Kasım
sayımız çıktı

Osmanlıların 600 yıllık reklam arası

Selçuklular tarih yazdı, Osmanlılar okumaktan aciz miydi?

Her dönem, kendi siyasetini tarihselleştirir. Günümüzde cumhuriyet dönemini eleştirmek için “90 yıllık reklam arası”, “zulüm 1923’te başladı” veya “ecdâd tarih yazdı, evlad okumaktan aciz” diyenler, Osmanlılar’ın Selçuklular’la ilgili olumlu-olumsuz yaklaşımlarını ya bilmiyor ya da görmezden geliyor. Elzem hatırlatmalar…

Subhatü’l-Ahbâr’da
Osmanlı şeceresi


Nuh oğlu Yafes evladından (solda)
Kızıl Boğa, Kaya Alp, (sağda)
Süleyman, Ertuğrul, Osman. Çizen:
Hüseyin İstanbulî, 17. yy (Avusturya
Millî Kütüphanesi). Selçuklular’ın
simgesi kartal (karşı sayfada) ve
Orhan Bey’in tuğrasının stilize
edilmiş görüntüleri.

İnsanın ne bildiği, neler hakkında malumat edindi­ği ve bildiklerinden hangi­lerini, nasıl bir üslupla ve kim­lerle paylaştığı, bilinçaltındaki kavrayış membaını gün yüzü­ne çıkarır. Cumhuriyetin ilk yıllarında inkılâpçı kadronun “ecdâd” hakkındaki malumat repertuvarı, yeniyi inşa etme­nin inkârcı doğası ve harabe­yi temizleme yükümlüğünden, pek de sıcak hatıralar barın­dırmıyordu. Mustafa Kemal Nutuk’ta, “…Varisi olduğumuz Osmanlı Devleti’nin dünya na­zarında hiçbir kıymeti kalma­mıştır” derken, Osmanlılar’ın kendileri için selef, yani tarih­sel ecdâd konumunda olduğu­nu pekala kabul ediyordu.

Bundan sonra, olumlu ve olumsuz yönde üretilmiş bir “ecdâd malumatı” sürekli te­davülde kaldı. Osmanlılar’ın Türk tarihindeki yeri yeni bir hiyerarşiye tâbi tutuldu. Hila­fetin ilgası, Osmanlı haneda­nının yurtdışına çıkarılması, harf inkılâbı ve Osmanlılardan kalan kültür mirasına yakla­şım biçimleri, bugüne “redd-i miras” tartışmalarıyla bera­ber romantik bir yakınma da bıraktı: “Ecdâd tarih yazdı, ev­lâd okumaktan âciz!” Burada­ki ecdâddan kasıt, apaçık Türk tarihinin zirvesini temsil eden Osmanlılardı. Peki ya Osman­lılar, öncelleri olmaları hase­biyle ecdâdları sayılan Selçuk­lular hakkında ne biliyor, neler düşünüyordu?

Ecdâdın tarih sınavı

Cumhuriyet ideolojisinin Os­manlı İmparatorluğu hak­kındaki yaklaşımlarını en iyi yansıtan söylemler, hengâme­li geçiş dönemi hakkında üre­tilen malumatta saklıdır. Bir öncekini kendisine bağlarken kurduğu anlatı, cumhuriyet­te olduğu kadar Osmanlı dö­neminde de bilinç yapısının en iyi şekilde ortaya çıkaran ipuçları içerir.

Osmanlı kuruluş tarihinin dip kaynağı, Orhan Gazi İma­mı Oğlu Yahşi Fakih’in bugün kayıp olan Menakıbnâme’si, Âşıkpaşazâde’nin (öl. 1484) bir tesadüf üzere Fakih’e ko­nuk olup kitaptan kendi ese­ri için faydalanması sayesin­de günümüze kısmen ulaşır. Bu ilk kaynağın Selçuklu tarih bilgisi sınandığında, ecdâdın ced malumatı hakkında pek parlak sayılabilecek bir görün­tü ortaya çıkmaz. Oysaki bir 17. yüzyıl tarihçisi ve musiki­şinası Solakzâde, kendinden sonraki pek çok müverrihe kaynaklık eden Âşıkpaşazâ­de için “tarihçilerin şeyhi” de­miştir.

Âşıkpaşazâde’nin Tevârîh-i Âl-i Osman (Osmanlı Hane­danı Tarihi) adlı eserindeki en büyük yanılgısı -belki de kasıtlı olarak-, Ertuğrul Gazi ve ba­bası Süleyman Şah’ın Anado­lu’ya Sultan I. Alaeddin Keyku­bad’dan (1220-1237) önce gel­diğini söylemesidir. Ertuğrul, Rûm’a gelip padişah olan Ala­eddin’in şanını duyunca ona katılma kararı alır. Onu kaynak alan Oruç Bey’e göre de Alaed­din, Cengiz ordularının İran’ı mahvetmesinden sonra kopup gelmiş ve 1228-29’da sultan ol­muştur. Anlaşılan, bu iki mü­verrihin Anadolu Selçuklula­rı’nın kurucuları olan ecdâd­dan haberleri yoktur veya en iyi ihtimalle olayları hızlıca özetleme istekleri onlara hata yaptırmış olmalıdır.

Âşıkpaşazâde’de kronolo­jide tepetakladır: Osman Ga­zi’nin Karacahisar fethi için 1288-89 yıllarını verirken, 1237’de ölen I. Alaeddin Key­kubad’ın bu savaşta onunla beraber olduğunu, Tatar akı­nı gelince kuşatmayı Osman’a ısmarlayıp düşman üzerine gittiğini söyler.

