Sokrates’ten bu yana totaliter devletlerin, yönetimlerin, zihniyetlerin hukuku tutsak kıldığı, güdümüne aldığı yüzkızartıcı mekanizmalar, uygulamalar gördük. Bugün ülkemizde de, yasaları kim çiğnerse çiğnesin, “hesap ver”ilmesini sağlayacak bir ana metin istenmiyor.
Açık Radyo’da Ömer Madra’nın 1999’da Bakır Çağlar ile yaptığı söyleşiye, Gülmekten Ölmek’in bir uçköşesinde değinmiştim. O karşılaşmanın çıkış noktasında, aynı yıl yapılan iki konuşma yeralıyormuş: Anayasa Mahkemesi başkanı Ahmet Necdet Sezer’in ve Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un canalıcı çıkışlarına, Bakır Çağlar’ın yorumlarına bugün, 17 yıl sonra baktığımızda tüylerimizin ürpermesi işten değil: Hukuk devleti, insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü bağlamında, bir toplumun tarihinde kısa sayılabilecek bir süre içinde yaşanan irtifa kaybı gerçekten de can yakıyor.
Gelgelelim, hukuk tarihi açısından değerlendirdiğimizde, ne bir yenilik sözkonusu, ne -belki de- bir gelişme. Birkaç dayanak noktası üzerinden harekete geçebiliriz burada:
Apuleius’un Altın Eşek’i 2 bin yaşında. Ne okuyoruz o görkemli metinde:
“Ey ilkel yaratıklar, hatta mahkeme sürüleri, hatta, hatta togalı akbabalar, günümüzde bütün hâkimlerin yargılarını para için satmasına neden şaşırdınız? (…) Hercules aşkına, şöhreti dünyaları aşan Yunanlı komutanlar arasında bile hep o aynı ünlü çekişme yaşandı durdu. Eğitimi ve bilgisi kimselerle kıyaslanmayan Palamedos haksız suçlamalar yüzünden ihanetten hü küm giydiğinde de; sıradan bir savaşçı olan Odysseus, savaşta gösterdiği cesaretiyle eşsiz bir adam olan Aiax’a tercih edildiğinde de. Atinalılar tarafından, şu keskin zekâlı yapıcılar, şu kontürlü bilginin öğreticileri olanlar tarafından yürütülen yargılama ne tür bir yargılamaydı? Tanrısal bir önseziye sahip olan o yaşlı adam, hani Delphoi tanrısının bilgelikte bütün ölümlülere üstün tuttuğu adam, son derece çirkin bir hizipçiliğin dalavereleriyle ve kıskançlığıyla oyuna gelmedi mi, gençliği bozuyormuş diye?”
Apuleius, sözü Sokrates’in ölüme mahkûm edildiği mahkemeye böyle getirir ve son ağır yorumunu okurunun önüne sürer: “Ama yurttaşların alınlarına sonsuza değin sürecek bir rezaletin damgası da vurulmuş oldu”.
Bin yılı aşkın süre geçmiş aradan, yaklaşık 1220-1250 arasına tarihlenen Carmina Burana’nın ilk şarkı-şiirinden alıntı dizelerde aynı diklenmeye tanık oluyoruz:
“Rütbe sahipleri için / hukukî sebep mangırdır; / ancak mangırı görünce / hâkimler bir karara varır. / Büyük söylevleriyle mangır / saptırır bütün adaleti / yoksul kapı dışarı edilip / yenir tam hakkı / pervane olurlar zenginlere / onlardır çünkü hazinenin kapısı. / Hâkimler ayaklarına kapanır, / zenginin dilediği hemen yapılır; / nerede mangır hâkimse / suçlular haklı çıkartılır”. (…)
1304 doğumlu Petrarca, yedi yıl boyunca Roma hukuku öğrenimi görür ve okul biter bitmez, “şüphesiz onurlu bir uğraş” olduğunu kabul ettiği hukuk alanında çalışmaktan “kötüye kullanıldığı âşikâr”lığı nedeniyle vazgeçer: O koşullarda hukuka hizmet etmenin onurdan yoksun olmayı kabul etmekle bir olduğunu aktarır Geleceğe Mektub’unda.
