Selçuklular tarih yazdı, Osmanlılar okumaktan aciz miydi?
Her dönem, kendi siyasetini tarihselleştirir. Günümüzde cumhuriyet dönemini eleştirmek için “90 yıllık reklam arası”, “zulüm 1923’te başladı” veya “ecdâd tarih yazdı, evlad okumaktan aciz” diyenler, Osmanlılar’ın Selçuklular’la ilgili olumlu-olumsuz yaklaşımlarını ya bilmiyor ya da görmezden geliyor. Elzem hatırlatmalar…
Subhatü’l-Ahbâr’da
Osmanlı şeceresi
Nuh oğlu Yafes evladından (solda)
Kızıl Boğa, Kaya Alp, (sağda)
Süleyman, Ertuğrul, Osman. Çizen:
Hüseyin İstanbulî, 17. yy (Avusturya
Millî Kütüphanesi). Selçuklular’ın
simgesi kartal (karşı sayfada) ve
Orhan Bey’in tuğrasının stilize
edilmiş görüntüleri.
İnsanın ne bildiği, neler hakkında malumat edindiği ve bildiklerinden hangilerini, nasıl bir üslupla ve kimlerle paylaştığı, bilinçaltındaki kavrayış membaını gün yüzüne çıkarır. Cumhuriyetin ilk yıllarında inkılâpçı kadronun “ecdâd” hakkındaki malumat repertuvarı, yeniyi inşa etmenin inkârcı doğası ve harabeyi temizleme yükümlüğünden, pek de sıcak hatıralar barındırmıyordu. Mustafa Kemal Nutuk’ta, “…Varisi olduğumuz Osmanlı Devleti’nin dünya nazarında hiçbir kıymeti kalmamıştır” derken, Osmanlılar’ın kendileri için selef, yani tarihsel ecdâd konumunda olduğunu pekala kabul ediyordu.
Bundan sonra, olumlu ve olumsuz yönde üretilmiş bir “ecdâd malumatı” sürekli tedavülde kaldı. Osmanlılar’ın Türk tarihindeki yeri yeni bir hiyerarşiye tâbi tutuldu. Hilafetin ilgası, Osmanlı hanedanının yurtdışına çıkarılması, harf inkılâbı ve Osmanlılardan kalan kültür mirasına yaklaşım biçimleri, bugüne “redd-i miras” tartışmalarıyla beraber romantik bir yakınma da bıraktı: “Ecdâd tarih yazdı, evlâd okumaktan âciz!” Buradaki ecdâddan kasıt, apaçık Türk tarihinin zirvesini temsil eden Osmanlılardı. Peki ya Osmanlılar, öncelleri olmaları hasebiyle ecdâdları sayılan Selçuklular hakkında ne biliyor, neler düşünüyordu?
Ecdâdın tarih sınavı
Cumhuriyet ideolojisinin Osmanlı İmparatorluğu hakkındaki yaklaşımlarını en iyi yansıtan söylemler, hengâmeli geçiş dönemi hakkında üretilen malumatta saklıdır. Bir öncekini kendisine bağlarken kurduğu anlatı, cumhuriyette olduğu kadar Osmanlı döneminde de bilinç yapısının en iyi şekilde ortaya çıkaran ipuçları içerir.
Osmanlı kuruluş tarihinin dip kaynağı, Orhan Gazi İmamı Oğlu Yahşi Fakih’in bugün kayıp olan Menakıbnâme’si, Âşıkpaşazâde’nin (öl. 1484) bir tesadüf üzere Fakih’e konuk olup kitaptan kendi eseri için faydalanması sayesinde günümüze kısmen ulaşır. Bu ilk kaynağın Selçuklu tarih bilgisi sınandığında, ecdâdın ced malumatı hakkında pek parlak sayılabilecek bir görüntü ortaya çıkmaz. Oysaki bir 17. yüzyıl tarihçisi ve musikişinası Solakzâde, kendinden sonraki pek çok müverrihe kaynaklık eden Âşıkpaşazâde için “tarihçilerin şeyhi” demiştir.
Âşıkpaşazâde’nin Tevârîh-i Âl-i Osman (Osmanlı Hanedanı Tarihi) adlı eserindeki en büyük yanılgısı -belki de kasıtlı olarak-, Ertuğrul Gazi ve babası Süleyman Şah’ın Anadolu’ya Sultan I. Alaeddin Keykubad’dan (1220-1237) önce geldiğini söylemesidir. Ertuğrul, Rûm’a gelip padişah olan Alaeddin’in şanını duyunca ona katılma kararı alır. Onu kaynak alan Oruç Bey’e göre de Alaeddin, Cengiz ordularının İran’ı mahvetmesinden sonra kopup gelmiş ve 1228-29’da sultan olmuştur. Anlaşılan, bu iki müverrihin Anadolu Selçukluları’nın kurucuları olan ecdâddan haberleri yoktur veya en iyi ihtimalle olayları hızlıca özetleme istekleri onlara hata yaptırmış olmalıdır.
Âşıkpaşazâde’de kronolojide tepetakladır: Osman Gazi’nin Karacahisar fethi için 1288-89 yıllarını verirken, 1237’de ölen I. Alaeddin Keykubad’ın bu savaşta onunla beraber olduğunu, Tatar akını gelince kuşatmayı Osman’a ısmarlayıp düşman üzerine gittiğini söyler.
