Kasım
sayımız çıktı

Osmanlı Adapazarı’nda bir provokasyon arayışı

Nisan 1909’da Adana ve çevresinde yaşanan, büyük çoğunluğu Ermeni, 20 binden fazla insanın katledilmesine yolaçan hadiseler; İttihat ve Terakki hükümetinin “ittihad-ı anasır” (Osmanlılık altında birarada yaşama) anlayış ve hedefini de imha etmişti. Yine de Osmanlılık kimliği altındaki Müslüman ve gayrimüslim Adapazarı ahalisi, 1911’de bir fuhuş hadisesi kaynaklı gelişebilecek büyük olayları ve böyle bir kışkırtma peşinde koşan Kaymakam Sırrı Bey’i engellemişti.

İzmit vilayetine bağlı Ada­pazarı kazasında 25 Şubat 1911’de ilginç bir olay mey­dana gelir. Burada ikamet eden 3 Ermeni ve 2 Rum erkek, fahi­şelik yaparak hayatını kazanan Boşnak bir Müslüman kadınla, bir hamamda toplu zina (müna­sebât-ı gayr-ı meşru) yaparken yakalanır ve derdest edilir. Der­dest edilenler arasında fahişe­nin “Ankaralı” namındaki köf­tehoru da (pe…..k) vardır.

Bunun üzerine Adapazarı Kaymakamı Hüseyin Sırrı Bey (1876-1958) yakalanan faille­rin tutuklu kalmaları ve hâkim karşısına çıkarılıp mahkum ol­maları için bu hadiseye siyasi bir mesele süsü vermeye çalışır: Sözkonusu kişiler serbest bıra­kılırsa, buradaki Müslüman ve Hıristiyan cemaat arasında “Ni­san 1909’da Adana ve çevresin­de vuku bulan Ermeni katliam­larına benzer olayların çıkabi­leceğini” iddia eder. Bu nedenle İzmit mutasarrıflığına müra­caat ederek, failler hakkındaki tahkikatın tutuklu devamı için bir emir çıkarılmasının peşine düşer. Ancak sorgu dairesi (da­ire-i istintak) bunun “ahlaka mugayir bir zina hadisesi”nden ibaret olduğuna kanaat getire­rek, bu kişilerin salıverilmesi kararını verir.

Sözkonusu kişilerin serbest bırakılması üzerine Kayma­kam Hüseyin Sırrı Bey, Mülâ­zım Hayrullah Efendi isminde bir adamını Müslüman ahali­nin sıklıkla gittiği kahvehane­lere göndererek “Hıristiyanla­rın bir İslâm kadınının zorla ırzına geçtiğini ve bu hadisenin iki cemaat arasında Adana’daki­ne benzer bir vukuata sebebiyet vereceği” haberini yayması için görevlendirir. Hayrullah Efendi bu kahvehanelere giderek halkı galeyana getirmeye çalışır; hiç­bir Allah’ın kulunun İslâm’a, di­ne hakaret eden böyle bir hadi­se karşısında kaymakama gelip şikayette bulunmadığını, hal­buki kaymakamın Müslüman cemaatin toplu bir müracaatını beklediğini ve bunun olmama­sından dolayı iki gecedir gözüne uyku girmediğini ifade eder!

Adapazarı’nın Ermeni mahallesi Adapazarı’nın Ermeni nüfusu, o dönemin şehir merkezini oluşturan mahallelerden Nemçeler başta olmak üzere, Kurtuluş, Malacılar, Gazeller gibi mahallelerde yoğunlaşmıştı. 1902’de şehir merkezinde dört Ermeni Kilisesi bulunuyordu.

İşin ilginç tarafı bütün bu telkinlere ve provokasyonlara rağmen, kahvehanede bulunan Müslüman ahali, faillerle ilgili adli ve idari makamların gerek­li işlemleri yapacağına dair gü­venlerinin tam olduğunu söyler.

