Kasım
sayımız çıktı

‘Selam verdim rüşvet değildir diye almadılar’

Osmanlılar’da rüşvet ve yetki suistimalinin yaygınlığı efsaneleşmiştir. Benzer durumlar her toplumda bulunur ama bizde daha fazla olmasının önemli nedeni, yönetimin Kapıkulu bürokrasisinin elinde olmasıdır. Yükselmek ve makam kapmak buradaki fraksiyonlardan birine mensup olmakla mümkündü ve her grup bir çıkar çetesi halinde çalışıyor, her fırsatta diğerinin ayağını kaydırmaya çalışıyordu. Bürokrasiye haraç vermeden varlık sürdürmek, toplumdaki tüm mülk sahipleri için imkansız bir durumdu. Böylece toplumda servet birikimi ve iktisadi faaliyetin gelişmesi olanaksız hale geliyordu. Bürokrasinin elinde toplanan kaynaklar çoğunlukla askerî seferlere ve donanmaya, bazen anıtsal binalara, nadiren de kamu işlerine harcanıp gidiyordu.

Kanunî döneminin dâhi şairi Fuzulî, ünlü Şika­yetname’sine “Selam verdim rüşvet değildir diye al­madılar” sözleriyle başlar. Bu padişahın zamanı, Osmanlı­lar’ın en ihtişamlı çağı olarak bilinir ama onun hükümdarlığında büyük bunalım çoktan ortaya çıkmış, ayaklanmalar birbirini izlemeye başlamıştı.

Osmanlı tarihinde görü­len en büyük kişisel servetler­den birine, belki de birincisine sahip olan ve “kehle-i ikbal” (ikbal biti) denilen Sadrazam Rüstem Paşa da aynı yılla­rın ürünüdür. “Kanunî’nin tek damadı, Mihrimah Sultan’ın kocası ve Hürrem’in fitne ale­ti” olarak tanımlanan Rüstem 1561 yılında öldüğü zaman, 15 milyon düka altını tutan bir serveti olduğu görülmüştür. Birbirinden biraz farklı liste­ler vardır ama hemen hep­sinde 2.900 at, 1100’den fazla deve, binlerce altın ve gümüş kakmalı zırh, eğer ve kılıç, iki bin yükten fazla kumaş, 1.700 köle, çok değerli mücevher­ler, kervansaraylar, 78 bin duka altını ve 2 milyon duka altını tutarında diğer nakit, inanılması zor olduğu için buraya yazmaya çekindi­ğim sayıda çiftlik ve değirmen ve çeşitli mülk, altın işleme­li hilatlar ve daha ne­ler neler… Ve sözkonusu servet 15 seneye yakın bir sürede biriktirilmiş. Bu dev­şirme vezir, söylendiğine göre rüşveti tarifeye bağlamış. Bir keresinde Erzurum Beylerbe­yi’nin verdiği 5.000 altından 2.000’ini iade etmiş, “bu iş için 3.000 yeter” demiş oldu­ğu rivayet ediliyor. İşler daha onuncu padişahın dönemin­de bu hale nasıl gelmişti?

Osmanlılar’da rüşvet ve yetki suistimalinin yaygınlı­ğı efsaneleşmiştir. Benzer du­rumlar her toplumda bulunur ama bizde daha fazla olması­nın önemli bir nedeni, yöneti­min Kapıkulu bürokrasisinin elinde olmasıdır. Yükselmek ve makam kapmak bu bürok­rasideki fraksiyonlardan biri­ne mensup olmakla mümkün­dü ve her grup bir çıkar çetesi halinde çalışıyor, her fırsatta diğerlerinin ayağını kaydır­maya çalışıyordu. Bürokrasi­ye haraç vermeden varlık sür­dürmek, toplumdaki tüm mülk sahipleri için imkansız bir du­rumdu. Böylece toplumda ser­vet birikimi ve iktisadi faali­yetin gelişmesi olanaksız hale geliyordu. Bürokrasinin elinde toplanan kaynaklar çoğunluk­la askerî seferlere ve donan­maya, bazen anıtsal binalara, nadiren de kamu işlerine har­canıp gidiyordu.