Devrin göz tanığı İbn-i Bibî’ye göre, Alaeddin Keykubad Moğollarla “il olmuş”, Ögeday’la saldırmazlık anlaşması yapmıştı. Buna rağmen Cormagon Noyan kumandasındaki bir akıncı müfrezesi, aniden Sivas’a kadar vurup geldi. Alaeddin, başkomutanı Kemaleddin Kamyar’ı düşmana karşı gönderdiyse de çapulcuları yakalayamadılar (Selçuknâme). Moğollar ile Alaeddin Keykubad arasında gerilime sebebiyet veren tek olay işte buydu.
Buna rağmen Âşıkpaşazâde, “Tatar’ı şöyle kırdılar kim bî-hadd-i kıyâs [benzeri yoktur]” der. “Ammâ ekserini de tutup hayalarını kesdiler, derisin birbirine dikdiler, sayvanlar [gölgelikler] yapdılar ad-ıçun. Şimdiki hinde [çağda] dahi ol yazınun [ovanın] adına Taşak Yazısı derler”. Şükrullah (öl. 1464) ve Neşrî (öl. 1520) hikâyeye kronolojik olarak uymayan Osman yerine Ertuğrul’u yerleştirir. İbn Bibî’ye bakılacak olursa, bu Tatar bahsi Osmanlı müverrihleri arasında söylenegelen bir şaka olmalıdır.
Halil İnalcık, Suriyeli İbn Nazif kroniği ve yerli kitabelere dayanarak Ertuğrul Gazi ve Alaeddin Keykubad’a birarada yer veren Karacahisar kuşatması anlatısının, 1225-1231 arasında vuku bulmuş “tarihî bir gerçeğin belirsiz bir hatırası olabileceğini” söyler (“Osman Beg”, Kuruluş). Ezcümle, Alaeddin Tatarlar’la savaşmamıştır. Neşrî’ye nazaran söylemek gerekirse; “Osman Gazi, Sultan Alaeddin Keykubad b. Keyhusrev-i evvel’e yitişdi sanılur amma yitişmedi” (Cihannümâ). II. Murad’ın isteğiyle mufassal bir Selçuknâme kaleme alan Yazıcızâde Âli ve II. Bayezid’in isteğiyle Farsça bir Osmanlı tarihi yazan İdris-i Bitlisî, geniş ced malumatlarıyla ecdâdın yüz akları arasında sayılmayı hak eder.
Yaptığı seyahatler hakkında, bazen hiç akla mantığa sığmasa bile renkli efsaneler anlatan Evliya Çelebi’nin (öl. 1684), Selçuklu tarihi hakkında yazdıkları o kadar da iç açıcı değildir. Ona göre, Alaeddin kendisine katılan Ertuğrul’un yardımıyla; Malatya, Kayseri, Niğde, Alanya, Antakya “ve daha niçe yüz şehirleri fethedüp”, Ertuğrul ta Üsküdar’a kadar akınlar yapıp zaferler ve bol ganimetle dönmüştür (Seyahatnâme, c. III).
Alaeddin Keykubad, 1203-1204’te oğlu Gıyaseddin tarafından zehirlenmiş (gerçekte 1237); Alaeddin’in askerleri Gıyaseddin’i öç için öldürmüş; Alaeddin’in toplam hükmü 26 yıl sürmüştür. Böylece Selçuk hanedanı yıkılmış (aslında altı sultan daha var), âyanlar onun yerine Ertuğrul’u Karaman’a bey seçmiş. Ertuğrul, Söğüt kuşatmasında şehit olunca yerini Osman’a bırakmış.
Selçukluların devamı olma iddiası
Neyse ki Evliya Çelebi nüktedan bir seyyahtı, iddialı bir tarihçi değil. Onun bahislerinde görülen Ertuğrul Gazi, herhâlde Battal Gazi’nin ve Afşin Bey gibi eski Selçuk akıncılarının bir karışımıdır. Evliya Çelebi’nin zihnindeki Selçuklu ecdâd imgesi, -her olayı onun devrine mâl ettiğinden- Sultan Alaeddin’den ibaret gibi görünmektedir. Bu durum, bugün ecdâd denilince akla ilk gelen isimlerin başında II. Abdülhamid’in yer almasına benzer. Öyle ki kendisinden önce yapılanlar dahi onunla anılmaktadır.
Türkmenler arasında bir hükümdar olarak kabul görebilmek için iki şey gerekiyordu: 1. Soyu Oğuz Han’a varmak ve mümkünse Oğuz’un “en seçkin” boyundan olmak (1243 Kösedağ zaferinden sonra Moğollar’ın 1318’e kadar Selçuklu hanedanını yerinde bırakması bundandır). 2. Hâkimiyeti bir önceki erkten “meşru” bir biçimde devralmak.
Soylu olmak, Türk hakanları arasında öylesine önemliydi ki Fars kökenli Nizamülmülk bile Siyasetnâme’ye başlarken hizmetinde bulunduğu Selçuklu Sultanı Melikşah için “…babadan babaya, ta büyük Efrâsiyâb’a [Alp Er Tonga?] kadar çıkan iki büyük soydan gelen…” deme gereği duymuştur. Şair Ahmedî (öl. 1412-13), Alaeddin’in bir gaza başlattığını anlatır ve ona katılanların soyunu şöyle nazmeder: “Leşkerini cem’ edüp girdi yola/ Gündüz Alp, Ertuğrul anunla bile/ Dahı Gök Alp u Oğuzdan çok kişi/ Olmış idi ol yolda anun yoldaşı” (Dâstân).