Sözkonusu fuhuş hadisesin­den yaklaşık 1 ay sonra, 1 Mart 1911’de Adapazarı ahalisinden 10’u muhtar 28 Müslüman’ın mührünü taşıyan bir dilekçe Adapazarı Kaymakamlığı Vekâ­leti’ne yani Sırrı Bey’e gönderi­lir. Dilekçeyi imza edenler, hem Müslüman hem de Hıristiyan ahalinin hislerine tercüman olur. Burada, vuku bulan olayın içeriğine ilişkin kaydadeğer bil­giler bulunur. Buna göre Adapa­zarı’na bağlı Çukur Ahmediye mahallesinde oturan ve Boşnak bir göçmen olan Hure veya di­ğer adıyla Zehra Hatun, uzun bir süredir fuhuş yapmakta ve bu durum birtakım gençleri ru­hen ve bedenen perişan etmek­tedir. Bu fenalığın önü alınama­dığından, ismi geçen Hure ile fuhuş yapan birçok genç hapse girmiştir. Bunun üzerine Hu­re ve ona eşlik eden köftehoru “Ankaralı” hakkında gerekli ka­nuni muamelenin icra edilmesi ve bu gibi fenalığa meydan ve­rilmemesi adına daha önce de­faatle müracaatta bulunmaları­na rağmen, şimdiye kadar bu 2 kişi hakkında gereken tedbirler alınmamış ve bu kişiler alenen fuhuş yapmaya devam etmiştir.

Cüret edilen ahlaka aykırı bu eylemlere hükümet tarafın­dan izin verilmeyeceğinden ve şimdiye kadar kardeş gibi ge­çinmekte olan Müslüman ve Hıristiyan ahali arasına “böyle fahişeler yüzünden” soğukluk girmemesi ve kasabanın sela­meti için Hure ve “Ankaralı”nın uzak bir yere sürülmelerini is­tirham ederler. Ancak Kayma­kam Hüseyin Sırrı Bey, hadise­yi daha da büyütmek için kendi iddialarını teyit eder mealde ge­nel bir istida düzenler ve mec­lis-i idare azasından Hacı Meh­met Efendi marifetiyle bunu dükkan dükkan gezdirip kimi kişilere imzalattırarak vilayet makamına iletir.

Kaymakamın dilekçelerinde yaptığı tahrifatı öğrenen Adapa­zarı’nın Müslüman, Ermeni, ve Rum ileri gelenlerinden birçoğu tüccar bir grup, 7 Mart 1911 ta­rihinde Meclis-i Mebusan Riya­seti Celilesi’ne Sırrı Bey ile ilgili şikayetlerini iletir ve kendisi­nin Meşrutiyeti tehlikeye atan bu tarz eylem ve hareketlerinin soruşturulması için bir müfettiş gönderilmesi talebinde bulunur. Meclis-i Mebusan Riyaseti Ce­lilesi 18 Mart 1911’de kendisi­ne sunulan bu telgrafı Müfettiş Muavini Sami Bey’e tevdii eder ve Mart ayının sonuna doğru Dahiliye Nezareti’nin görevlen­dirdiği müfettiş, Sırrı Bey’den şikâyetçi olan kişilerin ifadesini almaya başlar.

Şikayet dilekçesi


16 Şubat 1326’da (1 Mart
1911) Adapazarı ahalisinden
10’u muhtar 28 kişinin
mührünü/imzasını taşıyan
ve Adapazarı Kaymakamlığı
Vekâleti’ne yani Hüseyin
Sırrı Bey’e sunulan arz-ı
mahzar (toplu dilekçe).

Müslüman ahali gelen mü­fettişe, kaymakamın haksız ve doğru olmayan birtakım it­hamlar ve iftiralarla Adapaza­rı’nda kardeşçe yaşayan İslâm ve bilumum Hıristiyan azınlı­ğın dirliğini, düzenini bozduğu­nu söyler. Daha da ileri gidilir; Hüseyin Sırrı Bey’in iki cemaat arasında Adana meselesi gibi bir vesile aramakta olduğu ifade edilerek kendisine güvenlerinin kalmadığı vurgulanır.

