2. Dünya Savaşı sırasında Ankara’daki İngiliz Büyükelçiliği’nde görevliyken Almanlara casusluk yapan “Çiçero” lakaplı İlyas Bazna’nın hikayesi, Türkiye’de de beyazperdeye taşındı. Tarihî gerçeklerden epey uzakta bir senaryo ve gerçekte o dönemde yaşananların analizi.
2. Dünya Savaşı sırasında Ankara’daki İngiliz Büyükelçiliği’nde görevliyken Almanlara casusluk yapan “Çiçero” lakaplı İlyas Bazna’nın hikayesi, Türkiye’de de beyazperdeye taşındı. Tarihî gerçeklerden epey uzakta bir senaryo ve gerçekte o dönemde yaşananların analizi.
Çiçero hadisesi film endüstrisi için cazip bir konu. Daha önce Batılılar bu konuda birden fazla film yapmışlardı. Türk sineması konuyu işlemekte geç kalmış bile sayılabilir. Erdal Beşikçioğlu’nun Çiçero kod adlı İlyas Bazna’yı canlandırdığı film için büyük çaba gösterilmiş, dönemin atmosferi de yansıtılmaya çalışılmış. Bununla birlikte dönem temalarıyla aşırı süslenmiş, bir tutam da James Bond eklenmiş olması kimi izleyicinin ilgisini çekse de, bilgili seyirci için rahatsız edici ölçünün çok üzerindedir.
Toplama kampları, gaz odaları, engellilerin imhası vs. gibi filme yapıştırılan konular, 1943’te henüz dünyada pek açığa çıkmamış, Ankara’ya ise hiç uğramamıştı. Gerçi, senaryonun daha heyecanlı ve cazip hale getirilmesi için abartı ve değişiklikler yapımcıları ilgilendirir. Sonuçta tarih belgeseli değil, kendi hikayelerini çekiyorlar. Senaristlerden konuya heyecan katmasını istemişler, onlar da bunu “fazlasıyla” yapmış. Yabancılar da işin içine kontesler, vesaire eklemişlerdi. Filmin sinematografik özelliklerinin değerlendirilmesini izleyiciye bırakalım. Bize düşen seyirlerine limon sıkmak değil ama zihinlere işkence eden aşırı abartıları ortaya koymak ve tarihe malolmuş bir olayın gerçeğini aktarmak (sinema yoluyla insanlarda çok yanlış bir tarih sanısı oluşturulması tüm dünyada önemli bir sorun).
Çiçero asrın casusluk hikayesi olmadığı gibi, tabii savaşın seyrini de değiştirmemiştir. Şayet geçen asrın casusları sayılacak ise Richard Sorge ve Leopold Trepper ilk iki sırayı kimseye kaptırmaz. Bunlara eklenecek üçüncü isim ise Kim Philby’den başkası olamaz. Çiçero’ya kadar sırada yüzlercesi vardır. İlyas Bazna’nın sözkonusu olaydaki altı aylık kısa macerası ise casuslar masasında ancak bir tuzluk kadar yer kaplar. Onun İngiliz Büyükelçiliğindeki işi yaptığı dönem 1943’ün Ekim ayından 1944’ün Nisan sonuna kadardı ve bu tarihte savaşın yönü artık belli olmuştu. Ayrıca 2. Dünya Savaşı’nın yayımlanan belgeleri sayesinde artık çok iyi biliyoruz ki, Almanlar ve İtalyanlar Türkiye’nin savaşa girmeyeceğini çok önceden değerlendirmişlerdi. Gene de Almanların daha iki yıl savaşacak takatları kalmış olup, o günlerde, yenilgiye rağmen neler yapabileceklerini, en azından 1944 yazına kadar kimse bilemezdi.