Osmanlı müverrihlerinin hemen tümü, Osmanlıların Oğuz soyundan olduğu iddiasında birleşir. Yazıcızâde, Âşıkpaşazâde, Oruç, Neşrî, Lütfi Paşa (öl. 1563), Hoca Sadeddin (öl. 1599) ve Solakzâde (öl. 1658), Osmanlı soyağacını Oğuz Han b. Kara Han’dan Yafes b. Nuh’a çıkarırlar. Oxford Anonimi (15. yy) ile İdris-i Bitlisî ve Müneccimbaşı (öl. 1702) ise şecereyi yine Oğuz Han üzerinden önce Iys b. İshak b. İbrahim Peygamber’e oradan da Sam b. Nuh’a ulaştırırlar. Hatta İdris-i Bitlisî –bir ihtiraz da koymakla beraber- Kayı Han’ın Iys b. İshak’ın ta kendisi olduğunu söyler (Heşt Behişt).
Farklı olarak Enverî (15. yy.), Düsturnâme’sinde Oğuz’un evlatlarına seyidlerle ve Selçuklularla evlilik yaptırır; Ertuğrul’un dedesine Kaya Alp yerine Müslüman İlhanlı hükümdarı Gazan’ın ismini kor ve en “emniyetli” soy kütüğünü üretmiş olur. Mevcut en erken yazılı kaynak olan Dâstân’da Ertuğrul’un baba adı Gündüz Alp olarak anlaşılsa da, sonrakilerin bu isme Süleyman Şah demesi, herhâlde Anadolu Selçuklularının kurucusu Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ı çağrıştıran bir telmih yapma çabasıdır. Evliya Çelebi’ye göre Osman, Edebali’nin seyid kökenli eşinden olma kızını alır ve Orhan Gazi’den sonra ana tarafından seyid bir Osmanlı hanedanı ortaya çıkar.
Bu oldukça geç soyağaçlarının çizilmesinde, 1402 Timur darbesinden sonra sarsılan meşruiyeti yeniden tahkim etme ihtiyacının etkili olduğu düşünülebilir. Gerçekten de Timur, Anadolu’da Osmanlı soyunu küçümseyen, halkın kendi aslından olduğunu iddia eden bazı savlar öne sürmüştü. Ancak yine de içerisinde kadim toplumsal kodları barındıran bu şecereler için tamamen “icat” ya da “ihya” demek zor görünüyor.
Türkmenler arasında hüküm sürmek için hâkimiyeti meşru bir biçimde devralmak gereği, biraz da Türk devlet idealindeki “devletin biricikliği” anlayışından kaynaklanır. Neşrî, Selçuklu tarihini anlatmaya başlarken, “… Saltanat-ı Türk Han, selâtîn-i Selçukiyye’ye intikal itdi” demekle bu zihniyeti ortaya koyar. Kemalpaşazâde (öl. 1534), Osman Gazi’nin Selçuklu hanedanı dağılınca “sultân-ı âlîşân olup emir iken hân olduğunu” söyler ki, durumun bir hanedan değişiminden ibaret olduğu kanısını uyandırır (Tevârîh). Evliya Çelebi, “Bu mahalde Moğol hânlarından Ebu Sa’îd Hân’ın ve Âl-i Selçukiyân’ın devletleri inkıraz bulup [yıkılıp] devlet Âl-i Akçakoyunlu’da karâr edüp…” derken aynı telakkiyi mahallileştirir.
Osmanlı kroniklerinde devlet erkinin yasal aktarımı, Selçuklu sultanından uc beyleri Osmanlılara gönderilen at, sancak, tuğ, davul, kılıç, hil’at gibi bazı özerk hâkimiyet alâmetleriyle simgelenir. Selçuklular, Osmanlılar’ı daima himaye eder; Osmanlılar da ecdâda koşulsuz bir bağlılık gösterir. Oruç’a göre Peygamber sancağı Alaeddin tarafından Osman’a teslim edilir; Neşrî Osman’a III. Alaeddin eliyle kılıç kuşatıp onu vâris kıldırır; Bitlisî ve Lütfi Paşa, III. Alaeddin’in Osman’ın rehberi ve öncüsü olduğunu söyler; Âşıkpaşazâde’de Sultan Alaeddin Osman’ı ve neslini över.
Osmanlıların Selçuklularla tanışıklığı en çok tekrarlanan rivayete göre, Ertuğrul Gazi’nin I. Alaeddin Keykubad’ı Moğollar karşısındaki bir savaşında yenilgiden kurtarmasıyla başlar. İbn-i Bibî başta olmak üzere devrin tarihçilerinin hiç bahsetmediği bu savaş, Osmanlılar için hâkimiyet aktarımının hakedilmişliğini tarihlemektedir. II. Bayezid’in emriyle Türkçe bir Tevârîh yazan Kanunî döneminin Şeyhülislamı Kemalpaşazâde, bu olayı anlatırken Ertuğrul’un tereddüde düşen alplarına şöyle hitap ettiğini bildirir: “…Hilâf-ı cinsin [başka bir ırkın] galebesine rızâ, muktezâ-yı gayret değildir [yiğitliğe sığmaz]”. Bu söz, mezkûr olay hiç yaşanmamış dahi olsa Osmanlı düşünce evreninde Selçuklu-Osmanlı soy bağının tuttuğu yeri göstermesi bakımından önemlidir. Nitekim Evliya Çelebi de Selçuklular ve Osmanlılar arasında; “[Akkoyunlular] dahı Mâverâu’n-nehr’den Âl-i Selçukıyân ve Âl-i Dânişmendiyân ile gelüp emmizâdelerdür ve Âl-i Osmâniyân bunlardandır” diyerek akrabalık kurar.