Devrin göz tanığı İbn-i Bibî’ye göre, Ala­eddin Keykubad Mo­ğollarla “il olmuş”, Ögeday’la saldır­mazlık anlaşma­sı yapmıştı. Buna rağmen Corma­gon Noyan ku­mandasındaki bir akıncı müf­rezesi, aniden Si­vas’a kadar vurup geldi. Alaeddin, başkomutanı Ke­maleddin Kamyar’ı düşmana karşı gön­derdiyse de çapulcuları yakalayamadılar (Selçuk­nâme). Moğollar ile Alaed­din Keykubad arasında geri­lime sebebiyet veren tek olay işte buydu.

Buna rağmen Âşıkpaşazâ­de, “Tatar’ı şöyle kırdılar kim bî-hadd-i kıyâs [benzeri yok­tur]” der. “Ammâ ekserini de tutup hayalarını kesdiler, de­risin birbirine dikdiler, say­vanlar [gölgelikler] yapdılar ad-ıçun. Şimdiki hinde [çağda] dahi ol yazınun [ovanın] adına Taşak Yazısı derler”. Şükrullah (öl. 1464) ve Neşrî (öl. 1520) hikâyeye kronolojik olarak uy­mayan Osman yerine Ertuğ­rul’u yerleştirir. İbn Bibî’ye ba­kılacak olursa, bu Tatar bahsi Osmanlı müverrihleri arasında söylenegelen bir şaka olmalı­dır.

Selçuklu kartalı: Tuğrul kuşu Bir Selçuklu çinisinde “es-Sultan” hitabıyla Selçuklu hükümdarı temsil ediliyor, çift başlı efsanevi tuğrul kuşu ile de bu devletin ebedîliğine vurgu yapılıyordu. 13. yy. – Orta Anadolu. (Konya Müze Müd.).

Halil İnalcık, Suriyeli İbn Nazif kroniği ve yerli kitabele­re dayanarak Ertuğrul Gazi ve Alaeddin Keykubad’a birarada yer veren Karacahisar kuşat­ması anlatısının, 1225-1231 arasında vuku bulmuş “tarihî bir gerçeğin belirsiz bir hatıra­sı ola­bileceğini” söyler (“Osman Beg”, Kuru­luş). Ezcümle, Alaeddin Tatar­lar’la savaşmamıştır. Neşrî’ye nazaran söylemek gerekirse; “Osman Gazi, Sultan Alaed­din Keykubad b. Keyhusrev-i evvel’e yitişdi sanılur amma yitişmedi” (Cihannümâ). II. Murad’ın isteğiyle mufassal bir Selçuknâme kaleme alan Ya­zıcızâde Âli ve II. Bayezid’in isteğiyle Farsça bir Osmanlı ta­rihi yazan İdris-i Bitlisî, geniş ced malumatlarıyla ecdâdın yüz akları arasında sayılmayı hak eder.

Yaptığı seyahatler hak­kında, bazen hiç akla mantığa sığmasa bile renkli efsaneler anlatan Evliya Çelebi’nin (öl. 1684), Selçuklu tarihi hakkın­da yazdıkları o kadar da iç açı­cı değildir. Ona göre, Alaeddin kendisine katılan Ertuğrul’un yardımıyla; Malatya, Kayseri, Niğde, Alanya, Antakya “ve da­ha niçe yüz şehirleri fethedüp”, Ertuğrul ta Üsküdar’a kadar akınlar yapıp zaferler ve bol ganimetle dönmüştür (Se­yahatnâme, c. III).

Alaeddin Keykubad, 1203-1204’te oğlu Gı­yaseddin tarafından zehirlenmiş (ger­çekte 1237); Alaed­din’in askerleri Gı­yaseddin’i öç için öldürmüş; Alaed­din’in toplam hük­mü 26 yıl sürmüş­tür. Böylece Selçuk hanedanı yıkılmış (aslında altı sultan daha var), âyanlar onun yerine Ertuğ­rul’u Karaman’a bey seçmiş. Ertuğrul, Söğüt kuşatmasında şehit olunca yerini Osman’a bırakmış.

Selçukluların devamı olma iddiası

Neyse ki Evliya Çelebi nük­tedan bir seyyahtı, iddialı bir tarihçi değil. Onun bahislerin­de görülen Ertuğrul Gazi, her­hâlde Battal Gazi’nin ve Afşin Bey gibi eski Selçuk akıncıla­rının bir karışımıdır. Evliya Çelebi’nin zihnindeki Selçuklu ecdâd imgesi, -her olayı onun devrine mâl ettiğinden- Sultan Alaeddin’den ibaret gibi gö­rünmektedir. Bu durum, bugün ecdâd denilince akla ilk gelen isimlerin başında II. Abdül­hamid’in yer almasına benzer. Öyle ki kendisinden önce ya­pılanlar dahi onunla anılmak­tadır.

Türkmenler arasında bir hükümdar olarak kabul göre­bilmek için iki şey gerekiyor­du: 1. Soyu Oğuz Han’a var­mak ve mümkünse Oğuz’un “en seçkin” boyundan olmak (1243 Kösedağ zaferinden sonra Moğollar’ın 1318’e kadar Selçuklu hanedanını yerin­de bırakması bundandır). 2. Hâkimiyeti bir önceki erk­ten “meşru” bir biçimde devralmak.

Soylu olmak, Türk hakanları arasında öylesine önemliy­di ki Fars kökenli Nizamülmülk bile Siyasetnâme’ye başlarken hiz­metinde bu­lunduğu Sel­çuklu Sulta­nı Melikşah için “…baba­dan babaya, ta büyük Efrâ­siyâb’a [Alp Er Tonga?] kadar çıkan iki büyük soydan gelen…” deme gereği duymuş­tur. Şair Ahmedî (öl. 1412-13), Alaeddin’in bir gaza başlattı­ğını anlatır ve ona katılanların soyunu şöyle nazmeder: “Leş­kerini cem’ edüp girdi yola/ Gündüz Alp, Ertuğrul anunla bile/ Dahı Gök Alp u Oğuzdan çok kişi/ Olmış idi ol yolda anun yoldaşı” (Dâstân).