Gelen müfettiş, öncelikle ahalinin genelinin veya çoğun­luğunun kaymakamdan hoşnut olup olmadığını öğrenmek ister. Müfettişin yönelttiği bir diğer soru da, hadisede bahsi geçen Müslüman fahişenin Ermeni delikanlılarla ne suretle ve ne­rede gayrimeşru bir münase­bette bulunduğu ve hükümetin bundan haberinin olup olma­dığıdır: Bu fahişenin evvelce de fahişelik ettiği vâki midir? Bu doğrultuda ahali tarafından bu kadının fuhuş yapmasının en­gellenmesi için daha önce hü­kümete müracaat edilmiş mi­dir? Edilmişse bu nasıl bir neti­ce vermiştir?

Önemli sorulardan bir di­ğeri; Kaymakam Sırrı Bey’in İzmit mutasarrıflığına faillerin tahliyesi halinde Müslüman ve Hıristiyanlar arasında Adana vakası gibi bir vukuatın meyda­na gelmesi ihtimali bulunduğu yönünde mi, yoksa bu mese­leye adliyece ve divan-ı harp­çe bakılmamak istenildiğin­den bahisle, bu hâl böyle devam edecek olursa ilçede bir vuku­atın çıkabileceğini düşündüğü yönünde mi müracaat ettiğidir. Burada tespit edilmek istenen esas konu, Sırrı Bey’in yaptı­ğı müracaatta vukuat-ı adiden sayılan bu meseleye bir siyasi renk ve karakter verme amacın­da olup olmadığıdır.

Müfettiş, kaymakamın gö­revlendirdiği adamı Hayrullah Efendi’nin faaliyetleriyle de il­gilidir. Kendisine hangi Müs­lüman kahvehanelerine gittiği; ne tür bir telkinde bulunduğu; sözkonusu mekanlarda kimler­le görüştüğü ve hakikaten Sırrı Bey tarafından gönderilip gön­derilmediği sorulur.

Müfettişin soruları bunlarla sınırlı kalmaz: Bu olay dışında Sırrı Bey’in Meşrutiyeti tehli­keye atabilecek başka ne gibi eylemleri olmuştur? Bunların beyan edilmesi gerektiğini vur­gular ve kaymakamın bunları yapmaktan maksadının ne ol­duğunun izah edilmesini ister.

Milletvekili ve mahkum Kaymakam Hüseyin Sırrı Bey son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne İzmit milletvekili seçilecek; daha sonra Ankara’da TBMM’ye katılacak; cumhuriyet devrinde milletvekilliği yapacak; sonraki dönemde İsmet İnönü’ye karşı başlattığı kampanya nedeniyle 9 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırılacak; 1941’den 1949’a kadar cezaevinde kalacak; tahliye olduktan sonra yeri öpecekti.

Adapazarı Meclis-i İdare Azasından ve Rum milletin­den Hacı Yorgi Efendi, 30 Mart 1911’de zaptolunan ifadesinde Kaymakam Sırrı Bey ile ilgi­li şikayetlerini sıralar. Aslında Hacı Yorgi Efendi’nin ifadesi dilekçeye imza atan diğerleri­nin de görüşlerini büyük ölçüde yansıtır. İlk şikayeti kaymaka­mın şundan bundan nizamsız para almasıdır. İkincisi ise fu­huş hadisesine ilişkindir. Sırrı Bey’in İzmit mutasarrıflığına bu olayı gerçekte olduğu gibi aksettirmediğini ve kasabada Müslüman ve Hıristiyan ahali arasında Adana vakasına ben­zer müessif bir hadisenin zuhur edeceği gibi bir algı yarattığını vurgular. Hacı Yorgi Efendi’ye göre böyle bir durum sözkonu­su değildir ve kaymakam tama­mıyla keyfi hareket etmektedir. Sırrı Bey’in kasabanın Yeni Ca­mi mahallesinde ikamet eden meclis-i idare üyelerinden Sey­fettin Ağa’dan on lira istediğini ve bunu alamayınca Seyfettin Ağa’nın evrakını geciktirdiğini iddia eder. İlaveten, ne zaman orman satışı olursa mültezim­lerden para alamayınca müza­yedeye devam etmediğini ve hattâ birkaç kişiden bu suret­le para aldığını ifade eder. Sırrı Bey’in bu parayı mektep yap­mak için aldığını söylediğini an­cak gerçekte nereye sarfettiğini bilmediğini belirtir.