Bütün bu soy yakınlığı ve ecdâddan görülen sayısız ihsan, elbette karşılık olarak sarsılmaz bir itaati gerektirirdi. Bu yüzden anlatılarda, Ertuğrul Gazi Alaeddin Keykubad’ın elini öpüyor, Osman Gazi sikkeyi III. Alaeddin adına kestiriyor, hutbeyi de onun adına okutuyordu; bunları kendi adına yapmak “Gazi/Bey/Hân” sıfatlarından “Sultanlık”a terfi etmek demekti (müstesna olarak Âşıkpaşazâde, Hadidî ve Müneccimbaşı Ahmed’de bu durum, son Selçuklu sultanı henüz hayattayken gerçekleşir). Neşrî’nin anlatısında ecdâda bağlılık son Selçuklu sultanı ölene değin sürer. Müneccimbaşı, Osman’ın diğer uc beyleri gibi Selçuklu ile değil de kâfirlerle uğraşıyor olmasından III. Alaeddin’in pek memnun olduğunu ve sırf bu yüzden onu ucların genel komutanı ilân ettiğini söyler (Sahâifü’l Ahbâr).
Semavi Eyice, 19. yüzyılın ilk yarısında Anadolu’da araştırmalar yapan Fransız seyyah Charles Texier’den yaptığı nakilde, Selçuklular’dan gönderilen davul ve tespihin 1804’deki bir yangında kül oluncaya kadar Osman Gazi türbesinde korunduğunu ortaya koyar (Osman ve Orhan Gazi Türbeleri, Vakıflar, 1962). Bu bilgi, Osmanlıların “ecdâda sadakat” anlatısındaki içtenliğini güçlendirebilir.
Selçukludan ayrılış:
Üstünlük anlatısı Yuvadan uçma vakti. Artık ayakları üzerinde duran bir tarih inşa edilmiştir ve Osmanlılar soy ve hâkimiyet aktarımı konusunda tezlerini sağlamlaştırmıştır. Tomurcuğun çatlama mevsimidir.
Osmanlılar kendilerini ecdâda bu kadar bağlarken onların bir uzantısından ibaret gibi görünmek de istemiyorlardı. Elbette devletlerinin bir köşesine “miras değil, alın teri” yazacak değillerdi ama, Osmanlı kimliğini Selçuklular dahil herkesin üzerinde gösteren söylemler üretmek ve bazen de öncellerini olumsuzlamak zorunda hissediyorlardı.
Selçuklulara bağlanma iddiasında olduğu kadar onlardan ayrılma da soy mukayesesiyle başlıyordu. 15. yüzyılda Doğu Anadolu’da yazıya geçirildiği sanılan Dede Korkut Kitabı’na göre Resul aleyhisselam zamanına yakın yaşamış bir bilge kişi olan Korkut Ata, “Ahır zamanda hanlık girü Kayı’ya değe, kimsene ellerinden almaya, ahır zaman olup kıyamat kopınça” demiştir. Eklenir ki: “Bu didügi Osman neslidir, işde sürilüp gide yorır”.
Çevresinde Oğuz ve Cengiz soylu pekçok rakip bulunan Osmanlılar için bir iç hiyerarşi de temellendirilmeyi bekliyordu; siyaseten Türkleşmiş bir Anadolu’da Oğuz Han’dan olmak pek de büyük bir ayrıcalık sayılmazdı. Bunun içindir ki Yazıcızâde eserini sunduğu II. Murad’ın “eşref-i Âl-i Osman’dan” olduğunu belirttikten hemen sonra, “pâdişahlığa ensab [soyca bağlı] ve elyakdur [layıktır]” der: “Oğuz’un kalan hanları uruğından belki Cingiz hanları uruğından dahı mecmu’ından [hepsinden] ulu asl ve ulu sünğüktür, şer’ ile dahı ‘örf ile dahı. Türk hanları dahı kapusına gelüp selâm virmege ve hizmet itmeğe lâyıkdur…” (Selçuknâme). Ve “dirilen” uc beyleri, huzurunda toplandıkları Osman Bey’e şöyle demiştir: “Kayı Hân hôd mecmû’-ı [bütün] Oğuz boylarınun Oğuz’dan sonra ağaları ve hânlarıydı. Ve Gün Hân’un vasiyyeti ve Oğuz töresi mûcebince [gereğince] hânlık ve pâdişâhlık Kayı soyı var-iken özge [başka] boy hânlarınun soyına hânlık ve pâdişâhlık degmez!”. Kanunî’nin veziriazamı Lütfi Paşa da, Tevârîh’inde bu kısmı Yazıcızâde’den iktibas eder.
Resmî tarihin
bir temsilcisi
II. Bayezid ve Kanunî’nin
emirleriyle on ciltlik bir
Osmanlı Hanedanı Tarihi
kaleme alan Şeyhülislam
Kemalpaşazâde, döneminin
resmî tarih görüşünü
temsil eden en önemli
isimlerdendi (Âşık Çelebi,
Tezkire, Millet Ktp.).
