Kasım
sayımız çıktı

REDDE RATIONEM ! (HESAP VER!)

Sokrates’ten bu yana totaliter devletlerin, yönetimlerin, zihniyetlerin hukuku tutsak kıldığı, güdümüne aldığı yüzkızartıcı mekanizmalar, uygulamalar gördük. Bugün ülkemizde de, yasaları kim çiğnerse çiğnesin, “hesap ver”ilmesini sağlayacak bir ana metin istenmiyor.

Açık Radyo’da Ömer Madra’nın 1999’da Bakır Çağlar ile yap­tığı söyleşiye, Gülmekten Ölmek’in bir uçköşesinde değinmiştim. O karşılaş­manın çıkış noktasında, aynı yıl yapılan iki konuş­ma yeralıyormuş: Anayasa Mahkemesi başkanı Ahmet Necdet Sezer’in ve Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un canalıcı çıkışlarına, Bakır Çağlar’ın yorumlarına bu­gün, 17 yıl sonra bak­tığımızda tüylerimi­zin ürpermesi işten değil: Hukuk devleti, insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü bağlamında, bir toplumun tarihinde kısa sayılabilecek bir süre için­de yaşanan irtifa kaybı ger­çekten de can yakıyor.

Gelgelelim, hukuk tarihi açısından değerlendirdiği­mizde, ne bir yenilik söz­konusu, ne -belki de- bir gelişme. Birkaç dayanak noktası üze­rin­den ha­rekete geçebiliriz burada:

Apuleius’un Altın Eşek’i 2 bin yaşında. Ne okuyoruz o görkemli metinde:

“Ey ilkel yaratıklar, hat­ta mahkeme sürüleri, hat­ta, hatta togalı akbabalar, günümüzde bütün hâkim­lerin yargılarını para için satmasına neden şaşırdı­nız? (…) Hercules aşkına, şöhreti dünyaları aşan Yu­nanlı komutanlar arasında bile hep o aynı ünlü çekişme yaşandı durdu. Eğitimi ve bilgisi kimselerle kıyaslan­mayan Palamedos haksız suç­lamalar yüzünden ihanetten hü küm giydiğinde de; sıradan bir savaşçı olan Odysseus, savaşta gösterdiği cesaretiyle eşsiz bir adam olan Aiax’a tercih edil­diğinde de. Atinalılar tarafın­dan, şu keskin zekâlı yapıcılar, şu kontürlü bilginin öğretici­leri olanlar tarafından yürütü­len yargılama ne tür bir yargı­lamaydı? Tanrısal bir önseziye sahip olan o yaşlı adam, hani Delphoi tanrısının bilgelikte bütün ölümlülere üstün tuttuğu adam, son derece çirkin bir hi­zipçiliğin dalavereleriyle ve kıs­kançlığıyla oyuna gelmedi mi, gençliği bozuyormuş diye?”

Apuleius, sözü Sokrates’in ölüme mahkûm edildiği mah­kemeye böyle getirir ve son ağır yorumunu okurunun önüne sü­rer: “Ama yurttaşların alınlarına sonsuza değin sürecek bir reza­letin damgası da vurulmuş oldu”.

Bin yılı aşkın süre geçmiş aradan, yaklaşık 1220-1250 ara­sına tarihlenen Carmina Bura­na’nın ilk şarkı-şiirinden alıntı dizelerde aynı diklenmeye tanık oluyoruz:

“Rütbe sahipleri için / hu­kukî sebep mangırdır; / ancak mangırı görünce / hâkimler bir karara varır. / Büyük söylevle­riyle mangır / saptırır bütün adaleti / yoksul kapı dışarı edi­lip / yenir tam hakkı / perva­ne olurlar zenginlere / onlar­dır çünkü hazinenin kapısı. / Hâkimler ayaklarına kapanır, / zenginin dilediği hemen yapılır; / nerede mangır hâkimse / suç­lular haklı çıkartılır”. (…)

1304 doğumlu Petrarca, yedi yıl boyunca Roma hukuku öğre­nimi görür ve okul biter bitmez, “şüphesiz onurlu bir uğraş” ol­duğunu kabul ettiği hukuk ala­nında çalışmaktan “kötüye kul­lanıldığı âşikâr”lığı nedeniyle vazgeçer: O koşullarda hukuka hizmet etmenin onurdan yok­sun olmayı kabul etmekle bir olduğunu aktarır Geleceğe Mek­tub’unda.

