Kasım
sayımız çıktı

Roman kahramanı gibi bir Romalı: Julianus

HATAY’DA AYKIRI BİR DÜŞÜNÜR-İMPARATOR

32 yıllık kısa yaşamına (331-363) savaşlar, mücadeleler, geziler, mektuplar sığdıran Bizans İmparatoru Julianus, yaşadığı devirde de her bakımdan sıradışı kabul edilen özellikleriyle öne çıkmıştı. Sarayları sevmeyen, hem paganlara hem Hıristiyanlara mesafeli duran, derbeder görünüşlü bir şahsiyetin olağanüstü hikayesi.

6 Şubat depremi Hatay’ı vurduğunda, pek çok uzaktan bakan gibi bir iç sarsıntı yaşamış; gecesine, ya­rıyarıya uykuda, Oktay Rifat’ın “1509 Depremi” şiirini anım­sayarak, usta şairin kurduğu imge düzenini Hatay’ın üzerine kaydırmıştım. Arkeologları bü­yük yer sarsıntılarının ardından bir tür “gizli heyecan”ın sardığı söylenir; yerin altından erişmek isteyecekleri kimi noktalara ulaşabilme olanağının doğma­sıyla ilintili bir heyecandır bu.

6 Şubat depremi, etkilediği geniş coğrafyada onbinlerce can kaybına yol açtı. Hatay çok ağır yara alan şehirler arasın­daydı ve zengin, çoğul kültür varlıkları toplamında büyük hasarlar sözkonusuydu. En eski köklerinin simgelerinden birini oluşturan kadim Antakya Sarayı’yla ilgili düşsel sahneler çattıydım uykumun yarı yırtık perdesi üzerinde. Ertesi gün bir derginin (L’Antiquité Tardive) özel sayısını çıkardım raftaki yerinden; “L’Antioche de Julien” başlıklı bölümdeki, Catherine Soliou’nun “Le Palais İmpéri­ale d’Antioche et son Contexte A l’Epoque de Julien” başlıklı incelemesini ve içerdiği çifte haritayı inceledim (Julianus’un Antakya’sı – Julianus Dönemin­de Antakya İmparatorluk Sarayı ve Kullanımı).

kağıt üzerinde
Anadolu yarımadasının ve İstanbul’un tarihinde çok önemli yeri olan düşünür-imparator Julianus’un Musée de Cluny’deki heykeli.

Julianus, Antakya’da iyi kar­şılanmamıştı: Helios’u yücelten, yayılmakta olan Hıristiyanlığa bağlananları ezen bir hükümdar hoşgörülemezdi. Kaldı ki, alışı­lagelmiş bir kişilik tipi olmadığı, seçtiği diyalog partönerlerin­den, derbeder görünüşünden de anlaşılıyordu -nitekim saraya da yerleşmemiştir.

Julianus, Antakya’da Persle­re karşı savaşırken, Romalı bir Hıristiyan askerin savurduğu mızrağın yolaçtığı yara dindi­rilemediği için öldü -son, soğuk su içmek isteğinde bulunmasına ilişkin rivayeti severim.

“Sakal”, bir asker çocuğu olarak ilk ayrıduruş işaretlerim arasında yeraldı. Çıkar çıkmaz bırakmaya başladım ve onu yü­zümün parçası kıldım. Yılların içinde, önce sakal düşman­ları girdi hayatımıza, siyasal ortamımıza; peşisıra, sakalı bir siyasal simge olarak giyenler başımızın derdi oldular. Bir tek ülkemde mi? Pek çok ülkede saç, bıyık, sakal semiyotik yüklerle donatıldı.

“Sakal”, yazabilseydim, yaşamöykümün de bir parçası olacaktı. Julianus, “ana”sı saydığı İstanbul’da değil, Tarsus’ta ölüm diyarına gönderilmiştir. Şiirini yazdığı, Konstantinopolis’teki Havariyyun Kilisesi’nden çıkı­şında kulağında yeretmiş org sesi, sonun sonunda, ona eşlik etmiş miydi?