Yazıcızâde bundan sonra, Dede Korkut’un Kayı kehanetini alıntılayarak tezini berkitir. Eserinin giriş kısmında Oğuz boylarının damgalarını sıralarken bir hiyerarşi inşa eder: Kayı boyunun damgasını en üste, “devri geçmiş” Selçuklu Hanedanının mensup olduğu Kınık boyunun damgasını ise en alta koyar. Oysa Selçukluların Malazgirt zaferini izleyen satvet çağlarında Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılıp Abbasî halifesine sunulan (1077) Dîvân-ı Lügâti’t-Türk’te farklı bir sıralama vardır. Kınık damgası en üstte, Kayı damgası onun bir altında yer alır. Bu durum, siyasî kimliğin temellendirilmesinde yararlanılan –ve bazen de yeni baştan yaratılan- tarihin konjonktürden hiç de azade kalamadığını bize gösterir.
Kazasker İdris-i Bitlisî’nin yazdıklarında, Selçuklu soyunun bir Osmanlı tarafından nasıl tanındığı açığa çıkar: “Selçukluların bütün yüce sultanları, Efrâsiyab’ın evlâdı olan Selçuk’un çocukları ve torunlarıdır. Türkler arasında Selçukluların kabilesine Kınık derler”. Biraz ileride ise şöyle devam eder: “Beyler, Kayıhan dilâverlerinden Osman’ı kayserlik mansıbına ve serverlik mesnedine lâyık görmüşlerdir, zira Oğuz Han’dan sonra cümle aşiret ve tâbiler arasında hanlık ve şahlık makamı, saltanat ve mutluluk mertebesi evvela Kayıhan’ın soyuna tahsis edilmiştir.
İki hanedan arasındaki soy-sop mukayesesi, içinde açık bir ret taşır. Bunun iyi bir örneğini yine Bitlisî’den okuruz: “…Âl-i Selçuk devletinin göçmesinden sonra yaratıcının gizli olan lutfuyla, Selçuklu hanedanın gaddarlığı ve vefasızlığından dolayı onların mülkü, bu dindar mülklü padişahlara [Osmanlılara] ulaştı. Rûm küfür beldelerinin fetihleri ve memleketin genişliği, bu hanedan zamanında Selçukluların zamanına göre iki kat daha arttı”.
16. yüzyılda bir Selçuknâme kaleme alan Ahmed b. Mahmud, kitabının sonunda Selçuklu tarihini Osmanlılara bağlarken tarihî devamlılık anlayışına sahip olduğunu göstermekle beraber, mukayese yapmaktan kendini alamaz: “Tarihlere baktım ve bakanlarca da bilinmektedir ki bunların [Osmanlıların] zamanındaki nizam ve intizam, adalet ve doğruluk (…) geçmiş padişahlar zamanında olmamıştır…”
Osmanlı tarihyazımı ve Hünernâme
Osmanlı tarihine odaklanan ilk Türkçe tarihler II. Murad’ın emriyle yazılmaya başlanmıştı. Hükümdar, Timur döneminin sarsıntılarını gidermek için Selçuklularla olan bağlantılarını ve Kayı soyunun “üstünlüğünü” ortaya koyma ihtiyacı hissetmişti (Hünernâme, Topkapı Sarayı).
Yazıcızâde’nin eserinde Osman Bey’in huzurundaki Türk beyleri Selçukluların biletini keserler: “…Şimden-girü Selçuk sultânlarından bize çâre ve meded yokdur, memleketün çoğı ellerinden çıkdı, Tatar üzerlerine geregi gibi müstevlî oldı…”
Âşıkpaşazâde, bizzat Osman Gazi’yi konuşturarak Selçukluları tarihe uğurlar. Dursun Fakih Karacahisar’da Cuma namazı kılınması ve kadı tayini hususunda Osman Gazi’ye “Hânum, bu işe Sultandan [Selçuklu] izin ve icâzet gerekdür” uyarısında bulununca Osman Gazi, bağımsızlık bildirisi hükmündeki şu sözleri söyler: “Bu şehri ben höd [de] kendi kılıcım-ıla aldum. Sultanun bunda ne dahlı var kim andan izin alam? Ana sultanlık viren Tanrı bana gazâ-y-ıla hanlık virdi. Ve eger minneti şol sancag-ısa ben höd dahi sancak götürüp küffâr-ıla ugraşdum. Ve eger ol ‘Ben Âl-i Selçuk neslindenem’ dirse ben höd Gök Alp oglıyın dirin. Ve eger ‘Bu vilâyette ben anlardan öndin geldüm dirse, benüm dedem Süleyman Şâh höd andan evvel gelip turur”. Bundan sonra halk rıza göstermiş, Dursun Fakih de bir bağımsızlık alâmeti olan hutbeyi Osman Gazi adına okumuştur. Neşrî’de Osman, “Hiçbir melike ihtiyaç göstermeyeyim” diyerek bağımsızlık özlemini dile getirmiştir.
Aynı zamanda bir Mevlevî şeyhi olan Müneccimbaşı, “ecdâdı red faaliyeti”ni bir tarikat menkıbesi üzerinden yürütür. Buna göre devrin adı anılmayan Selçuklu hükümdarı bir Kalenderî şeyhine tâbi olmuştur. Ertuğrul Gazi yanında Osman’la Konya’ya Mevlanâ Celaleddin’i ziyarete gidince Mevlâna, Osman’ın elinden tutar: “Hoş şimdi hükümdar kendisine bir baba bulduysa, biz de kendimize bir oğul bulduk” der ve dua edip onu devletle müjdeler.