Batı uygarlığında en geniş anlamıyla Hukuk’un geçirdiği evrimin güzergâhını bir bu soy kaynak metinlerden, bir de ün­lü mahkeme sahneleri ve dava kayıtlarından izleyerek görebili­riz: Sokrates’inkinden Dreyfuss davasına gidesiye çok sayıda ör­nekdurum.

Sonra ne değişti? Bütün XX. yüzyılı totaliter devletlerin, yö­netimlerin, zihniyetlerin hukuku tutsak kıldığı, güdümüne aldığı yüzkızartıcı mekanizmalar, uy­gulamalar katetmedi mi?

Jacques-Louis David’in “Socrates’in Ölümü” adlı tablosu, ünlü filozofun yargılandıktan sonra baldıran zehiri içerek ölüme gidişini tasvir ediyor (1787).

III. Reich’ın, Faşist İtal­ya’nın, Vichy hükümetinin hâ­kimleri, yargıçları, savcıları hukuksuzluk devletlerinin hu­kukçuları olarak 1945 sonra­sı yargılandılar. Moskova du­ruşmalarının, Franco’nun ‘adli bekçileri’, McCarthy döneminin lejyoner sözde hukukçuları ar­kalarında hiçbir şeyin temizle­yemeyeceği siciller bıraktılar.

Osmanlıları geçtim, Cum­huriyet Türkiyesi dünden bu­güne Adalet’i boynubükük kılmadı mı? İstiklâl Mahke­meleri’nden Yassıada’ya, 12 Eylül’den son on yılın bulanık davalarına geçeduralım: Hukuk adamları Adalet’in korunama­dığını, bundaki “pay”larını do­ğuran nedenleri bize dosdoğru anlatabilirler mi? Umberto Eco’nun güzelim önsözüyle yayımlanan, Renzo o aynı ünlü Tosi’nin hazırladığı dev Kadim Yunan ve Latin Özlüdeyişler Sözlüğü’nün içerdiği 2286 mad­denin 135’i “Adalete ve Yasalara Dair” olanlarını içeriyor. Sami Selçuk’un konuşmalarında ve yazılarında sık sık gönderme yaptığı bu deyimleşmiş sözler, tıpkı “Adalet Mülkün Temeli­dir” gibi, hukukçuların tanıdığı temel dayanaklardır. Gelgele­lim, unutmamak gerekir: Tanı­mak, bilmek başka; uygulamak, benimsemek başka.

Hukukçuların “günâh”ları­nın çocuklarını bile bağladığını, etkilediğini vurgulayan bir söz: “Babalar olgunlaşmamış üzüm yemişse, çocuklarının dişleri ka­maşacaktır”.

Fiat iustitir et pereat mun­dus! “Tek adalet yerine gelsin de, varsın dünya yokolsun” Kant’ın sevdiği deyimlerden biriymiş. Buna karşılık Hegel değiştirmiş sözü: “Dünya yokolmasın diye Adalet yerini bulsun”.

Cicero’dan: “Adaletsizlik ya­pacağıma adaletsizliğe uğramayı yeğlerim”.

Bir başka özlüdeyiş: “Acil yargılama pişmanlığın eşiğine götürür”.

Tacitus’tan Thomas More’a, Montesquieu’ye uzanan bir baş­kası: “Yasa sayısı ne kadar art­mışsa Devlet o kadar çürümüş demektir”.

★ ★ ★

Yarım yüzyıla yakın bir süre­dir despotik bir ararejime ait bir Anayasa’nın çerçevesini çizmeyi sürdürdüğü bir toplumsal yaşam kuşatıyor bizi. Can Yücel’in “ka­nun çalacağız diye çıktılar or­tayere / çaldılar kanunu yerden yere” şiiri yaşlanadursun, yeni (demokratik, özgürlükçü, çoğul­cu) bir anayasa yazılmasını sağ­layamadı siyasal irade(ler).

