin tarihine dair sembolik, düşündürücü ve ‘hoş’ ipuçları var.
Anlatmaya, “Bir abimiz vardı, bir gün ‘Yarın bana gel, sana caz dinleteceğim’ dedi” diye başlıyor. Kim mi? Dünya caz sahnesinde 60’lardan bu yana Maffy Falay adıyla maruf Muvaffak Falay. Adının Muvaffak’tan Maffy’e dönmesinin hikâyesi başlı başına film, ona sonra gireriz. Falay’ı evine caz dinletmeye çağıran ‘abisi’; gramofonu kurar, 78 devirli bir taş plak yerleştirir ve çalar. Falay o sırada, çocukluğunda belediye bandosuna imrenerek trompete bulaşmış, sonrasında konservatuvara girmiş, dinleyeceği müzik hakkında en ufak bir fikri olmayan bir yeni yetmedir. Zaten “caz dinleme” teklifine ilk tepkisi de şöyle olmuştur: “Caz mı? O da ne?”
Plak çalmaya başladıktan bir süre sonra Falay ayakta, sesi daha iyi duymak için kafasını neredeyse gramafonun borusunun içine sokmuş vaziyettedir. “Kim bunlar, nasıl adamlar?” diye sorar. Aldığı cevap; “Dizzy Gillespie ve Charlie Parker”dır. Cazla ilk karşılaşmasını anlatırken, “Aklım başımdan gitti, mahvoldum. Bütün hayatım değişti” diyor Falay.
Falay, bu anıyı “Türkiye’de Caz” adlı belgeselde anlatıyor. “Türkiye’de Caz”, Türkiyetarihinin müzikal bir kısmını kayıt altına alan bir belgesel. Şimdi elimizdeki kitapsa, bu belgesel için yapılmış inanılmaz çeşitlilikteki söyleşilerin tam çözümlerini içeriyor.
Bugün artık kimse genç Muvaffak Falay gibi “Caz mı? O da ne?” demeyecektir belki, ama “Caz müziğiyle hiç alakam yoktur, meraklısı okusun” diyorsanız şayet, hemen söylemek gerekir ki yanılıyor olabilirsiniz. Ana mevzu Afrika kökenli siyah Amerikalıların müziklerinden doğup, zaman içinde tüm dünyaya yayılan ve dünyanın her yerinden içine aldığı farklı kültürel etkilerle bugün tüm gezegene ait hale gelen bir müzik türünün Türkiye macerası olsa da arka planda bambaşka bir hikâye daha var: Türkiye modernleşmesinin (ya da Türkiye’nin kapitalistleşmesinin) de tarihine dair sembolik, düşündürücü ve ‘hoş’ ipuçları.
Savaş yıllarının ardından İstanbul’da genellikle Ermeniler tarafından icra edilmeye başlayan bu müziğin, dans orkestralarının, Batılı müziğin gelişmesi için verimli bir mecra işlevi gören halkevlerinin ve 1955 yılının 6-7 Eylül günlerinde yaşanan meşum olayların ertesinde ortalığın bir anda sessizliğe gömülüp müziğin bir süre duyulmaz oluşunu ‘dinliyorsunuz’ mesela. Türkiye’nin 1950’lerde Demokrat Parti ile birlikte Batı’ya, NATO’ya ve dolayısıyla Amerikan hamiliğine yönelmesinin ardından CIA’in bir nevi “halkla ilişkiler projesi” kapsamında cazın Türkiye’de yayılması için Amerikan devletince desteklenen büyük konserlerin hikayesi ya da… Ama daha da tuhafı Sovyetlere karşı Batı blokunda kalması istenen Türkiye’de Amerikan tarzı müziğin yayılması, yani bildiğiniz “kültür emperyalizmi” maksadıyla en ünlü cazcılarını Türkiye’de konser vermeleri için teşvik eden Amerikan hükümetinin müzik tarihinde hiç hesaplanmamış bir etkiye yol açmış olması herhalde.
Dave Brubeck, Don Cherry gibi isimler önce dönemin Türkiyeli cazcıları İsmet Siral, Süheyl Denizci ya da Erdem Buri gibi isimlerle tanışırlar ve elbette bir de Beyoğlu’nda ve İzmir Kordon’da “törkiş raki”yi tecrübe ederken ayakkabı boyacalarının fırçalarıyla sandıklarında tuttukları ritmlere ve etraflarındaki roman müzisyenlere kulak kesilirler. Sonrası mı? Brubeck 5/8’lik meşhur Take Five’ı, 9/8’lik Blue Rondo a la Turc’u ya da Don Cherry’nin bugün dünya müziğinin öncülü sayılan bildiğiniz zeybek çaldığı albümleri. Bugün dünya müziğinde etnik caz ya da fusion denilen tarzların tohumlarının aslında tarih pek yazmasa da İstanbul’da toprağa atıldığını böylece fark edebilirsiniz.
İşin mimarı Batu Akyol’un belittiği gibi, “sözlü tarih çalışmalarının en büyük düşmanı röportaj yaptığınız insanların kendilerini anlatırken derin tevazu ile yüksek ego arasındaki çalkantılı denizde kaybolabilmeleri” mühim bir dert. Ama belgeseli izlerken ve söyleşileri okurken o çalkantılı dalgalı denizde kimsenin kaybolmasına müsaade edilmediğine tanık olmak mümkün. Ama tekrar aynı yere dönecek gibi olsak da şunu söylemek gerekiyor: Söyleşileri okurken insan Batı – Doğu ikilemi, yakın tarihin siyasi akışı, Osmanlılık, Cumhuriyet, kimlik ve bugünün ana tartışmalarının ekseninde yer alan daha bir dolu konuda ister istemez fikir jimnastiği yaparken buluyor kendini.
Unutmadan: “Muvaffak nasıl Maffy oldu?”yu sona bırakmıştık. Dizzy Gillespie’nin Türkiye konserinde havaalanında uçağı karşılayanlar arasındadır Falay. Elinde trompeti, “Welcome Dizzy Gillespie” pankartının altında çalmaktadır. Gillespie uçağın merdivenlerinden iner, bu genç trompetçinin yanına gidip solosunu bitirene dek dinler. Sonra ismini sorar. O ana dek Gillespie’nin fotoğrafını görmemiş olan Falay, zihninden “Aaa, Dizzy Arapmış!” diye geçirmektedir. Ve “Muvaffak” söylenmesi zor bir isim olduğu için arkadaşlarının ona seslendiği gibi “Ma’fak” diye cevap vermeyi tercih eder bizimki. Ve olaylar gelişir. Ne mi olur? Gerisini Muvaffak Falay’ın dilinden okumanızı tavsiye ederiz, zira onun gibi tadında anlatmak mümkün değil.