Osman­lı müverrih­lerinin he­men tümü, Osmanlıların Oğuz soyundan oldu­ğu iddiasında birleşir. Yazı­cızâde, Âşıkpaşazâde, Oruç, Neşrî, Lütfi Paşa (öl. 1563), Hoca Sadeddin (öl. 1599) ve Solakzâde (öl. 1658), Osman­lı soyağacını Oğuz Han b. Kara Han’dan Yafes b. Nuh’a çıka­rırlar. Oxford Anonimi (15. yy) ile İdris-i Bitlisî ve Münec­cimbaşı (öl. 1702) ise şecere­yi yine Oğuz Han üzerinden önce Iys b. İshak b. İbrahim Peygamber’e oradan da Sam b. Nuh’a ulaştırırlar. Hatta İd­ris-i Bitlisî –bir ihtiraz da koy­makla beraber- Kayı Han’ın Iys b. İshak’ın ta kendisi oldu­ğunu söyler (Heşt Behişt).

Başka bir Selçuklu seramiğinde efsanevî tuğrul kuşu, 12-13. yy. – Suriye (Berlin Devlet Müzesi).

Farklı olarak Enverî (15. yy.), Düsturnâme’sinde Oğuz’un evlatlarına seyidlerle ve Selçuklularla evlilik yaptı­rır; Ertuğrul’un dedesine Kaya Alp yerine Müslüman İlhan­lı hükümdarı Gazan’ın ismini kor ve en “emniyetli” soy kü­tüğünü üretmiş olur. Mevcut en erken yazılı kaynak olan Dâstân’da Ertuğrul’un baba adı Gündüz Alp olarak anla­şılsa da, sonrakilerin bu isme Süleyman Şah demesi, her­hâlde Anadolu Selçukluları­nın kurucusu Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ı çağrıştıran bir telmih yapma çabasıdır. Evli­ya Çelebi’ye göre Osman, Ede­bali’nin seyid kökenli eşin­den olma kızını alır ve Orhan Gazi’den sonra ana tarafından seyid bir Osmanlı hanedanı ortaya çıkar.

Bu oldukça geç soyağaçla­rının çizilmesinde, 1402 Ti­mur darbesinden sonra sar­sılan meşruiyeti yeniden tah­kim etme ihtiyacının etkili olduğu düşünülebilir. Gerçek­ten de Timur, Anadolu’da Os­manlı soyunu küçümseyen, halkın kendi aslından oldu­ğunu iddia eden bazı savlar öne sürmüştü. Ancak yine de içerisinde kadim toplumsal kodları barındıran bu şecere­ler için tamamen “icat” ya da “ihya” demek zor görünüyor.

Türkmenler arasında hü­küm sürmek için hâkimiyeti meşru bir biçimde devral­mak gereği, biraz da Türk devlet idealindeki “devle­tin biricikliği” anlayışından kaynaklanır. Neşrî, Selçuk­lu tarihini anlatmaya başlar­ken, “… Saltanat-ı Türk Han, selâtîn-i Selçukiyye’ye inti­kal itdi” demekle bu zihniye­ti ortaya koyar. Kemalpaşazâ­de (öl. 1534), Osman Gazi’nin Selçuklu hanedanı dağılın­ca “sultân-ı âlîşân olup emir iken hân olduğunu” söyler ki, durumun bir hanedan değişi­minden ibaret olduğu kanısı­nı uyandırır (Tevârîh). Evliya Çelebi, “Bu mahalde Moğol hânlarından Ebu Sa’îd Hân’ın ve Âl-i Selçukiyân’ın devletle­ri inkıraz bulup [yıkılıp] dev­let Âl-i Akçakoyunlu’da karâr edüp…” derken aynı telakkiyi mahallileştirir.

Osmanlı kroniklerinde dev­let erkinin yasal aktarımı, Sel­çuklu sultanından uc beyleri Osmanlılara gönderilen at, san­cak, tuğ, davul, kılıç, hil’at gibi bazı özerk hâkimiyet alâmet­leriyle simgelenir. Selçuklu­lar, Osmanlılar’ı daima hima­ye eder; Osmanlılar da ecdâda koşulsuz bir bağlılık gösterir. Oruç’a göre Peygamber sanca­ğı Alaeddin tarafından Osman’a teslim edilir; Neşrî Osman’a III. Alaeddin eliyle kılıç kuşatıp onu vâris kıldırır; Bitlisî ve Lütfi Pa­şa, III. Alaeddin’in Osman’ın rehberi ve öncüsü olduğunu söyler; Âşıkpaşazâde’de Sultan Alaeddin Osman’ı ve neslini över.

Osmanlıların Selçuklular­la tanışıklığı en çok tekrarlanan rivayete göre, Ertuğrul Gazi’nin I. Alaeddin Keykubad’ı Moğol­lar karşısındaki bir savaşında yenilgiden kurtarmasıyla baş­lar. İbn-i Bibî başta olmak üzere devrin tarihçilerinin hiç bah­setmediği bu savaş, Osmanlılar için hâkimiyet aktarımının ha­kedilmişliğini tarihlemektedir. II. Bayezid’in emriyle Türkçe bir Tevârîh yazan Kanunî dö­neminin Şeyhülislamı Kemal­paşazâde, bu olayı anlatırken Ertuğrul’un tereddüde düşen alplarına şöyle hitap ettiğini bildirir: “…Hilâf-ı cinsin [başka bir ırkın] galebesine rızâ, muk­tezâ-yı gayret değildir [yiğitliğe sığmaz]”. Bu söz, mezkûr olay hiç yaşanmamış dahi olsa Os­manlı düşünce evreninde Sel­çuklu-Osmanlı soy bağının tut­tuğu yeri göstermesi bakımın­dan önemlidir. Nitekim Evliya Çelebi de Selçuklular ve Os­manlılar arasında; “[Akkoyun­lular] dahı Mâverâu’n-nehr’den Âl-i Selçukıyân ve Âl-i Dâniş­mendiyân ile gelüp emmizâde­lerdür ve Âl-i Osmâniyân bun­lardandır” diyerek akrabalık kurar.