Avrupa merkantilist politi­kalarla ihracat yapıp altın bi­riktirirken her alanda üretim ve ticareti teşvik ediyor, Os­manlılar’da ise hırslı paşalar, kadılar ve mültezimler bul­dukları her kuruşa el koymaya çalışıyordu. Tabii aralarında düzgün insanlar da vardı ama, onlara düşen bu hazin manza­raya üzülmekten ibaretti. Dö­nemin insanları arasında olayı ahlaksızlığın artmasına bağla­yan Koçi Bey gibi “risaleciler” çıktı. Paşaların tımar ve zea­metleri boşaltıp akrabalarına ve nüfuzlulara paylaştırdığını, bunun hem orduyu bozup hem de halkı birbirine düşürdükle­rini yazmıştı.

Elbette bu işte rüşvetle da­ğıtım da önemli yer tutuyordu. Tımarların yeni sahipleri te­baalarının aşırı sefaleti paha­sına belirlenen miktardan çok daha fazla para topluyordu. Ancak Koçi Bey’in bozulma­yı paşaların açgözlülüğüne ve namussuzluğuna bağlaması, bürokratik yapının kaçınılmaz olarak bu durumu üreteceğini gözden kaçırmasına yol açar. Niyazi Berkes ise bürokrasiyi oluşturan kul taifesinin üreti­min dışında bir kesim oldu­ğunu ancak sömürünün aracı olarak kullanıldıklarını yazar. Padişahlar kullarının canla­rını alıyorlardı ama kullar da kısa sürede güçlerinin farkı­na varıp padişahları tahttan indirmeye, hatta katletmeye başladılar.

Gene Berkes, padişah, ule­ma ve kul üçlüsünden ikisi bir araya geldi mi üçüncüsünün kaybetmeye mahkum olduğu­nu, süreçte her türlü kombi­nasyonun yapıldığını ve her üçünün de diktatörlük yarı­şına girdiğini anlatırken, IV. Murat’ı örnek verir. O, kullara dayanarak ulemayı, ulemaya dayanarak kulları ve nihayet ikisine birden dayanarak halkı ezen bir terör sistemi kurmuş­tu. II. Osman ve III. Selim ise her ikisini de kazanamadıkları için canlarından oldular. İşte bu ortamdan istikrarlı bir ikti­sadi ve siyasi hayatın çıkması olanaksız, yönetim bozukluğu ve suistimalin yaygınlaşması kaçınılmazdı. Sistem, can ve mal güvenliğini hiçkimse için sağlayamıyordu.

Padişahlar da rüşvet alırdı

Sultan İbrahim’in katli için ulemanın kaleme aldığı fetva­da onun rüşvet aldığı ileri sü­rülmüştü. Bunun doğruluğuna işaret eden anlatılar vardır. İ. H. Danişmend, Sultan İbra­him devrinde Kara Musta­fa Paşa’nın veziriazamlık için padişaha 300.000 kuruş rüş­vet verdiğini, tayin edildiği­ni ancak göreve başlamak için İstanbul’a geldiğinde kendisi­ni azledilmiş bulduğunu yaz­maktadır.