Hacı Yorgi fuhuş hadisesi­ne dair Boşnaklar dava etmi­yorken kaymakamın meclis-i idare azasından Hacı Mehmet Efendi aracılığıyla onlara ha­ber gönderdiğini, bunun üzeri­ne dört-beş kişiden müteşekkil Boşnak bir grubun bir arzuhal getirdiklerini; bu arzuhallerin­de Hure isimli Boşnak fahişe­nin sürülmesini talep ettikleri­ni kaydeder. Hattâ kendisi de bu arzuhal verildiği sırada oradadır ve “Rum çocuklarıyla da Rum mahallesinde geziyor, çocukla­rı baştan çıkarıyor, hiç müsaade etmeyip bu karı sürülmelidir” cümlelerini sarfettiğini belirtir.

Müfettişin kritik sorusu ise Boşnakların kaymakama başka bir istida götürüp götürmedi­ğidir. Hacı Yorgi, meclis-i idare azalarından Hacı Torik ve Laz Hıdır Efendi’den kaymakamın bizatihi kendisinin ahalinin ağzından Adapazarı’nda Ada­na’daki gibi bir fesatlık çıkacağı yönünde bir istida yazdığını, an­cak böyle bir durumun kesinlik­le sözkonusu olmadığı yönünde kaymakama verilen ilk istida­dın tahrif edildiğini duyduğu­nu beyan eder. Zaten tam da bu nedenle kasabanın ileri gelen­leri Sırrı Bey’i Meclis-i Mebu­san Riyaseti Celilesi’ne şikâyet etmiştir.

Peki kimdir bu kaymakam Hüseyin Sırrı Bey? Dahiliye Ne­zareti’ne gönderilen ve kendi­si hakkında yazılan bir rapora göre 17 Mayıs 1910 tarihinden beri Adapazarı kaymakamı olan Sırrı Bey, birtakım eksiklik­leri bulunmakla birlikte idare kabiliyeti yerinde, namuslu bir bürokrattır. Mizacı itibarıyla çabuk öfkelenen ve vatan sevgi­sini her şeyin üstünde tutan bir kişidir. Genç ve tecrübesiz bir bürokrat olduğundan kayma­kamlık vazifesi için lazım gelen malumata pek de haiz değildir; bu nedenle Adapazarı memuri­yetinde başarılı olamadığı göz­lemlenir. Mülkiyeli bir bürok­rat olarak geçmişinin dörtbaşı mamur olmamasının önemli bir nedeni, Mekteb-i Mülkiye’nin son sınıfındayken yani Sultan 2. Abdülhamid döneminde bir suçtan mahkum edilip sürgüne gönderilmiş bulunmasıdır.

Adapazarı’nda yaptığı takdi­re şayan en önemli hizmeti, be­lediye idaresini tanzim etmesi ve kasabada Müslümanlar için bir Fukara Sandığı kurmasıdır. Bunun yanında Müslüman ce­maati her daim eğitim konu­sunda teşvik etmiş ve onlar­dan topladığı ianelerle birlikte kız çocuklarının tahsili için bir mektep kurdurmuştur. Kendi­sine yönelik ciddi eleştirilerden biri, bir şeyden memnun olma­dığında itidal ile hareket ede­meyerek ani tepkiler vermesi­dir. Bunun nedeni, sinirli karak­ter yapısının yanında kendisine yaltaklananlara itimat gösterip bunun neticesinde birtakım ha­talara düşmesidir.