Osmanlıların Selçuklulara isyan etmeden kurulmuş olması, Osmanlı müverrihleri için bir başka övünç ve ayrıcalık sebebidir. Fakat bununla iftihar ederken Selçuklu ve diğer yakın dönem hanedanlarını eleştirmekten geri durmazlar. Çünkü “Osmanlıların esası diğer saltanatlar gibi mümin ülkelerine zorbalıkla olmayıp sadece gazâ ve cihadle olmuştur (Neşrî)”; “Gaznevîler efendileriyle ihtilâfla meşhur oldular. Selçukîler tuğyân ve zorbalıkla saltanat derecesine yükseldiler. İsyânda tasallubla [katılaşarak] ulu’l-emr olan sultânlarının üzerine huruç ettiler… (Kemalpaşazâde); “Osman Gâzi beglenmelü oldukta, mâdem ki Selçûkîler hâkimü’l-vakt [devrin hâkimi] idiler, beglenmedi (Lütfi Paşa)”.
18. yüzyıl başında Ahbâri’l-Hâfikayn’ı yazan ilk Osmanlı vakanüvisi (yani ilk maaşlı tarihçi) Mustafa Naîmâ (öl. 1716), “Osmanlı Devleti’nin Zuhuru Hakkında” başlığı altında Osman Gazi’den önceki ecdâd hakkında malûmat verme gereği duymaz. Herhâlde artık meşruiyet tartışmaları, Osmanlı hilâfetinin tartışmaya açılacağı günlere kadar yürürlükten kalkmıştır.
19. asra gelindiğinde Yeni Osmanlıların öncülerinden Namık Kemâl (öl. 1888) Evrâk-ı Perişân’ını yayımlıyor, İslâm-Haçlı karşıtlığı üzerinden anlatısını kurarken Tatar akınından ve Osmanlıların yurdundan olup Söğüt’e yerleşmesinden perdeyi açıyordu. Ona göre “Selçuklu Devleti harabelerinin enkazı üzerine kurulan muhtelif beyliklerde onun [Osmanlıların] parlak silâhı ve düşman kanıyla güçlenen böyle yüce bir soy ağacına mukavemet edecek bir güç” yoktu.
Mecelle yazarı Ahmed Cevdet Paşa (öl. 1895) ise Târîh’inde; “İşbu Devlet-i Aliyye gerçekten başlangıçta küçük bir hükûmet şeklinde idi” deyip devam ediyordu: “Diğer devletler gibi gelişmiş ileri bir topluluktan ortaya çıkmayıp hazır mülk ve uygarlık bulmuş bir devlet de değildi. Belki yeniden beldeler ve memleketler ele geçirerek, hayat sahasını genişleterek, kendi yüksek yerini bulmuş bir saltanat-ı seniyyedir”.
Mirasla zengin olmuş birinin malı kıymetsizleşeceğinden, her iki anlatıda da Osmanlılar ecdâddan “enkaz devralmış” görünmektedirler. Gerçekten de beylikler Anadolu’su siyasi ve ekonomik açıdan tam bir yıkıntıdan ibaretti. Ancak Selçukluların Orta Asya’dan getirdikleri kadim Türk gelenekleri, yakındoğu İslâm medeniyeti ve Roma tecrübesini ahenkle harmanlayarak yüzyıllar içerisinde oluşturdukları canlı kültür-medeniyet mirası, bu tahkiyelerde görmezden gelinmişe benzemektedir.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında üretilen “ecdâd malumatı”na yönelik eleştirilerin pek çoğu, “ecdâdın cedd malumatı” için de geçerliydi. Devletlerinin resmî tarih anlayışını temsil eden bazı Osmanlılar, tarihsel ataları Selçuklular hakkında gerçekten de yeterli bilgiye sahip değildi ve biraz olsun yakınma cümlelerinin öznesi olmayı onlar da hak ediyordu. Tarih, onların da zihin ve kalemlerinden –tıpkı bugün olduğu gibi- yaşadıkları günün geçmişle bazen sevgi dolu, bazense kavgacı bir diyalogu olarak belirdi. Elbette mevcut siyasi şartlardan bağımsız bir tarih düşünmeleri –sosyal birer varlık olmaları gereği- en az bizimki kadar imkânsızdı. Çünkü tarih değil, tarihin yaşanılan günde inşa edilen bir malumatlar manzumesi olduğu gerçeği tekerrür edip duruyor. n
En temel birincil kaynaklar:
Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk; Âşıkpaşazâde, Tevârih, haz. Yavuz-Saraç; Mehmed Neşrî, Cihânnümâ, haz. Unat-Köymen; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, c. III-IV tıpkıbasım, haz. Kahraman; Ahmedî, Dâstân-ı Tevârîh, haz. Atsız; İdris-i Bitlisî, Heşt Behişt, I. Ketibe, çev. Vural Genç (Master Tezi); Kemalpaşazâde, Tevârîh, I. Defter, haz. Ş. Turan, Yazıcızâde Ali, Selçuknâme, haz. Bakır; Ahmed b. Mahmud, Selçuknâme, c. II, haz. Merçil; Oruç Bey, Tevârih, haz. Atsız
ZİYARET-İ ERTUĞRUL HAN İBN (…) HAN
Evliya Çelebi’de Osmanlılar’ın başlangıcı
“Âl-i Osman’ın ulu atası Osman Gâzi’nin büyük babasıdır. Başta Mâhân diyarından hurûc edüp Âl-i Selçukıyan’dan Alâ’eddîn’e üç yüz nefer kimesne ile gelüp niçe büyük cenklerde bulunup bunların yüzünden niçe yüz yüzaklıkları olup Alâ’eddîn bunları boy beği edüp tabl-u sancak sâhibi olup, Bursa câniblerin geçüp tâ Kastamonu’ya varınca kılıç vurup Allah’ın emriyle ne tarafa yöneldiler ise muzaffer olup ganimet mallarıyla Alâ’eddîn Şah’a gelirdi.