Bu arada, Peçevi’nin kita­bında ilginç bir anlatıya rastlı­yoruz. Tabii o da duyduklarını yazmış ama genellikle iyi ha­ber alan devlet makamların­da bulunmuş inandırıcı bir ki­şidir. III. Murad’ı kastederek, dönemin önde gelenlerinden Şemsi Paşa’nın, padişaha rüş­vet aldırttığını söylediğini ifa­de eder: “Bugün Kızılahmet­li’nin öcünü Osmanlılar’dan aldım. Onlar bizim ocağımıza su döktükleri gibi, ben de on­ların ocağını söndürecek bir başlangıç düzenledim, onlara rüşveti tattırdım”. Bu olayın ne vesileyle olduğunu bilmi­yoruz ama başka bir kaynak­ta, aynı dönem için şöyle bir değinme vardır: “Halep Bey­lerbeyi padişaha 40.000 duka altınının yanısıra paşaya da birçok hediyeler göndermesi­ne rağmen tutuklandı, Yediku­le’ye atıldı”. Keza Koca Sinan Paşa’nın adı da, bu göreve gel­mek için padişaha büyük rüş­vet vermiş kişilerin arasında geçer.

Padişahın ve yüksek görev­lilerin sürekli hediye aldıkları bir dönemde, bunun genellik­le görev ve yetki dağıtımında kayırmaya yol açtığı oranda rüşvet sayılacağı açıktır. İdari sistem bozuldukça, hem yıllık atamalar hem de bunların ye­nilenmesi için para alınması genel usul haline gelmişti. Bu­na “caize” denilmiştir. Bu ilk başta şairlerin methiye düzme karşılığında aldıkları paraya verilen bir isimdi (ki, şairle­rin giderek dilenci haline gel­mesine neden olmuştur). Za­manla memurların amirlerine verdikleri hediyelere de caize denmeye başlandı. Sadrazam­lar, büyük memurlar ve hatta padişahlar caize alırdı (Baş­bakanlık arşivi 1180/1121’den: “Vezirlik verilen kişilerin ‘rüt­be-i vezaret tevcih edilen ze­vatın Enderun-ı Hümayun ha­zinesine 22.500 kuruş verme­leri kanun icabı olduğu…”).

“Caize” ödemesi bir kez makama atanmış olmakla bit­miyordu. Ödemenin her yıl de­vamı gelmeliydi, yoksa hemen yerine başka biri tayin edilir­di. Caize verenler de bu para­yı çıkarmak için gasp, şan­taj, usulsüz vergi toplanması, ödeyemeyenin tüm mallarına el konulması gibi uygulama­ları en acımasız ve haksız bir şekilde, mağdurların gözyaşı­na bakmadan asırlar boyunca uyguladı.

Kimin eli kimin cebinde Osmanlı bürokrasisinde yükselmek ve makam kapmak için farklı fraksiyonlardan birine mensup olmak gerekiyordu. Her grup bir çıkar çetesi halinde diğerlerinin ayağını kaydırmaya çalışırken mülk sahiplerinin de bürokrasiye haraç vermeden varlık sürdürmeleri imkansızdı.

I. Mahmud 1834’te görevli­lerin kendi paralarını toplama usulünü kaldırmaya başladı ve 1838’de yıllık atama sistemi­ni tamamen iptal ederek ma­aş usulü getirdi. Bu sistem ilk başlarda iyi işlemedi, çünkü maliyenin oldukça yüksek be­lirlenmiş bu maaşları verecek gücü yoktu. Memurların hem maaş alıp hem de eski usul para toplamaya devamından korkuldu. Bu nedenle keyfi müsadere yapmaları ve idari ceza uygulamaları yasaklandı. Ertesi yıl Gülhane Fermanı bu tedbirleri pekiştirdi ama geçi­şin kolay olmadığı ve sorunun bitmediği açıkça görülüyordu. Osmanlı devleti modernleş­meyi hızla yürütecek kadro­lara ve mali olanaklara sahip değildi.

16. yüzyıldan 19. yüzyıla atlamış olduk ama arada sayısız rüşvet hikayesi, bu nedenle idam edi­len kaç tane vezir-i azam, kaç paşa, kaç görevli var, saymakla bitmez. Örneğin da­ha III. Mehmed zamanında Vezir-i Azam Hadım Hasan Paşa rüşvet nedeniyle azledi­lip idam edilmiştir. I. Mustafa döneminde idam edilen Mere Hüseyin Paşa da başka şeyle­rin yanısıra soygunculuğuy­la bilinirdi. Bir başka örnek de Sürmeli Ali Paşa’nın hazineye borçlu olduğunun tespit edilip azlinden hemen sonra idamı­dır.