Batı uygarlığında en geniş anlamıyla Hukuk’un geçirdiği evrimin güzergâhını bir bu soy kaynak metinlerden, bir de ünlü mahkeme sahneleri ve dava kayıtlarından izleyerek görebiliriz: Sokrates’inkinden Dreyfuss davasına gidesiye çok sayıda örnekdurum.
Sonra ne değişti? Bütün XX. yüzyılı totaliter devletlerin, yönetimlerin, zihniyetlerin hukuku tutsak kıldığı, güdümüne aldığı yüzkızartıcı mekanizmalar, uygulamalar katetmedi mi?
III. Reich’ın, Faşist İtalya’nın, Vichy hükümetinin hâkimleri, yargıçları, savcıları hukuksuzluk devletlerinin hukukçuları olarak 1945 sonrası yargılandılar. Moskova duruşmalarının, Franco’nun ‘adli bekçileri’, McCarthy döneminin lejyoner sözde hukukçuları arkalarında hiçbir şeyin temizleyemeyeceği siciller bıraktılar.
Osmanlıları geçtim, Cumhuriyet Türkiyesi dünden bugüne Adalet’i boynubükük kılmadı mı? İstiklâl Mahkemeleri’nden Yassıada’ya, 12 Eylül’den son on yılın bulanık davalarına geçeduralım: Hukuk adamları Adalet’in korunamadığını, bundaki “pay”larını doğuran nedenleri bize dosdoğru anlatabilirler mi? Umberto Eco’nun güzelim önsözüyle yayımlanan, Renzo o aynı ünlü Tosi’nin hazırladığı dev Kadim Yunan ve Latin Özlüdeyişler Sözlüğü’nün içerdiği 2286 maddenin 135’i “Adalete ve Yasalara Dair” olanlarını içeriyor. Sami Selçuk’un konuşmalarında ve yazılarında sık sık gönderme yaptığı bu deyimleşmiş sözler, tıpkı “Adalet Mülkün Temelidir” gibi, hukukçuların tanıdığı temel dayanaklardır. Gelgelelim, unutmamak gerekir: Tanımak, bilmek başka; uygulamak, benimsemek başka.
Hukukçuların “günâh”larının çocuklarını bile bağladığını, etkilediğini vurgulayan bir söz: “Babalar olgunlaşmamış üzüm yemişse, çocuklarının dişleri kamaşacaktır”.
Fiat iustitir et pereat mundus! “Tek adalet yerine gelsin de, varsın dünya yokolsun” Kant’ın sevdiği deyimlerden biriymiş. Buna karşılık Hegel değiştirmiş sözü: “Dünya yokolmasın diye Adalet yerini bulsun”.
Cicero’dan: “Adaletsizlik yapacağıma adaletsizliğe uğramayı yeğlerim”.
Bir başka özlüdeyiş: “Acil yargılama pişmanlığın eşiğine götürür”.
Tacitus’tan Thomas More’a, Montesquieu’ye uzanan bir başkası: “Yasa sayısı ne kadar artmışsa Devlet o kadar çürümüş demektir”.
★ ★ ★
Yarım yüzyıla yakın bir süredir despotik bir ararejime ait bir Anayasa’nın çerçevesini çizmeyi sürdürdüğü bir toplumsal yaşam kuşatıyor bizi. Can Yücel’in “kanun çalacağız diye çıktılar ortayere / çaldılar kanunu yerden yere” şiiri yaşlanadursun, yeni (demokratik, özgürlükçü, çoğulcu) bir anayasa yazılmasını sağlayamadı siyasal irade(ler).