Kayı damgalı Osmanlı tolgası 16. yüzyıla ait bir miğferde, Osmanlıların Kayı aidiyetlerini savaş gereçleri üzerine bile işledikleri görülüyor (Metropolitan Sanat Müzesi).

Bütün bu soy yakınlığı ve ecdâddan görülen sayısız ihsan, elbette karşılık olarak sarsılmaz bir itaati gerektirirdi. Bu yüz­den anlatılarda, Ertuğrul Ga­zi Alaeddin Keykubad’ın elini öpüyor, Osman Gazi sikkeyi III. Alaeddin adına kestiriyor, hut­beyi de onun adına okutuyor­du; bunları kendi adına yapmak “Gazi/Bey/Hân” sıfatlarından “Sultanlık”a terfi etmek demek­ti (müstesna olarak Âşıkpaşazâ­de, Hadidî ve Müneccimbaşı Ahmed’de bu durum, son Sel­çuklu sultanı henüz hayattay­ken gerçekleşir). Neşrî’nin anla­tısında ecdâda bağlılık son Sel­çuklu sultanı ölene değin sürer. Müneccimbaşı, Osman’ın diğer uc beyleri gibi Selçuklu ile değil de kâfirlerle uğraşıyor olmasın­dan III. Alaeddin’in pek mem­nun olduğunu ve sırf bu yüzden onu ucların genel komutanı ilân ettiğini söyler (Sahâifü’l Ahbâr).

Semavi Eyice, 19. yüzyılın ilk yarısında Anadolu’da araş­tırmalar yapan Fransız seyyah Charles Texier’den yaptığı na­kilde, Selçuklular’dan gönderi­len davul ve tespihin 1804’deki bir yangında kül oluncaya kadar Osman Gazi türbesinde korun­duğunu ortaya koyar (Osman ve Orhan Gazi Türbeleri, Vakıflar, 1962). Bu bilgi, Osmanlıların “ecdâda sadakat” anlatısındaki içtenliğini güçlendirebilir.

Selçukludan ayrılış:

Üstünlük anlatısı Yuvadan uçma vakti. Artık ayakları üzerinde duran bir ta­rih inşa edilmiştir ve Osman­lılar soy ve hâkimiyet aktarımı konusunda tezlerini sağlamlaş­tırmıştır. Tomurcuğun çatlama mevsimidir.

Osmanlılar kendilerini ec­dâda bu kadar bağlarken onla­rın bir uzantısından ibaret gibi görünmek de istemiyorlardı. El­bette devletlerinin bir köşesine “miras değil, alın teri” yazacak değillerdi ama, Osmanlı kim­liğini Selçuklular dahil herke­sin üzerinde gösteren söylemler üretmek ve bazen de öncellerini olumsuzlamak zorunda hissedi­yorlardı.

Selçuklulara bağlanma id­diasında olduğu kadar onlar­dan ayrılma da soy mukayese­siyle başlıyordu. 15. yüzyılda Doğu Anadolu’da yazıya geçi­rildiği sanılan Dede Korkut Ki­tabı’na göre Resul aleyhisse­lam zamanına yakın yaşamış bir bilge kişi olan Korkut Ata, “Ahır zamanda hanlık girü Ka­yı’ya değe, kimsene ellerinden almaya, ahır zaman olup kıya­mat kopınça” demiştir. Ekle­nir ki: “Bu didügi Osman nes­lidir, işde sürilüp gide yorır”.

Çevresinde Oğuz ve Cen­giz soylu pekçok rakip bulu­nan Osmanlılar için bir iç hi­yerarşi de temellendirilmeyi bekliyordu; siyaseten Türk­leşmiş bir Anadolu’da Oğuz Han’dan olmak pek de bü­yük bir ayrıcalık sayılmazdı. Bunun içindir ki Yazıcızâde eserini sunduğu II. Murad’ın “eşref-i Âl-i Osman’dan” oldu­ğunu belirttikten hemen son­ra, “pâdişahlığa ensab [soyca bağlı] ve elyakdur [layıktır]” der: “Oğuz’un kalan hanları uruğından belki Cingiz hanla­rı uruğından dahı mecmu’ın­dan [hepsinden] ulu asl ve ulu sünğüktür, şer’ ile dahı ‘örf ile dahı. Türk hanları dahı ka­pusına gelüp selâm virmege ve hizmet itmeğe lâyıkdur…” (Selçuknâme). Ve “dirilen” uc beyleri, huzurunda toplan­dıkları Osman Bey’e şöyle de­miştir: “Kayı Hân hôd mec­mû’-ı [bütün] Oğuz boylarınun Oğuz’dan sonra ağaları ve hân­larıydı. Ve Gün Hân’un vasiy­yeti ve Oğuz töresi mûcebince [gereğince] hânlık ve pâdişâh­lık Kayı soyı var-iken özge [başka] boy hânlarınun soyına hânlık ve pâdişâhlık degmez!”. Kanunî’nin veziriazamı Lütfi Paşa da, Tevârîh’inde bu kısmı Yazıcızâde’den iktibas eder.

Resmî tarihin
bir temsilcisi


II. Bayezid ve Kanunî’nin
emirleriyle on ciltlik bir
Osmanlı Hanedanı Tarihi
kaleme alan Şeyhülislam
Kemalpaşazâde, döneminin
resmî tarih görüşünü
temsil eden en önemli
isimlerdendi (Âşık Çelebi,
Tezkire, Millet Ktp.).