Tanrı’nın hikmeti, Alâ’eddîn çocuksuz ölüp Selçuklular yıkılınca cümle Anadolu ileri gelenleri Ertuğrul Hân’ı halîfe seçip sikke ve hutbe sâhibi olmadan Lefke-Söğüt arasında bir büyük cenkte yaralanıp kendülerinin vasiyetiyle Osmâncık’ı diyâr-ı Yunan’a [Karaman’a] tabl-u âlem sâhibi beğ oldu, sene 699 [1299-1300] târîhinde idi. ‘Evvelâ Osman’ lafzı târîh düşülmüştür.
Bunların önce hilâfeti cum’a hutbesini ‘Osmân’ ismiyle Tursun Fakîh nâm kimesne okuyup peygamber soyundan Edebalı nâm azîzin şerefli yıldız kadar temiz kızını alup Orhân andan doğup anınçün Âl-i Osmân’ın vâlidesi tarafından peygamber soyundan Osman Beğ halîfe olunca pederi Ertuğrul Hân’ı bu Söğüt şehrinde defn edüp şehrin imâr edüp daha sonra Yıldırım Hân asrında Timur-ı bî-nûr bu Söğüt şehrin yağma ve harâb ve tâlân edüp hâlâ nurlu türbesi eyle bakımlı değildir…” [Kısmen sadeleştirilmiştir.]
‘ECDAD YADİGARLARI’NIN SONU
Selçuklu hanedanı kaderine terkedildi
İlhanlıların Anadolu Valisi Timurtaş (öl. 1328), Selçuklu hanedanını 1318’de ortadan kaldırmıştı. Müneccimbaşı Ahmed Dede’ye göre imha edilen hanedanın kurtulabilen bazı üyeleri dağlara kaçmış ve uc beylerine sığınmıştı. Karamanoğulları bunların birkaçını siyaseten kullanmak üzere yanlarında tutmuşlarsa da sonunda Selçuklulara ihanet ettiler. Oruç Bey de Cengizliler tarafından hanedanın memleketten çıkarıldığını belirtir. Bitlisî, Selçuklu ailesinden geriye kalanların bir ümidi kalmadığını söyler. Fakat hiçbiri, uc bölgesinde güvenli bir sığınak inşa etmiş Osmanlılar’ın bir Selçuklu şehzadesine sahip çıktığından söz etmez.
Eğer tarihin karanlık bir kuytusunda saklı bir istisna yoksa, Osmanlılar “ecdâd yadigârı” Selçuklu hanedanına sahip çıkmamış görünmektedir. Oysa II. İzzeddin Keykavus, Moğol tâbiiyetine karşı isyan edip yenildiğinde, Müslüman olan Altınorda Hanı Bereke onu önce Bizans’tan kurtarmış, sonra da ailesiyle birlikte Kırım/ Suğdak’ta huzur içinde yaşamasını temin etmişti (1264).
SELÇUKLU KÜLTÜR MİRASI
Alaeddin Köşkü’nü yağmalayan Osmanlılar
Konya’da, vaktiyle surların bir iç kale oluşturduğu Alaeddin Tepesi içerisinde, Anadolu Selçuklularının imparatorluk merkezi olan Alaeddin Köşkü bulunmaktaydı. Yapı esasen II. Kılıcarslan döneminde (1155- 1192) inşa edilmiş, bir deprem nedeniyle Alaeddin Keykubad tarafından yapılan tadilattan sonra onun adıyla anılmaya başlanmıştı.
Selçuklular yıkıldıktan sonra köşk Karamanoğullarına geçti. Şehrin 1468’de nihai olarak Osmanlılar’a ilhakıyla köşk beylerbeylik yerleşkesi oldu. 1474-1481 arasında sancak beyi olarak bölgeye gönderilen Sultan Cem’in hizmetine tahsis edildi. Fatih Sultan Mehmed ve III. Murad zamanlarında onarımdan geçirildi.
Matrakçı Nasuh (öl. 1564) Beyan-ı Menâzil’de iç kale içerisindeki köşkü Konya minyatürünün merkezinde tasvir eder. 1648’de Konya’yı gezen Evliya Çelebi, eserinde köşkün kısa bir tarihini –bu kez daha doğru olarak- anlattıktan sonra sanatlarını betimler.