Nihayetinde mülkiye müfet­tişi, bütün bu olayların merke­zinde bulunan Kaymakam Sırrı Bey’e de 30 Mart 1911 tarihin­de sorularını yöneltir. Ne yazık ki, yaptığım arşiv çalışmaların­da Adapazarı kaymakamı Sırrı Bey’in savunmasına ve kendi­sine yöneltilen sorulara verdiği cevaplara erişmek mümkün ol­madı. Ancak Sırrı Bey bu olay­dan sonra, 1912’de Amare’ye (Bağdad’ın güneyindeki kasaba) kaymakam olarak atanır.

Kaymakam Hüseyin Sırrı
Bey, vukuat-ı adiden
sayılacak bir fuhuş
meselesini Adapazarı’nın
Müslüman ve gayrimüslim
ahalisi arasında siyasi bir
gerginliğe döndürmeye
çalışmış; ama halkın
itidali sayesinde başarısız
olmuştu.

Adapazarı’ndaki bu fuhuş hadisesi, Trablusgarp ve Balkan savaşlarının hemen öncesinde Osmanlı Devleti’nin bir biçimde hem genelindeki hem de peri­ferisindeki siyasal ve toplumsal ortamı anlamak açısından bize önemli ipuçları sunar. Görülen o ki başkente/merkeze bir hayli yakın bir yerde, 1911 gibi kritik bir dönemde aslında ittihad-ı anasır (Osmanlılık) çatısı altın­da yaşamayı sürdürmek isteyen iki topluluk vardır. Aynı zaman­da Temmuz 1908’deki devrimi bu ideal etrafında gerçekleş­tiren ve bunu devam ettirmek isteyen İttihat ve Terakki’nin, yerelde de siyasi bir otorite boş­luğu bırakmak istemediği görü­lür. Meşrutiyetin devamlılığı ve Osmanlı toplulukları arasındaki birliğin sağlanması, memlekette dirlik, huzur, güven ve nizamın tesis edilmesine bağlıdır. Kay­makam Sırrı Bey’in bu eylemle­ri buna engel teşkil etmektedir.

Görünen o ki, hüküme­ti temsil eden idareci Sırrı Bey kendisi hakkındaki iddiaları ve bundan dolayı kamuoyunda oluşan algıyı savuşturmak için bu fuhuş hadisesini kullanmış­tır. Bir tarafta birbiriyle kar­deşçe, sorunsuz ve huzurlu bir şekilde yaşayan iki toplumu bir­birine düşürmeye, bu ortamı bir kaos, karışıklık çıkarıp bozma­ya çalışan bir kaymakam; diğer tarafta bunun önüne geçmeye, bunu engellemeye ve Meşruti­yeti korumaya çalışan bir Müs­lüman ve gayrimüslim kesim vardır. Vermiş oldukları dilek­çeyle Meşrutiyeti tehlikeye atan bir devlet görevlisini hem şika­yet ederler; hem de meşruti dü­zenin korunması adına gerekli müdahalenin yapılmasını talep ederek bir çeşit siyasi katılım da ortaya koymuş olurlar. İbra­him Hakkı Paşa’nın sadrazam­lığını yaptığı İttihat ve Terakki hükümeti açısından da, kay­makamın yapmaya çalıştığı şey kabul edilebilir değildir. Böyle bir hadisenin patlak vermesinin kendileri açısından iyi sonuçlar doğurmayacağının farkındadır.

Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde İzmit mebusu ola­rak yer alan Sırrı Bey (Bellioğ­lu), Mart 1920’de Mustafa Ke­mal’in isteğiyle Ankara’ya gelir ve Meclis’in açılışında yer alır. TBMM’nin 2. ve 3. yasama dö­nemlerinde milletvekili seçi­lemeyen Sırrı Bey 4. dönemde yine İzmit mebusu olarak Mec­lis’e girecektir. Uzun bir siyasi kariyeri olan Sırrı Bey, “Millî Şef” İsmet İnönü’ye karşı açtı­ğı kampanya nedeniyle 1941’de Askerî Mahkeme tarafından 9 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırı­lacak; ancak 1949’da hapishane­den çıkabilecektir.