Gelelim Türkiye’nin bu savaştaki durumuna… İngiltere ve Almanya’nın Türkiye’yi savaşa sokma, SSCB’nin ise fırsat bulursa en azından bazı bölgelerimizi işgal niyetleri gizli değildi. Türkiye bu nedenle İngiltere ve Almanya arasında, tabir caizse canbazlık yaparak, sürekli zaman kazanmaya çalıştı. 1942-43 kışında Almanya’nın savaşı kazanamayacağı belli olunca, yönetim Müttefiklere daha açık şekilde meyletmeye başladı. Ama İngiltere ile işbirliğinin artması, Almanların Balkanlar’a yapılacak bir Müttefik çıkarmasına karşı Bulgarlar ile birlikte önleyici saldırı yapmalarına yol açmamalıydı.
30 Ocak 1943’te Adana’da Churchill ile İnönü arasında yapılan görüşmelerde, Türkiye’nin Müttefikler tarafından bir miktar destek sağlanarak savaşa sürüklenmesine karşı duruldu. İngiliz askerî desteği, iki yıl önce Yunanistan’ın işgale uğramasına engel olamamıştı. Bununla birlikte, İngiltere ile Türkiye arasındaki askerî işbirliği olanaklarının geliştirilmesinde bir adım olduğu kesindir. Hitler’in bu görüşmeden endişelendiği de biliniyor. Ancak von Papen daha bu görüşmelerin hemen ertesinde, savaşın Mihver devletlerinin aleyhine gelişmesi durumunda bile Türkiye’nin savaşa girmeyeceğini doğru bir şekilde değerlendirmişti.
Çiçero ise Almanlara belge taşımaya bundan dokuz ay sonra başlayacaktı. Bu elbette Çiçero’nun getireceği belgeleri önemsiz kılmazdı; zira Normandiya çıkarmasına kadar Almanlar Müttefiklerin Balkanlar’da yeni bir cephe açacağını düşünmekten geri durmadılar. Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop, bunun Türkiye’nin Balkanlar’dan Sovyet ilerlemesi korkusunu önleyeceğini ileri sürüyordu.
Gene bu dönemde Türkiye, muhtemel bir Sovyet tehdidine karşı başta Romanya ve Macaristan olmak üzere tüm Balkan devletleri ile görüşme çabasındaydı ve işgal altındaki ülkelerin sürgündeki liderleriyle de temas ediyordu. Ayrıca, Türkiye’nin savaşa girmese bile en azından Müttefiklere ikmal yolları ve hava üsleri vererek destek sağlayabileceği düşüncesi de Almanların aklından çıkmamıştı. Bu olasılık gerçekleşirse, Bulgaristan ile birlikte ülkemize önleyici bir saldırı yapma konusunda mutabakata vardıkları kaydedilmiştir.
Sözkonusu ortamda Çiçero’nun getireceği bilgiler elbette önemsiz olamazdı ama kritik değildi; çünkü 1943/44 kışı ve 1944 baharında Almanya artık savunmaya geçmişti ve kısa süre sonra Rusya ve Fransa’da muazzam kayıplara uğrayacaktı.
Almanların Türkiye’ye karşı harekata geçmeyi gerçekten ciddi olarak düşündükleri tarih 1941 yazıdır. Hitler 30 Haziran 1941 tarihli stratejik direktifinde SSCB’nin kısa sürede çökmesini bekliyor ve bunu takiben Anadolu üzerinden Akdeniz ve Ortadoğu’daki İngiliz varlıklarına hücum için planlama yapılmasını istiyordu. Ne var ki 1941 kışında Moskova ve Leningrad önlerinde tıkanıp kalınca bu çalışmalar durduruldu ve bir daha da gündeme gelmedi. Sadece Rommel’in Süveyş’e yaklaştığı 1942 yazında kuzeyden inerek onunla birleşecek bir hareket akıllardan geçti, fakat birkaç ay sonra El Alamein ve Stalingrad ile savaşın seyri değişmişti.