II. Abdülhamid’in yiyici paşaları II. Abdülhamid döneminde rüşvetle zenginleşmiş ve ikbal sahibi olmuş paşalar II. Meşrutiyetin ilanından sonra mizah yayınlarına malzeme olmuşlardı.

Bazılarının da rüşvet al­madıkları halde, rakiplerinin iftirasına kurban giderek öldü­rüldüğü söylenir. Örnek olarak III. Osman zamanında Bıyıklı Ali Paşa’nın idamının iftiraya dayandığı ve padişahın hemen akabinde pişmanlık duydu­ğu kaydedilmiştir. Pirî Reis’in katli de birkaç farklı rüşvet hikayesine bağlanır. Birinci­si Basra Beylerbeyi’ne gani­metten uygun hediyeler (ya da pay) vermediği şeklindedir. Bir başka iddia ise kafirlerden rüşvet alarak Hürmüz kuşat­masını kaldırdığı şeklinde­dir. İkinci iddia pek inandırıcı değildir ama gene de idamına ferman çıkarılmıştır.

İstanbul bir fesat yuvasıy­dı ve herkes birbirinin ayağını kaydırmak için sürekli komp­lo ve iftira peşindeydi. Yalan olması çok muhtemel rüşvet iddialarından birisi de İstan­bul’un fethinden sonra idam edilen Çandarlı Halil Paşa’nın Bizans’dan para almasıyla il­gilidir. Bunun esası Fatih’in devletin çehresini ve idaresini değiştirme isteğidir. O, İstan­bul’da kapıkulu bürokrasisini öne çıkarmaya karar vermişti.

Söz denizcilikten açılmış­ken donanmada da büyük bir yiyiciliğin olduğunu belirt­meden geçemeyiz. Kaptanlar personele erzak alınması için verilen paranın bir kısmını ce­be atarlar ve fazla para almak için personeli olduğundan çok gösterirlerdi. Bazen de kalaba­lık bir personel ile denize açıl­dıktan sonra bunların bir kıs­mını uygun bir kıyıya bıraktık­ları olurdu. Kaptan-ı deryalık makamı 1324 ‘ten 1867’ye ka­dar 543 yıl sürmüş ve bu arada 200 kişi bu makama atanmış­tır. Atananların çoğu deniz­cilikle ilgisi olmayan paşalar olup, saraya yakınlıkları do­layısıyla bu göreve getirilerek denizciliğe çok zarar vermiş­lerdi. Hatta Osmanlı denizci­liğinin çöküşündeki en temel etkenin bu olduğu söylenebi­lir.

Selim Melhame Paşa II. Meşrutiyet’te görevinden alınan Selim Melhame Paşa aldığı rüşvetlerle birlikte İtalya’ya kaçarken karikatürize edilmiş.

Sözkonusu paşaları bu ma­kama cezbeden şey, Ege’ye açılıp adalardan vergi toplama ayrıcalığına sahip olmalarıydı. Bunun bir kısmını kişisel ser­vetlerine katarlardı. Ama sıkı­yı görünce kaçmak için rüşvet verenler de olmuştur. Örneğin çok kanlı Girit Savaşları sıra­sında bu göreve getirilen Ha­lep Valisi Mustafa Paşa denize açılmaktan korktuğu için 200 kese altın rüşvet vererek Mısır valiliğine tayinini sağlamış­tı. Buradan, Halep’te iyi servet yaptığı anlaşılıyor.