Türkiye, yüksek düzeyde hukukçular yetiştirmiş bir ül­ke. Topluma önerilerini sundu­lar. Onlara güven duyulmuyor besbelli: Yasaları kim çiğnerse çiğnesin, “hesap ver”ilmesini sağlayacak bir ana metni iste­miyorlar çünkü. Hukuk düze­ninin güdümlü olacağı ve ka­lacağı, güvendikleri hukukçu­ların bu durumu gözetecek bir karşı-düzenin bekçisi kılınaca­ğı bir yapı, istenen. Söz, içine düşürüldüğümüz durumu yüz­yıl önce dile getirmiş Kafka’da, bir kez daha…

FRANZ KAFKA

Yasa Önünde

“Yasanın önünde bir nöbetçi durur. Bu nöbetçiye taşralı biri gelir ve yasaya girmek için izin ister. Ama nöbetçi ona bu izni veremeyeceğini söyler. Adam düşünür ve daha sonra girip giremeyeceğini sorar. ‘Olabilir,’ der nöbetçi, ‘ama şimdi olmaz.’ Yasanın kapısı her zaman açık durduğundan ve nöbetçi de kenara çekildiğinden adam kapıdan içeriye bakmak için eğilir. Nöbetçi bunu fark edince gülerek şöyle der: ‘Eğer sana bu kadar cazip geliyorsa ben yasaklamama rağmen içeri girmeyi dene. Ama şunu unutma: Ben güçlüyüm. Ve ben en alt kademedeki nöbetçiyim. Salondan salona geçtikçe her biri bir öncekinden daha kud­retli olan nöbetçiler göreceksin. Üçüncünün görünümüne ben bile tahammül edemem.’ Taş­ralı adam bu türden zorluklarla karşılaşacağını hiç ummamıştır, yasalar herkese ve her zaman açık olmalı, diye düşünür, ama kürk paltolu nöbetçiyi, iri, sivri burnunu, uzun, seyrek, siyah Tatar sakalını yakından ince­leyince girmesine izin verilene kadar beklemeye karar verir. Nöbetçi ona bir tabure uzatır ve kapının yan tarafına oturmasına izin verir. Adam orada günlerce, yıllarca oturur. İçeri girmek için birçok kez girişimde bulunur ve nöbetçiyi yalvarmalarıyla bıktırır. Nöbetçi sık sık kısaca sorgular onu, memleketini sorar ve daha başka şeyleri de, ama bunlar, kodamanların laf olsun türünden sorduğu sorulardır, sonunda taşralıya onu henüz içeriye alamayacağını yineler. Yola çıkarken yanına pek çok malzeme almış olan adam, nöbetçiye rüşvet vermek için ne kadar değerli olursa olsun her şeyini sunar. Nöbetçi gerçi hepsini kabul eder ama bir yandan da, ‘Bir şey kaçırdığını sanmayasın diye alıyorum bunları,’ der. Taşralı adam onca yıl nöbetçiyi neredey­se gözlerini hiç ayırmadan gözler. İçerideki nöbetçileri unutur ve bu ilk nöbetçiyi, yasaya girmesinin tek engeli olarak görür. İlk yıllarda, kara bahtını bağıra çağıra lanetler, daha sonra, yaşlanınca, ağzının içinden homurdanır. Çocuklaşır, nöbetçiyi yıllarca incelerken kürk yakasındaki pireleri bile tanıdığı için o pirelerden kendisine yardım etmelerini, nöbetçinin fikrini değiştirmesini sağlamalarını ister. Sonunda görme gücü zayıflar, etrafının gerçekten karardığını mı yoksa gözlerinin mi kendisini yanılttığını bilemez. Ama sonra karanlıkta, yasanın kapısından sönmemecesine yayılan bir ışıltı fark eder. Artık ömrünün sonuna gelmiştir. Ölümünden önce kafasının içinde bütün o yılların dene­yimleri bir tek soruda toplanır, bu soruyu o güne kadar nöbetçiye sormamıştır. Uyuşan bedenini doğrultamadığı için adama işaret eder. Boylarının arasındaki fark taşralının aleyhine değiştiği için nöbetçinin onun üzerine iyice eğilmesi gerekir. ‘Neyi öğrenmek istiyorsun?’ diye sorar nöbetçi, ‘doymak bilmiyorsun.’ – ‘Herkes yasaya ulaşmaya çalışıyor,’ der taşralı adam, ‘nasıl oluyor da bunca yıldır benden başka kimse içeriye girmek için izin istemedi?’ Nöbetçi, adamın ölmek üzere olduğunu anlar, duymayan kulaklarına duyu­rabilmek için bağırır: ‘Başka kimse buradan giremezdi de ondan, çünkü bu kapı sadece senin içindi. Artık gidip kapatacağım onu.”

Kafka’nın Dava adlı romanının 9. bölümünde yer alan, ancak çok daha önce (1915), yazarın sağlığında kısa hikaye olarak yayımlanan metinden…)