Yazıcızâde bundan sonra, Dede Korkut’un Kayı kehane­tini alıntılayarak tezini ber­kitir. Eserinin giriş kısmında Oğuz boylarının damgalarını sıralarken bir hiyerarşi inşa eder: Kayı boyunun damgası­nı en üste, “devri geçmiş” Sel­çuklu Hanedanının mensup olduğu Kınık boyunun dam­gasını ise en alta koyar. Oysa Selçukluların Malazgirt zafe­rini izleyen satvet çağların­da Kaşgarlı Mahmud tarafın­dan yazılıp Abbasî halifesine sunulan (1077) Dîvân-ı Lü­gâti’t-Türk’te farklı bir sıra­lama vardır. Kınık damgası en üstte, Kayı damgası onun bir altında yer alır. Bu durum, siyasî kimliğin temellendiril­mesinde yararlanılan –ve ba­zen de yeni baştan yaratılan- tarihin konjonktürden hiç de azade kalamadığını bize gös­terir.

Kazasker İdris-i Bitlisî’nin yazdıklarında, Selçuklu soyu­nun bir Osmanlı tarafından na­sıl tanındığı açığa çıkar: “Sel­çukluların bütün yüce sultan­ları, Efrâsiyab’ın evlâdı olan Selçuk’un çocukları ve torunla­rıdır. Türkler arasında Selçuk­luların kabilesine Kınık derler”. Biraz ileride ise şöyle devam eder: “Beyler, Kayıhan dilâverle­rinden Osman’ı kayserlik man­sıbına ve serverlik mesnedine lâyık görmüşlerdir, zira Oğuz Han’dan sonra cümle aşiret ve tâbiler arasında hanlık ve şahlık makamı, saltanat ve mutluluk mertebesi evvela Kayıhan’ın so­yuna tahsis edilmiştir.

İki hanedan arasındaki soy-sop mukayesesi, içinde açık bir ret taşır. Bunun iyi bir örneğini yine Bitlisî’den okuruz: “…Âl-i Selçuk devletinin göçmesinden sonra yaratıcının gizli olan lut­fuyla, Selçuklu hanedanın gad­darlığı ve vefasızlığından do­layı onların mülkü, bu dindar mülklü padişahlara [Osmanlı­lara] ulaştı. Rûm küfür belde­lerinin fetihleri ve memleketin genişliği, bu hanedan zamanın­da Selçukluların zamanına göre iki kat daha arttı”.

16. yüzyılda bir Selçuk­nâme kaleme alan Ahmed b. Mahmud, kitabının sonunda Selçuklu tarihini Osmanlıla­ra bağlarken tarihî devamlı­lık anlayışına sahip olduğunu göstermekle beraber, mukaye­se yapmaktan kendini alamaz: “Tarihlere baktım ve bakan­larca da bilinmektedir ki bun­ların [Osmanlıların] zamanın­daki nizam ve intizam, adalet ve doğruluk (…) geçmiş padi­şahlar zamanında olmamış­tır…”

Osmanlı tarihyazımı ve Hünernâme


Osmanlı tarihine odaklanan ilk Türkçe tarihler II. Murad’ın emriyle yazılmaya başlanmıştı. Hükümdar, Timur döneminin sarsıntılarını gidermek için Selçuklularla olan bağlantılarını ve Kayı soyunun “üstünlüğünü” ortaya koyma ihtiyacı hissetmişti (Hünernâme, Topkapı Sarayı).

Yazıcızâde’nin eserinde Osman Bey’in huzurundaki Türk beyleri Selçukluların bi­letini keserler: “…Şimden-gi­rü Selçuk sultânlarından bize çâre ve meded yokdur, mem­leketün çoğı ellerinden çıkdı, Tatar üzerlerine geregi gibi müstevlî oldı…”

Âşıkpaşazâde, bizzat Os­man Gazi’yi konuşturarak Selçukluları tarihe uğurlar. Dursun Fakih Karacahisar’da Cuma namazı kılınması ve kadı tayini hususunda Os­man Gazi’ye “Hânum, bu işe Sultandan [Selçuklu] izin ve icâzet gerekdür” uyarısında bulununca Osman Gazi, ba­ğımsızlık bildirisi hükmünde­ki şu sözleri söyler: “Bu şehri ben höd [de] kendi kılıcım-ı­la aldum. Sultanun bunda ne dahlı var kim andan izin alam? Ana sultanlık viren Tanrı ba­na gazâ-y-ıla hanlık virdi. Ve eger minneti şol sancag-ısa ben höd dahi sancak götürüp küffâr-ıla ugraşdum. Ve eger ol ‘Ben Âl-i Selçuk neslindenem’ dirse ben höd Gök Alp oglıyın dirin. Ve eger ‘Bu vilâyette ben anlardan öndin geldüm dirse, benüm dedem Süleyman Şâh höd andan evvel gelip turur”. Bundan sonra halk rıza göster­miş, Dursun Fakih de bir ba­ğımsızlık alâmeti olan hutbeyi Osman Gazi adına okumuştur. Neşrî’de Osman, “Hiçbir me­like ihtiyaç göstermeyeyim” diyerek bağımsızlık özlemini dile getirmiştir.

Osman Gazi ve aslan 16. yüzyılda çizilen bir Hünernâme minyatüründe Bağdat’tan getirilen bir aslanın padişahın çizmesini yalaması tasvir edilmekte.

Aynı zamanda bir Mevlevî şeyhi olan Müneccimbaşı, “ec­dâdı red faaliyeti”ni bir tarikat menkıbesi üzerinden yürütür. Buna göre devrin adı anılma­yan Selçuklu hükümdarı bir Kalenderî şeyhine tâbi olmuş­tur. Ertuğrul Gazi yanında Osman’la Konya’ya Mevlanâ Celaleddin’i ziyarete gidince Mevlâna, Osman’ın elinden tutar: “Hoş şimdi hükümdar kendisine bir baba bulduysa, biz de kendimize bir oğul bul­duk” der ve dua edip onu dev­letle müjdeler.