Köşk 17. yüzyılda terk edildikten sonra, yapacakları inşaatlar için kolay yoldan taş temin etmek isteyen fırsatçıların hedefi hâline geldi. Zeki Atçeken’in incelediği Konya Şeriyye Sicil Defterleri, ecdâd yadigârı sarayın yağmalanma hikâyesini belgelemektedir (Sultan Alaeddin Sarayı…”, Vakıflar, XXIII, 1994). Bölgeye yollanan 1673 tarihli bir fermanda, kendi malıyla inşa edeceği hamamına köşkten taş almasına izin verilen bir kişi, hemen yakındaki Alaeddin Camii cemaatine ve tadilatına engel olduğu gerekçesiyle bu işten men edilmiştir. Bir başka fermanda, Konya’da hayır kurumları inşa ettirmek isteyen Şeyh Ahmed adında birinin mermer temininde zorlanması nedeniyle, köşk arazisinde yerin altında mermer arama isteğine, “suistimallere meydan verilmemesi şartıyla” izin verilmiştir. Takip eden bir üçüncü ferman, Vezir Musahip Paşa’nın Konya’daki hayratı için metruk köşkten yeter miktar taş alınmasına izin verir. 1676’da sarayın durumu resmî makamlarca tetkik edilmiştir. Şehrin ileri gelenleri ve halk, yapının bir harabeden ibaret olduğunu, yalnız bir miktar bozuk duvarı ve altı ayak üzerinde bir kubbesinin kaldığını söylemişlerdir. Bir önceki izin sonrası buradaki enkazdan 150 araba ve 2200 merkep yükü taş alındığı ve bunların 14.750 akçe değerinde olduğu anlaşılmıştır.
1836’da sarayı çevreleyen iç sur çöker. Charles Texier’nin 1882 tarihli gravüründe ve F. Sarre’nin yayımladığı 1896 tarihli bir fotoğrafta köşkten kalan son kısımlar görülebilmektedir. Yapının tamamen yok olması ise Uzluk’a göre 1905-1908 arası Konya valiliği yapan M. Cevat Bey’in marifetiyledir. Bazı şahıs ve kuruluşlar, kendisinden yapıdaki tahribatın önlenmesi konusunda yardım istemişlerse de Cevat Bey, binanın önemsiz bir yapı olduğunu söyleyip “Merak etmeyin, ben size 200 altın lirayla daha iyisini yaptırırım” deme gafletini göstermiştir (F.Sarre, Konya Köşkü, çev. Uzluk). Bugün köşk müştemilatından yalnız doğu duvarının bir parçası ayaktadır.
1. DÜNYA SAVAŞI
Ertuğrul’dan ilhamla Almanya’yı seçtik
İtilaf Devletleri donanmasının Çanakkale önlerinde yeni yeni görünmeye başladığı 1914 sonbaharında, Tasfir-i Efkâr gazetesi, Ertuğrul Gazi’ye referans vererek 1. Dünya Savaşı’nda tutulan safı meşrulaştırmaya çalışıyordu:
“Dikkat ve iman ile bakılınca, umumî harbin şu bizim de iştirâkımız ile başlayan yeni ve daha umumî faslında Osmanlı tarihine, Osmanlı mertliğine yaraşır ve aynı zamanda Osmanlı ikbâl ve itlâsına [yükselişine], Osmanlı tarafının muvaffak ve muzaffer çıkacağına delalet eyleyen ne latif ve dilruba [gönül alan] bir tecelli ve tetâbuk [uyum] var: Altı asrı mütecaviz [aşkın] bir zamandır bu yerlerde bin taklib [dönüşüm] ile payidar olan Osmanlı saltanatı hatırlardadır. Ertuğrul Bey aşiretinin muharebeye tutuşmuş iki taraftan daha sıkışık görünen tarafa yardım etmesiyle bütün mertlikten ibaret olan tarihinin ilk asırlarından nişâneler göstermiş idi. Ayaklarının tozu ile Selçuk Türkleri’nin haklarını temin ve ihkâkâ muavenet eden bu mert ve necip dedelerimiz sükût ile durmayıp da karar kıldıktan sonra dahi, hep hak ve hakikat uğrunda çarpışa çarpışa bu muazzam saltanat kâşânesini [malikânesini] kurdular ve onu nihayet İslâm’ın en metîn istinâdgâh [dayanak] ve muhafızı rütbesine çıkardılardı…”
Tasfir-i Efkâr: 4 Kasım 1914
Çanakkale Savaşı başlarında
çıkan bir haberde, Ertuğrul
Gazi örnek gösterilerek
savaşa Almanya tarafında
katılmanın “mertçe” olduğu
ima ediliyordu.
TARİHTEN ALINTILAR
Ata ve ecdadın ced yaklaşımları
“Bu şehri ben höd kendi kılıcım-ıla aldum. Sultanun bunda ne dahlı var kim andan izin alam? Ana sultanlık viren Tanrı bana gazâ-y-ıla hanlık virdi. Ve eger minneti şol sancag-ısa ben höd dahi sancak götürüp küffâr-ıla ugraşdum…” (Âşıkpaşazâde).
“Selçuklu hanedanın gaddarlığı ve vefasızlığından dolayı onların mülkü, bu dindar mülklü padişahlara [Osmanlılara] ulaştı…” (İdris-i Bitlisî).
“Selçukîler tuğyân ve zorbalıkla saltanat derecesine yükseldiler. İsyânda tasallubla ulu’l-emr olan sultânlarının üzerine huruç ettiler…” (Kemalpaşazâde).
“… Şimden girü Selçuk sultânlarından bize çâre ve meded yokdur, memleketün çoğı ellerinden çıkdı, Tatar üzerlerine geregi gibi müstevlî oldı…” (Yazıcızâde).
“Kayser-i Rum’un tahtına varis bir hanedandan gelen bugünkü halife ve sultanın hükümeti, esir olmamak isteyen bir milleti kendi eliyle bağlayarak düşmana teslim etmeye çalışıyordu’” (Nutuk, Mustafa Kemal, II, 575).
“…Selçuk Devletinin enkazı üzerinde kurulan Osmanlı Devleti de (…) sonuçta emsali gibi tarihin sinesine tevdi edildi” (Nutuk, Mustafa Kemal, II, 435).