İşte bu ortamda, İlyas Bazna’nın faaliyetlerinden ne gibi sonuçlar çıkmış olabileceğine bakmak gerekir (bu arada kendisi Arnavut değil, oradan ülkeye dönen Türklerdendi). Balkanlar’da Almanlar savunma tertibinde olup yeni bir cephe açmaları ancak Türkiye’den yapılacak bir saldırı karşısında gerçekleşebilirdi ki, bu olacak şey değildi. Ama İngilizler Almanların bu ihtimale karşı Balkanlar’da daha fazla kuvvet tutarak Batı’daki ihtiyatlarını azaltmaları için dezenformasyon peşindeydi. Şayet İngilizlerin Ankara’da bir sızıntıdan kuşkulanmaları ertesinde Bazna vasıtasıyla kontrollü bazı belgeler sızdırdıkları doğruysa, bu belki Almanları Yunanistan’da fazladan birlik tutmaya sevkederek Müttefik zaferini kolaylaştırmış olabilirdi ama, onlar elbette buna bel bağlamış değillerdi. Ayrıca Bazna’nın sahte bilgiler sızdırdığı kuşkusundan hiç vazgeçmediler. Şayet Tahran görüşmelerinin tutanakları da verilen belgeler arasında ise onlara bir bilgi sağlamıştı ama, bunlar genel kararlardan ibaretti.
Almanlar için kritik bilgi, Fransa’ya çıkarmanın ne zaman ve nereden yapılacağı idi ve bu zaten Ankara’ya gönderilecek bir bilgi değildi. Tüm bunların ışığında, Çiçero’nun savaşın seyrini değiştiremeyeceği açıktır.
Cezeri’nin hayal gücü gerçeğe dönüştürüldü
“Cezeri’nin Olağanüstü Makineleri” sergisi, kaynağını Kitab-ül Hiyel adlı eserden alıyor. 12. yüzyılda Artuklu Sarayı’nın başmühendisi olan Müslüman bilim insanının fikirleri, modern mekanik ve robot teknolojisine ilham vermişti. Sergide Cezeri’nin makineleri, düzenekleri ve aletleri çalışır halde canlandırıldı.
Modern mekaniğin babası kabul edilen, Artuklu Sarayı’nın 26 yıl başmühendisliğini yapan, Anadolu’nun en büyük mucitlerinden Cezeri’nin makineleri, 800 yıl aradan sonra canlandırıldı. Dünyanın ilk insansı robotları, bugün hâlâ kullandığımız 4 zamanlı dişli mekanizmalar, zamanı hassas şekilde ölçen saatler ve krank mili ve bir daha bir dizi icat, UNIQ Expo’da ziyaretçilerin karşısına çıktı.
Cezeri’nin kendi kitabı Kitab-ül Hiyel’den hareketle orijinal tarife uygun ve çalışır vaziyette üretilen makineleri sunan sergi, 1500 metrekarelik alanda, içerisinde boyutları 4 metreyi bulan dev makinelerle birlikte 66 farklı alete, makineye ve hepsi çalışır haldeki çeşitli düzeneklere yer veriyor.
Ziyaretçilerin sergide büyük bir hikayeye tanık olacaklarını belirten küratör Mehmet Ali Çalışkan’ın açıklaması şöyle: “Ziyaretçiler bu sergide, başından sonuna kadar adım adım yürürken insanoğlunun yeryüzüne karşı hayatta kalabilmek için keşfettiği teknikleri görecekler. Alet yapmayı görecekler. Biz alet yapmanın hikayesini tekerlekten alıp buhar makinesine kadar anlattık. Fakat ortada büyük bir dâhi var. El Cezeri 1200’lü yıllarda, yaklaşık 800 sene önce Diyarbakır ve Hasankeyf’te, Artuklu Sarayı’nda başmühendis olarak çalışmış büyük bir mühendis. Bu mekanikte de en önemli şey hikayeyi anlatmak. El Cezeri’nin bu hikaye anlatma çabası, robot fikrini ortaya çıkarıyor. El Cezeri’den önce makinelerde figürler tek tük kullanılmıştır. Fakat El Cezeri ilk defa makineyi doğrudan bir heykelin içine gizleyerek, bize insanmış izlenimini veriyor”.
Kitab-ül Hiyel
Cezeri’nin eserinin halen 14 Arapça, 2 Farsça, 1 de Eski Türkçe yazılmış 17 elyazması nüshası bulunmakta.