Türkiye, yüksek düzeyde hukukçular yetiştirmiş bir ülke. Topluma önerilerini sundular. Onlara güven duyulmuyor besbelli: Yasaları kim çiğnerse çiğnesin, “hesap ver”ilmesini sağlayacak bir ana metni istemiyorlar çünkü. Hukuk düzeninin güdümlü olacağı ve kalacağı, güvendikleri hukukçuların bu durumu gözetecek bir karşı-düzenin bekçisi kılınacağı bir yapı, istenen. Söz, içine düşürüldüğümüz durumu yüzyıl önce dile getirmiş Kafka’da, bir kez daha…
FRANZ KAFKA
Yasa Önünde
“Yasanın önünde bir nöbetçi durur. Bu nöbetçiye taşralı biri gelir ve yasaya girmek için izin ister. Ama nöbetçi ona bu izni veremeyeceğini söyler. Adam düşünür ve daha sonra girip giremeyeceğini sorar. ‘Olabilir,’ der nöbetçi, ‘ama şimdi olmaz.’ Yasanın kapısı her zaman açık durduğundan ve nöbetçi de kenara çekildiğinden adam kapıdan içeriye bakmak için eğilir. Nöbetçi bunu fark edince gülerek şöyle der: ‘Eğer sana bu kadar cazip geliyorsa ben yasaklamama rağmen içeri girmeyi dene. Ama şunu unutma: Ben güçlüyüm. Ve ben en alt kademedeki nöbetçiyim. Salondan salona geçtikçe her biri bir öncekinden daha kudretli olan nöbetçiler göreceksin. Üçüncünün görünümüne ben bile tahammül edemem.’ Taşralı adam bu türden zorluklarla karşılaşacağını hiç ummamıştır, yasalar herkese ve her zaman açık olmalı, diye düşünür, ama kürk paltolu nöbetçiyi, iri, sivri burnunu, uzun, seyrek, siyah Tatar sakalını yakından inceleyince girmesine izin verilene kadar beklemeye karar verir. Nöbetçi ona bir tabure uzatır ve kapının yan tarafına oturmasına izin verir. Adam orada günlerce, yıllarca oturur. İçeri girmek için birçok kez girişimde bulunur ve nöbetçiyi yalvarmalarıyla bıktırır. Nöbetçi sık sık kısaca sorgular onu, memleketini sorar ve daha başka şeyleri de, ama bunlar, kodamanların laf olsun türünden sorduğu sorulardır, sonunda taşralıya onu henüz içeriye alamayacağını yineler. Yola çıkarken yanına pek çok malzeme almış olan adam, nöbetçiye rüşvet vermek için ne kadar değerli olursa olsun her şeyini sunar. Nöbetçi gerçi hepsini kabul eder ama bir yandan da, ‘Bir şey kaçırdığını sanmayasın diye alıyorum bunları,’ der. Taşralı adam onca yıl nöbetçiyi neredeyse gözlerini hiç ayırmadan gözler. İçerideki nöbetçileri unutur ve bu ilk nöbetçiyi, yasaya girmesinin tek engeli olarak görür. İlk yıllarda, kara bahtını bağıra çağıra lanetler, daha sonra, yaşlanınca, ağzının içinden homurdanır. Çocuklaşır, nöbetçiyi yıllarca incelerken kürk yakasındaki pireleri bile tanıdığı için o pirelerden kendisine yardım etmelerini, nöbetçinin fikrini değiştirmesini sağlamalarını ister. Sonunda görme gücü zayıflar, etrafının gerçekten karardığını mı yoksa gözlerinin mi kendisini yanılttığını bilemez. Ama sonra karanlıkta, yasanın kapısından sönmemecesine yayılan bir ışıltı fark eder. Artık ömrünün sonuna gelmiştir. Ölümünden önce kafasının içinde bütün o yılların deneyimleri bir tek soruda toplanır, bu soruyu o güne kadar nöbetçiye sormamıştır. Uyuşan bedenini doğrultamadığı için adama işaret eder. Boylarının arasındaki fark taşralının aleyhine değiştiği için nöbetçinin onun üzerine iyice eğilmesi gerekir. ‘Neyi öğrenmek istiyorsun?’ diye sorar nöbetçi, ‘doymak bilmiyorsun.’ – ‘Herkes yasaya ulaşmaya çalışıyor,’ der taşralı adam, ‘nasıl oluyor da bunca yıldır benden başka kimse içeriye girmek için izin istemedi?’ Nöbetçi, adamın ölmek üzere olduğunu anlar, duymayan kulaklarına duyurabilmek için bağırır: ‘Başka kimse buradan giremezdi de ondan, çünkü bu kapı sadece senin içindi. Artık gidip kapatacağım onu.”
Kafka’nın Dava adlı romanının 9. bölümünde yer alan, ancak çok daha önce (1915), yazarın sağlığında kısa hikaye olarak yayımlanan metinden…)