Osmanlıların Selçuklula­ra isyan etmeden kurulmuş olması, Osmanlı müverrihleri için bir başka övünç ve ayrı­calık sebebidir. Fakat bununla iftihar ederken Selçuklu ve di­ğer yakın dönem hanedanları­nı eleştirmekten geri durmaz­lar. Çünkü “Osmanlıların esası diğer saltanatlar gibi mümin ülkelerine zorbalıkla olma­yıp sadece gazâ ve cihadle ol­muştur (Neşrî)”; “Gaznevîler efendileriyle ihtilâfla meşhur oldular. Selçukîler tuğyân ve zorbalıkla saltanat derecesi­ne yükseldiler. İsyânda tasal­lubla [katılaşarak] ulu’l-emr olan sultânlarının üzerine huruç ettiler… (Kemalpaşazâ­de); “Osman Gâzi beglenmelü oldukta, mâdem ki Selçûkîler hâkimü’l-vakt [devrin hâki­mi] idiler, beglenmedi (Lütfi Paşa)”.

18. yüzyıl başında Ahbâ­ri’l-Hâfikayn’ı yazan ilk Os­manlı vakanüvisi (yani ilk ma­aşlı tarihçi) Mustafa Naîmâ (öl. 1716), “Osmanlı Devle­ti’nin Zuhuru Hakkında” baş­lığı altında Osman Gazi’den önceki ecdâd hakkında malû­mat verme gereği duymaz. Herhâlde artık meşruiyet tar­tışmaları, Osmanlı hilâfetinin tartışmaya açılacağı günlere kadar yürürlükten kalkmıştır.

19. asra gelindiğinde Ye­ni Osmanlıların öncülerinden Namık Kemâl (öl. 1888) Ev­râk-ı Perişân’ını yayımlıyor, İs­lâm-Haçlı karşıtlığı üzerinden anlatısını kurarken Tatar akı­nından ve Osmanlıların yur­dundan olup Söğüt’e yerleşme­sinden perdeyi açıyordu. Ona göre “Selçuklu Devleti harabe­lerinin enkazı üzerine kuru­lan muhtelif beyliklerde onun [Osmanlıların] parlak silâhı ve düşman kanıyla güçlenen böyle yüce bir soy ağacına mukave­met edecek bir güç” yoktu.

Damgalar arasında hiyerarşi Yazıcızâde Ali Selçuknâme’sinde damgaları gösteren ilk ve son sayfalar. Kaşgarlı Mahmud’a göre ikinci sırada yer alan Kınık boyunun damgası, II. Murad’ın yazdırdığı bu eserde son sırada görülüyor (Topkapı Sarayı).

Mecelle yazarı Ahmed Cevdet Paşa (öl. 1895) ise Târîh’inde; “İşbu Devlet-i Aliyye gerçekten başlangıç­ta küçük bir hükûmet şeklin­de idi” deyip devam ediyordu: “Diğer devletler gibi gelişmiş ileri bir topluluktan ortaya çıkmayıp hazır mülk ve uygar­lık bulmuş bir devlet de değil­di. Belki yeniden beldeler ve memleketler ele geçirerek, ha­yat sahasını genişleterek, ken­di yüksek yerini bulmuş bir saltanat-ı seniyyedir”.

Mirasla zengin olmuş bi­rinin malı kıymetsizleşece­ğinden, her iki anlatıda da Osmanlılar ecdâddan “en­kaz devralmış” görünmekte­dirler. Gerçekten de beylikler Anadolu’su siyasi ve ekono­mik açıdan tam bir yıkıntı­dan ibaretti. Ancak Selçuklu­ların Orta Asya’dan getirdik­leri kadim Türk gelenekleri, yakındoğu İslâm medeniyeti ve Roma tecrübesini ahenkle harmanlayarak yüzyıllar içeri­sinde oluşturdukları canlı kül­tür-medeniyet mirası, bu tah­kiyelerde görmezden gelinmi­şe benzemektedir.

Cumhuriyet’in ilk yılların­da üretilen “ecdâd maluma­tı”na yönelik eleştirilerin pek çoğu, “ecdâdın cedd maluma­tı” için de geçerliydi. Devlet­lerinin resmî tarih anlayışı­nı temsil eden bazı Osmanlı­lar, tarihsel ataları Selçuklular hakkında gerçekten de yeterli bilgiye sahip değildi ve biraz olsun yakınma cümlelerinin öznesi olmayı onlar da hak ediyordu. Tarih, onların da zi­hin ve kalemlerinden –tıpkı bugün olduğu gibi- yaşadıkla­rı günün geçmişle bazen sevgi dolu, bazense kavgacı bir di­yalogu olarak belirdi. Elbette mevcut siyasi şartlardan ba­ğımsız bir tarih düşünmele­ri –sosyal birer varlık olmala­rı gereği- en az bizimki kadar imkânsızdı. Çünkü tarih değil, tarihin yaşanılan günde inşa edilen bir malumatlar manzu­mesi olduğu gerçeği tekerrür edip duruyor. n

En temel birincil kaynaklar:

Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk; Âşıkpaşazâde, Tevârih, haz. Yavuz-Saraç; Mehmed Neşrî, Cihânnümâ, haz. Unat-Köymen; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, c. III-IV tıpkıbasım, haz. Kahraman; Ahmedî, Dâstân-ı Tevârîh, haz. Atsız; İdris-i Bitlisî, Heşt Behişt, I. Ketibe, çev. Vural Genç (Master Tezi); Kemalpaşazâde, Tevârîh, I. Defter, haz. Ş. Turan, Yazıcızâde Ali, Selçuknâme, haz. Bakır; Ahmed b. Mahmud, Selçuknâme, c. II, haz. Merçil; Oruç Bey, Tevârih, haz. Atsız

ZİYARET-İ ERTUĞRUL HAN İBN (…) HAN

Evliya Çelebi’de Osmanlılar’ın başlangıcı

“Âl-i Osman’ın ulu atası Osman Gâzi’nin büyük babasıdır. Baş­ta Mâhân diyarından hurûc edüp Âl-i Selçukıyan’dan Alâ’eddîn’e üç yüz nefer kimesne ile gelüp niçe büyük cenklerde bulunup bunların yüzünden niçe yüz yüzaklıkları olup Alâ’eddîn bunları boy beği edüp tabl-u sancak sâhibi olup, Bursa câniblerin geçüp tâ Kastamonu’ya varınca kılıç vurup Allah’ın emriyle ne tarafa yöneld­iler ise muzaffer olup ganimet mallarıyla Alâ’eddîn Şah’a gelirdi.

