32 yıllık kısa yaşamına (331-363) savaşlar, mücadeleler, geziler, mektuplar sığdıran Bizans İmparatoru Julianus, yaşadığı devirde de her bakımdan sıradışı kabul edilen özellikleriyle öne çıkmıştı. Sarayları sevmeyen, hem paganlara hem Hıristiyanlara mesafeli duran, derbeder görünüşlü bir şahsiyetin olağanüstü hikayesi.
6 Şubat depremi Hatay’ı vurduğunda, pek çok uzaktan bakan gibi bir iç sarsıntı yaşamış; gecesine, yarıyarıya uykuda, Oktay Rifat’ın “1509 Depremi” şiirini anımsayarak, usta şairin kurduğu imge düzenini Hatay’ın üzerine kaydırmıştım. Arkeologları büyük yer sarsıntılarının ardından bir tür “gizli heyecan”ın sardığı söylenir; yerin altından erişmek isteyecekleri kimi noktalara ulaşabilme olanağının doğmasıyla ilintili bir heyecandır bu.
6 Şubat depremi, etkilediği geniş coğrafyada onbinlerce can kaybına yol açtı. Hatay çok ağır yara alan şehirler arasındaydı ve zengin, çoğul kültür varlıkları toplamında büyük hasarlar sözkonusuydu. En eski köklerinin simgelerinden birini oluşturan kadim Antakya Sarayı’yla ilgili düşsel sahneler çattıydım uykumun yarı yırtık perdesi üzerinde. Ertesi gün bir derginin (L’Antiquité Tardive) özel sayısını çıkardım raftaki yerinden; “L’Antioche de Julien” başlıklı bölümdeki, Catherine Soliou’nun “Le Palais İmpériale d’Antioche et son Contexte A l’Epoque de Julien” başlıklı incelemesini ve içerdiği çifte haritayı inceledim (Julianus’un Antakya’sı – Julianus Döneminde Antakya İmparatorluk Sarayı ve Kullanımı).
Julianus, Antakya’da iyi karşılanmamıştı: Helios’u yücelten, yayılmakta olan Hıristiyanlığa bağlananları ezen bir hükümdar hoşgörülemezdi. Kaldı ki, alışılagelmiş bir kişilik tipi olmadığı, seçtiği diyalog partönerlerinden, derbeder görünüşünden de anlaşılıyordu -nitekim saraya da yerleşmemiştir.
Julianus, Antakya’da Perslere karşı savaşırken, Romalı bir Hıristiyan askerin savurduğu mızrağın yolaçtığı yara dindirilemediği için öldü -son, soğuk su içmek isteğinde bulunmasına ilişkin rivayeti severim.
“Sakal”, bir asker çocuğu olarak ilk ayrıduruş işaretlerim arasında yeraldı. Çıkar çıkmaz bırakmaya başladım ve onu yüzümün parçası kıldım. Yılların içinde, önce sakal düşmanları girdi hayatımıza, siyasal ortamımıza; peşisıra, sakalı bir siyasal simge olarak giyenler başımızın derdi oldular. Bir tek ülkemde mi? Pek çok ülkede saç, bıyık, sakal semiyotik yüklerle donatıldı.
“Sakal”, yazabilseydim, yaşamöykümün de bir parçası olacaktı. Julianus, “ana”sı saydığı İstanbul’da değil, Tarsus’ta ölüm diyarına gönderilmiştir. Şiirini yazdığı, Konstantinopolis’teki Havariyyun Kilisesi’nden çıkışında kulağında yeretmiş org sesi, sonun sonunda, ona eşlik etmiş miydi?
Pagan imparator, bir roman kahramanına dönüşmüştür modern dönemde: Ibsen’in, Gore Vidal’in, Merejowski’nin romanlarında; Koyré’nin, Jerphagnon’un, Bowersock’un kitaplarında bulutsu değişkenlerle dolu bir portre çıkıyor önümüze. Bu bağlamda çok değerli bir yerli araştırmayı anımsatmak isterim: 1982’de İstanbul Üniversitesi yayını olarak basılan, yeni basımını Arkeolji ve Sanat Yayınları’nın gerçekleştirdiği İmparator Iulianus, sıradışı bir akademisyenin, Nezahat Baydur’un (1926-2021) çalışmasıdır.
Şüphesiz aynı bakışaçısıyla karşılaşmıyoruz Julianus konusunda: Ben kişiye ne denli sempatiyle bakıyorsam, Kavafis’in o denli itkiyle onu ağırladığını biliyorum şiirlerinde. O şiirlerden birini, “Julianos ve Antiohyalılar”ı Herkül Millas-Özdemir İnce ikilisinin çevirisiyle buraya alıyorum:
“H”nin ve “K”nin kente hiçbir zararı
dokunmadığını söylüyorlar… Ve bazı
yorumcularla karşılaşınca… bu harflerin
isimlerin baş harfleri olduğunu anladım:
Yani, birincisi Hristos, ikincisi Konstantinos.
İULİANOS, MİSOPOGON
Hiç mümkün müydü güzel yaşamlarından
vazgeçmeleri; türlü çeşitli
günlük eğlencelerinden; Sanat ile
tenin aşk eğilimlerinin birleştiği
yüce tiyatrodan; mümkün müydü?
Ahlâksızdılar biraz -belki de fazla-
evet öyle. Ama hoşnuttular
yaşamlarının dillere düşmesinden Antiohya’da,
hedonist ve mutlak güzel yaşamlarının.
Bunlardan vazgeçip de neye iltifat edecekler?
Yalancı tanrılarla ilgili palavralara mı,
bencillerin bıktırıcı söylevlerine mi,
çocukça tiyatro korkusuna mı,
yavan alçakgönüllülüğüne mi, gülünç sakalına mı?
Hiç kuşkusuz, yeğ tutuyorlar “H”yi,
hiç kuşkusuz, yeğ tutuyorlar “K”yi. Yüz defa.
(1926)
Julian the Apostate’in (Harvard University Press, 1978) uzun bir ek bölümünü Kavafis’in Julianus’u konu edinen, 7’si şairin ölümünden çok sonra toplu şiirlerine girmiş 12 şiirini çözümlemeye ayıran G. W. Bowersock; İskenderiyeli şairin Antakya ile özdeşleştirdiği pagan imparatoru küçültücü ifadelerle işlemesini, kendisini Bizans Hıristiyanlığına yakın bulmasına bağlıyor.
Yazarın yaşamöyküsel kitabının ardından, bir kollokyum kapsamında sunduğu “Hektor ve Dönek Julianus” başlıklı bildiri metni, konuya özgün katkı getiriyor. Bowersock, mektuplarından birinde (79) Julianus’un Orta Anadolu’da Hektor kültünün canlı izleriyle karşılaştığına dikkati çekiyor. İmparator, Troya’yı ziyaret etmiş, Hektor’u saygıyla anmıştır. Bir noktada “Yazgı Tanrısı” onları buluşturmuştur.
Başkent Konstantinopolis’ten Kapadokya’ya doğru giderken bugünkü Ankara’dan geçeceği anlaşıldığında, onuruna yapılan Julianus Sütunu gerçi orijinal yerinden biraz uzaklaşmış, ama şehirdeki varlığını sürdürüyor ve tepesinde yıllar yılı bir leyleğin yuva yaptığı unutulmuyor.
Julianus, neresinden bakılsa, Anadolu yarımadasının ve İstanbul’un tarihinde kavurucu yeri olan bir düşünür-imparator. Onun söylevlerini, mektuplarını, günümüze ulaşabilmiş birkaç şiirini Türkçeye eksiksiz biçimde taşımalıyız.