Pagan imparator, bir roman kahramanına dönüşmüştür modern dönemde: Ibsen’in, Gore Vidal’in, Merejowski’nin romanlarında; Koyré’nin, Jerp­hagnon’un, Bowersock’un kitap­larında bulutsu değişkenlerle dolu bir portre çıkıyor önümüze. Bu bağlamda çok değerli bir yerli araştırmayı anımsatmak isterim: 1982’de İstanbul Üni­versitesi yayını olarak basılan, yeni basımını Arkeolji ve Sanat Yayınları’nın gerçekleştirdiği İmparator Iulianus, sıradışı bir akademisyenin, Nezahat Bay­dur’un (1926-2021) çalışmasıdır.

resim_2024-08-26_020421633
İmparatorun öldürülmeden önce son sözlerinin Vicisti, Galilaee (“Sen kazandın İsa”) olduğu rivayet edilir.

Şüphesiz aynı bakışaçısıyla karşılaşmıyoruz Julianus konu­sunda: Ben kişiye ne denli sem­patiyle bakıyorsam, Kavafis’in o denli itkiyle onu ağırladığını biliyorum şiirlerinde. O şiirler­den birini, “Julianos ve Antioh­yalılar”ı Herkül Millas-Özdemir İnce ikilisinin çevirisiyle buraya alıyorum:

“H”nin ve “K”nin kente hiçbir zararı

kağıt üzerinde

dokunmadığını söylüyorlar… Ve bazı

yorumcularla karşılaşınca… bu harflerin

isimlerin baş harfleri olduğunu anladım:

Yani, birincisi Hristos, ikincisi Konstantinos.

İULİANOS, MİSOPOGON

Hiç mümkün müydü güzel yaşamlarından

vazgeçmeleri; türlü çeşitli

günlük eğlencelerinden; Sanat ile

tenin aşk eğilimlerinin birleştiği

yüce tiyatrodan; mümkün müydü?

Ahlâksızdılar biraz -belki de fazla-

evet öyle. Ama hoşnuttular

yaşamlarının dillere düşmesinden Antiohya’da,

hedonist ve mutlak güzel yaşamlarının.

Bunlardan vazgeçip de neye iltifat edecekler?

Yalancı tanrılarla ilgili palavralara mı,

bencillerin bıktırıcı söylevlerine mi,

çocukça tiyatro korkusuna mı,

yavan alçakgönüllülüğüne mi, gülünç sakalına mı?

Hiç kuşkusuz, yeğ tutuyorlar “H”yi,

hiç kuşkusuz, yeğ tutuyorlar “K”yi. Yüz defa.

(1926)

resim_2024-08-26_020132439
Ankara’da bulunan Julianus sütunu.

Julian the Apostate’in (Har­vard University Press, 1978) uzun bir ek bölümünü Kava­fis’in Julianus’u konu edinen, 7’si şairin ölümünden çok sonra toplu şiirlerine girmiş 12 şiirini çözümlemeye ayıran G. W. Bowersock; İskenderiyeli şairin Antakya ile özdeşleştirdiği pagan imparatoru küçültücü ifadelerle işlemesini, kendisini Bizans Hıristiyanlığına yakın bulmasına bağlıyor.

Yazarın yaşamöyküsel kita­bının ardından, bir kollokyum kapsamında sunduğu “Hektor ve Dönek Julianus” başlıklı bildiri metni, konuya özgün katkı geti­riyor. Bowersock, mektupların­dan birinde (79) Julianus’un Orta Anadolu’da Hektor kültünün canlı izleriyle karşılaştığına dik­kati çekiyor. İmparator, Troya’yı ziyaret etmiş, Hektor’u saygıyla anmıştır. Bir noktada “Yazgı Tanrısı” onları buluşturmuştur.

Başkent Konstantinopolis’ten Kapadokya’ya doğru giderken bugünkü Ankara’dan geçeceği anlaşıldığında, onuruna yapılan Julianus Sütunu gerçi orijinal yerinden biraz uzaklaşmış, ama şehirdeki varlığını sürdürüyor ve tepesinde yıllar yılı bir leyle­ğin yuva yaptığı unutulmuyor.

Julianus, neresinden bakıl­sa, Anadolu yarımadasının ve İstanbul’un tarihinde kavurucu yeri olan bir düşünür-imparator. Onun söylevlerini, mektupla­rını, günümüze ulaşabilmiş birkaç şiirini Türkçeye eksiksiz biçimde taşımalıyız.