Tanrı’nın hikmeti, Alâ’eddîn çocuksuz ölüp Selçuklular yıkılın­ca cümle Anadolu ileri gelenleri Ertuğrul Hân’ı halîfe seçip sikke ve hutbe sâhibi olmadan Lefke-Sö­ğüt arasında bir büyük cenkte yaralanıp kendülerinin vasiye­tiyle Osmâncık’ı diyâr-ı Yunan’a [Karaman’a] tabl-u âlem sâhibi beğ oldu, sene 699 [1299-1300] târîhinde idi. ‘Evvelâ Osman’ lafzı târîh düşülmüştür.

Bunların önce hilâfeti cum’a hutbesini ‘Osmân’ ismiyle Tursun Fakîh nâm kimesne okuyup peygamber soyundan Edebalı nâm azîzin şerefli yıldız kadar temiz kızını alup Orhân andan doğup anınçün Âl-i Osmân’ın vâlidesi tarafından peygamber soyundan Osman Beğ halîfe olunca pederi Ertuğrul Hân’ı bu Söğüt şehrinde defn edüp şehrin imâr edüp daha sonra Yıldırım Hân asrında Timur-ı bî-nûr bu Söğüt şehrin yağma ve harâb ve tâlân edüp hâlâ nurlu türbesi eyle bakımlı değildir…” [Kısmen sadeleştirilmiştir.]

Seyahatnâme c. III, (Topkapı Sarayı).

‘ECDAD YADİGARLARI’NIN SONU

Selçuklu hanedanı kaderine terkedildi

İlhanlıların Anadolu Valisi Timurtaş (öl. 1328), Selçuklu hanedanını 1318’de ortadan kaldırmıştı. Müneccimbaşı Ahmed Dede’ye göre imha edilen hanedanın kurtulabilen bazı üyeleri dağlara kaçmış ve uc beylerine sığınmıştı. Kara­manoğulları bunların birkaçını siyaseten kullanmak üzere yan­larında tutmuşlarsa da sonunda Selçuklulara ihanet ettiler. Oruç Bey de Cengizliler tarafından hanedanın memleketten çıka­rıldığını belirtir. Bitlisî, Selçuklu ailesinden geriye kalanların bir ümidi kalmadığını söyler. Fakat hiçbiri, uc bölgesinde güvenli bir sığınak inşa etmiş Osmanlı­lar’ın bir Selçuklu şehzadesine sahip çıktığından söz etmez.

Eğer tarihin karanlık bir kuytusunda saklı bir istisna yoksa, Osmanlılar “ecdâd yadigârı” Selçuklu hanedanına sahip çıkmamış görünmektedir. Oysa II. İzzed­din Keykavus, Moğol tâbiiyeti­ne karşı isyan edip yenildiğinde, Müslüman olan Altınorda Hanı Bereke onu önce Bizans’tan kurtarmış, sonra da ailesiyle birlikte Kırım/ Suğdak’ta huzur içinde yaşamasını temin etmiş­ti (1264).

SELÇUKLU KÜLTÜR MİRASI

Alaeddin Köşkü’nü yağmalayan Osmanlılar

Konya’da, vaktiyle surların bir iç kale oluşturduğu Alaeddin Tepesi içerisinde, Anadolu Selçuklularının imparatorluk merkezi olan Alaeddin Köşkü bulunmaktaydı. Yapı esasen II. Kılıcarslan döneminde (1155- 1192) inşa edilmiş, bir deprem nedeniyle Alaeddin Keykubad tarafından yapılan tadilattan sonra onun adıyla anılmaya başlanmıştı.

Selçuklular yıkıldıktan sonra köşk Karamanoğulları­na geçti. Şehrin 1468’de nihai olarak Osmanlılar’a ilhakıyla köşk beylerbeylik yerleşkesi oldu. 1474-1481 arasında sancak beyi olarak bölgeye gönderilen Sultan Cem’in hizmetine tahsis edildi. Fatih Sultan Mehmed ve III. Murad zamanlarında onarımdan geçirildi.

Matrakçı Nasuh (öl. 1564) Beyan-ı Menâzil’de iç kale içerisin­deki köşkü Konya minyatürünün merkezinde tasvir eder. 1648’de Konya’yı gezen Evliya Çelebi, ese­rinde köşkün kısa bir tarihini –bu kez daha doğru olarak- anlattık­tan sonra sanatlarını betimler.