Donanmada bu kadar rüş­vet olur da, orduda olmaması elbet düşünülemez 17. yüzyıl­da Yeniçeri ocağında her tür­lü disiplin sona erip de bun­lar İstanbul’u haraca kesme­ye başlayınca, onların maaş defterleri de piyasada dolaş­maya başladı. Yeniçeri ağaları bu defterlere göre hazineden maaş çekerlerdi ama etrafta defter sayısı kadar adam yok­tu. Ağa, örneğin 170 adam için para çeker, ama aslında orta­sında 80 kişi vardır. Kadroda 30.000 asker görünür, savaşa giden 12.000’dir. Geri kalanın maaşları ve diğer tahsisatla­rı subayların cebine giderdi. 1778’de bir süre sadrazamlık da yapan Mehmed Paşa’nın üzerinde 600 askerin esamesi bulunduğu anlaşılınca görev­den alınmıştı. Ne var ki ceza­lar rüşveti asla azaltmıyordu, çünkü sistemin tümü buna da­yanıyordu.

Çöküş döneminde felaket­ler birbiri ardına geldikçe, ma­li sorunlara paralel olarak dinî kurumlarda da çürüme art­tı. Özellikle kadı atamaların­da rüşvet öne çıktı. Kadılar ve diğer görevliler, atanmak için ödedikleri rüşvetleri elbette, makamlarını kullanarak fazla­sıyla çıkarıyorlardı.

‘Hırsızlık milyonları’ Arap İzzet Holo Paşa II. Abdülhamid döneminde Mâbeyn-i Hümâyun Başkâtibi ve hafiye örgütünün yöneticisiydi. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yayımlanan bir karikatürde üst başlıkta “Arap İzzet kaçıyor”, sol yanyazıda “aman kaçacak yer”, sağ yanyazıda “işte bir milyon”, ellerindeki torbalardaki yazılarda “hırsızlık milyonları” denerek resmedilmiş.

Burada kadılar ve mülte­zimler arasındaki çirkin işbir­liğine de değinmemiz gerekir. Bilindiği gibi mültezimler bir yörenin devlet vergilerini top­lamayı açık arttırma yoluyla üzerine alıp, buna karşı hazine­ye belli bir para verirlerdi. Bu usul 1856’da resmen kaldırıl­dı ama bazı yerlerde bu hemen mümkün olmadı. Yüzyıllar bo­yunca mültezimler ödedikleri paraları çıkarmak için köylere ve kasabalara gelir, kadılar da onlara refakat ederdi. Bunla­rın ahaliyi tam olarak soyun­caya kadar birkaç hafta süren ağırlanmaları da ahaliye yıkım olurdu. Ödeyemeyenlerin mal­larına, mülklerine el konur, el­lerinde para olan paşalar bun­lar haraç mezat yok pahası­na toplardı. İşler bazı yerlerde o kadar çığırından çıkardı ki, rastgele tutuklama yapılır, içe­riye atılanlardan kurtarmalık akçe istenirdi. Mültezimler ka­dılara, onlar da paşalara yas­lanır, elbirliği halinde ahaliyi soyar ve kadılara soygunu kita­bına uydurmak düşerdi. Tabii hepsi de vergilere kendi ceple­ri için mümkün olan en büyük ekleri yapardı. Bu konuda bir­çok şikayet gelir, bazen gereği yapılırdı. Kayıtlarda, görevini kötüye kullanan kadılarla ilgili listeler vardır. Kestel kadısının 6.000 akçe rüşvetinin ortaya çıkması, Güzelcehisar kadısı­nın usulsüzlüğü, birçok kez ko­runup görevde kalan Halep ka­dısının idamı vs. diye gider.