Köşk 17. yüzyılda terk edildik­ten sonra, yapacakları inşaatlar için kolay yoldan taş temin etmek isteyen fırsatçıların hedefi hâline geldi. Zeki Atçeken’in incelediği Konya Şeriyye Sicil Defterleri, ecdâd yadigârı sarayın yağmalan­ma hikâyesini belgelemektedir (Sultan Alaeddin Sarayı…”, Vakıf­lar, XXIII, 1994). Bölgeye yollanan 1673 tarihli bir fermanda, kendi malıyla inşa edeceği hamamına köşkten taş almasına izin verilen bir kişi, hemen yakındaki Alaed­din Camii cemaatine ve tadilatına engel olduğu gerekçesiyle bu işten men edilmiştir. Bir başka fer­manda, Konya’da hayır kurumları inşa ettirmek isteyen Şeyh Ahmed adında birinin mermer temininde zorlanması nedeniyle, köşk arazi­sinde yerin altında mermer arama isteğine, “suistimallere meydan verilmemesi şartıyla” izin verilmiştir. Takip eden bir üçüncü ferman, Vezir Musahip Paşa’nın Konya’daki hayratı için metruk köşkten yeter miktar taş alınmasına izin verir. 1676’da sarayın durumu resmî makam­larca tetkik edilmiştir. Şehrin ileri gelenleri ve halk, yapının bir harabeden ibaret olduğunu, yalnız bir miktar bozuk duvarı ve altı ayak üzerinde bir kubbesinin kaldığını söyle­mişlerdir. Bir önceki izin sonrası buradaki enkazdan 150 araba ve 2200 merkep yükü taş alındığı ve bunların 14.750 akçe değerinde olduğu anlaşılmıştır.

1836’da sarayı çevreleyen iç sur çöker. Charles Texier’nin 1882 tarihli gravüründe ve F. Sarre’nin yayımladığı 1896 tarihli bir fotoğ­rafta köşkten kalan son kısımlar görülebilmektedir. Yapının ta­mamen yok olması ise Uzluk’a göre 1905-1908 arası Konya valiliği yapan M. Cevat Bey’in mari­fetiyledir. Bazı şahıs ve kuruluşlar, kendisinden yapıdaki tahribatın ön­lenmesi konusunda yardım istemişlerse de Cevat Bey, bina­nın önemsiz bir yapı olduğunu söyleyip “Merak etmeyin, ben size 200 altın lirayla daha iyisini yaptırırım” deme gafletini göster­miştir (F.Sarre, Konya Köşkü, çev. Uzluk). Bugün köşk müştemila­tından yalnız doğu duvarının bir parçası ayaktadır.

Konya Alaeddin Köşkü Matrakçı Nasuh’un “Beyan-ı Menâzil…” adlı eserinde köşkün yüzyıldaki genel görüntüsünden bir detay (solda altta). yüzyılda artık köşkün son kalıntıları görülebilmekteydi (F. Sarre, Reise in Kleinasien, Berlin 1896).

1. DÜNYA SAVAŞI

Ertuğrul’dan ilhamla Almanya’yı seçtik

İtilaf Devletleri donanmasının Çanakkale önlerinde yeni yeni görünmeye başladığı 1914 son­baharında, Tasfir-i Efkâr gazetesi, Ertuğrul Gazi’ye referans vererek 1. Dünya Savaşı’nda tutulan safı meşrulaştırmaya çalışıyordu:

“Dikkat ve iman ile bakılın­ca, umumî harbin şu bizim de iştirâkımız ile başlayan yeni ve daha umumî faslında Osmanlı tarihine, Osmanlı mertliğine yaraşır ve aynı zamanda Osmanlı ikbâl ve itlâsına [yükselişine], Osmanlı tarafının muvaffak ve muzaffer çıkacağına delalet eyleyen ne latif ve dilruba [gönül alan] bir tecelli ve tetâbuk [uyum] var: Altı asrı mütecaviz [aşkın] bir zamandır bu yerlerde bin taklib [dönüşüm] ile payidar olan Osmanlı saltanatı hatırlardadır. Ertuğrul Bey aşiretinin muharebeye tutuşmuş iki taraftan daha sıkışık görünen tarafa yar­dım etmesiyle bütün mert­likten ibaret olan tarihinin ilk asırlarından nişâneler göstermiş idi. Ayaklarının tozu ile Selçuk Türkleri’nin haklarını temin ve ihkâkâ muavenet eden bu mert ve necip dedelerimiz sükût ile durmayıp da karar kıldıktan sonra dahi, hep hak ve hakikat uğrunda çarpışa çarpışa bu muazzam saltanat kâşânesini [malikânesini] kurdular ve onu nihayet İslâm’ın en metîn is­tinâdgâh [dayanak] ve muhafızı rütbesine çıkardılardı…”

Tasfir-i Efkâr: 4 Kasım 1914


Çanakkale Savaşı başlarında
çıkan bir haberde, Ertuğrul
Gazi örnek gösterilerek
savaşa Almanya tarafında
katılmanın “mertçe” olduğu
ima ediliyordu.

TARİHTEN ALINTILAR

Ata ve ecdadın ced yaklaşımları

“Bu şehri ben höd kendi kılıcım-ıla aldum. Sultanun bunda ne dahlı var kim andan izin alam? Ana sultanlık viren Tanrı bana gazâ-y-ıla hanlık virdi. Ve eger minneti şol san­cag-ısa ben höd dahi sancak götürüp küffâr-ıla ugraş­dum…” (Âşıkpaşazâde).

“Selçuklu hanedanın gaddar­lığı ve vefasızlığından dolayı onların mülkü, bu dindar mülk­lü padişahlara [Osmanlılara] ulaştı…” (İdris-i Bitlisî).

“Selçukîler tuğyân ve zor­balıkla saltanat derecesine yükseldiler. İsyânda tasallub­la ulu’l-emr olan sultânları­nın üzerine huruç ettiler…” (Kemalpaşazâde).

“… Şimden girü Selçuk sultân­larından bize çâre ve meded yokdur, memleketün çoğı elle­rinden çıkdı, Tatar üzerlerine geregi gibi müstevlî oldı…” (Yazıcızâde).

“Kayser-i Rum’un tahtına varis bir hanedandan gelen bugünkü halife ve sultanın hükümeti, esir olmamak isteyen bir milleti kendi eliyle bağlayarak düşmana teslim etmeye çalışıyordu’” (Nutuk, Mustafa Kemal, II, 575).

“…Selçuk Devletinin enkazı üzerinde kurulan Osmanlı Devleti de (…) sonuçta emsali gibi tarihin sinesine tevdi edil­di” (Nutuk, Mustafa Kemal, II, 435).