Bunlar görevden alınır ama bazıları başka yere yeniden atanırdı. Arasıra çok ileri gi­denlerin idamı da bu rezilliği durduramamıştır. Bir kayıt­ta “Reayanın parasını çalan Yusuf Paşa ve adamlarının toptan idam edildiği” yazı­lı. 50’den fazla veziriazamın, yani her dört başbakandan bi­risinin idam edildiği Osman­lı sisteminde bunlar zaten “ya devlet başa, ya kuzgun leşe” diyerek yiyicilik ve zulüm ya­pan, merhametten yoksun in­sanlardı ve kimi zaman arala­rından bir kısmı sürgün veya idamla cezalandırılsa da, sis­tem asırlar boyu devam etti.

İlk kuruluş döneminden, özellikle Fatih’ten sonra Os­manlılar’ın sahibi bürokra­siydi. İstanbul’da Kapıkulu askerlerinin ve bürokrasinin ilk yağması ve istediği şehza­deyi padişah yapmak için etki­li müdahalesi, Fatih’in ölümü üzerine ortaya çıkmıştır. Bun­ları dışarıdan denetleyebile­cek güçlü odaklar yoktu. Ken­di içerisinden yapılan denetim ise bürokrasinin fraksiyonla­rı arasındaki güç dengeleri­ne ve çatışmalara bağlı olup, çoğu zaman komplolarla bir­likte yürürdü. Ayrıca, devlet görevlileri herhangi bir yerde uzun kalmazdı. Bazı ülkeler­deki büyük mülk sahipleri gibi bulundukları yeri imar etme, bağımsız zanaatçı ve imalat­çıları teşvik, ticareti destekle­me dürtüsü yoktu veya üretim çabası ağırlıkla askerî seferleri desteklemeye yönelikti.

Rüşvet ağında en baştakiler Rüşvet şüphesiz sadece Osmanlı bürokrasisine has bir durum değildi. Fransa’da 1831’de yayımlanan La Caricature dergisindeki karikatürde sanatçı Honoré Daumier, Fransız Kralı Louis-Phillipe’i Rabelais’nin ünlü hicviyesindeki doyumsuz Gargantua karakterine benzeterek çizmiş.

İç pazarlar ve denizcilik başta olmak üzere ulaşım za­yıflığı kentlerin ticaret ve ta­rımdışı üretim açısından cılız ve küçük kalmasına yol açtı. Bunlar ekonomik ve sosyal alanda güçlü adımlar atacak halde olmayıp, 16. asırda büyük ticaret yollarının Batı’ya geç­mesi karşısında gelişme ola­nakları daha da kısıtlandı. He­men ardından “büyük kaçgun” denilen dönem geldi. Afetler, sürekli isyanlar ve istikrar­sızlık toparlanma olanakları­nı yok etti. İşte bu koşullarda göreve gelen paşalar, kadılar, mültezimler ve diğer görevliler kısa görev sürelerinde en fazla çalıp çırparak oradan gitmek­ten başka şey düşünmediler. En üst makamlara gelip servet sahibi olanların bazıları, adla­rını yürütmek için anıtsal bi­nalar yapmakla yetindiler. Her­hangi bir makamı veya beldeyi benimseyip hizmet yapanlar azınlıkta kaldı.

Rüşvet ve suistimal yay­gınlığının temel nedeni budur. Ama gene de yüzlerce yıl bo­yunca ülkeyi bunlarla müca­dele eden dürüst bürokratlar ayakta tuttu. Reform yanlıla­rının girişimlerinin zayıf kal­ması nedeniyle onları eleştir­mek doğru değildir, çünkü çok büyük bedeller ödediler ve ar­kalarında onları destekleyecek üretici kesimler yoktu. Burada bürokrasinin ikili yapısını iyi anlamak, iyilerin ve kötülerin birlikte varlığını görmek ve ço­ğu zaman umutsuzca giriştik­leri çabaları takdir ve teslim et­mek gerekir. Onlar olmasaydı, Osmanlı atalarımız çok önce tarihten silinirdi; ama binbir güçlükle ayakta tuttukları sis­temin çürümesini engelleyecek güçleri de yoktu.