Sultan Ahmed, henüz 19 yaşındayken camisinin inşa emrini verdi. İçine kendisine özel bir bölüm oluşturuldu. Bir saray odasını andıran Sultanahmet Camii Hünkâr Mahfili’nin kapalı kapıları yıllar sonra #tarih’e açıldı.
Sultanahmed Camii, İstanbul’un ve Osmanlı mimarisinin simgelerinden bir ibadethanedir. Bu öneminin yanında kentin müze gibi ziyaret edilen en cazip ziyaret noktalarından da biridir. Yapı, altı minaresi, Marmara’ya hâkim silueti ve şehir içindeki konumu ile yerli yabancı meraklıların çoğu tarafından bilinir ve tanınır. İçerisinde 23 binden fazla karo çini yer alır. Esere “Mavi Cami” adını veren pek de özgün olmayan eski koyu mavi ağırlıklı kalem işleri ve çinilerdir.
Yapının neredeyse hiç ziyaret edilemeyen bir bölümü ise şehirde görülebilecek en etkileyici mekânlardan biridir. Hatta belki de bu tür yerlerin ilkidir. Ancak bırakın ibadet ya da ziyaret için gelenleri, sanat ve mimarlık tarihçileri gibi uzmanların bile pek görmediği bir köşe caminin hünkâr mahfilidir.
Sultan Ahmed henüz 19 yaşında iken muhteşem bir cami inşa ettirmeye karar verdi. Seçilen bölgede, birkaç vezir sarayı ve bir tekke yer alıyordu. Padişah, 1609-1617 yılları arasında Mimar Sinan’ın öğrencilerinden Sedefkâr Mehmed Ağa’ya bu camiyi inşa ettirdi. Henüz çok genç olan sultan inşaatı bizzat takip etmiş hatta temel atma merasiminde o da toprağı kazmış ve kazdığı toprağı eteğinde taşıyarak inşaata bizzat katılmış. Osmanlı Devleti’nin en güçlü ve zengin olduğu dönemlerden birinde inşa edilen caminin zenginliği, ihtişamı için hiçbir şeyden kaçınılmamış.
Sultan için mahfilin yanında bir de küçük kasır inşa edilmiş. Osmanlı mimarisinde Hünkâr Kasrı denen ve camilere bitişik inşa edilen yapıların ilk örneği burada karşımıza çıkıyor. Caminin içinde ise mihrap duvarının sol köşesinde mermer sütunlar üzerinde yükselen hünkâr mahfili bulunuyor. Hükümdarın imamın arkasında ilk sırada ibadet etmesi için mahfiller önceleri camilerin mihrap duvarında, yüksekte inşa edilmiştir. Mahfilin asıl girişi hünkâr kasrından. Padişah buradan yapıya ulaşıyordu. Ayrıca bir destek duvarının içine inşa edilen küçük bir merdiven sayesinde de caminin içinden ve dışından mahfile ulaşılabiliyor. Bu giriş muhtemelen mekânın bakımından sorumlu olan görevliler tarafından kullanılıyordu. Ancak sultan ibadet sırasında ya tek olurdu ya da yanında en güvendiği kişiler bulunurdu.
Mahfil her detayında Osmanlı uygarlığının en parlak örneklerini barındırıyor. Caminin bu bölümü adeta bir saray odası gibi düzenlenmiş. Hatta Topkapı Sarayı’nın en zengin ve görkemli odalarından aşağı kalır yanı yok. Mahfili taşıyan mermer sütunlar iki sıra halinde dışta olanlar renkli ve muhtemelen devşirme olarak burada tekrar kullanılmış. Bu sütunlar iki renkli taşlarla örülen sivri kemerlerle birbirine bağlanmış. Kırmızı üzerine bitkisel dekorlu ve yaldızlı ahşap bir tavanı taşıyor. Mahfilin mermer korkuluklarının üstü içerinin görünmesine engel olmak ve güvenlik nedeniyle mihrap yönünde metal, diğer tarafta ise ahşap bir parmaklık takviye edilmiş. Mahfilin üstünde harimin köşe kubbesi var. Zengin bir şekilde kalem işleri ile bezenmiş. Mihrap duvarında ise pencere aralarına hepsinin desenleri birbirinden farklı olan renkli mermer kakmalarla yapılmış dikdörtgen levhalar görülüyor. Bu tür renkli mermer kaplamaların Memlûk döneminde Suriye ve Mısır yapılarında kullanıldığı ve bu coğrafyayı fetheden Yavuz Sultan Selim’in bazı harap Memlûk yapılarının renkli mermer levhalarını aldırtıp birçok usta ile birlikte İstanbul’a gönderdiği bilinir. Bunların bir kısmı Topkapı Sarayı’nda Hırka-i Saadet Dairesi’nin dış cephesinde kullanılmıştır. Belki de bu mermer kaplamalar onlardan esinlenerek üretilen Osmanlı işleridir. Ancak tam köşede olan ve adeta bir mihrap gibi düzenlenen ve üzerinde Kufi yazı ile bir kitabe bulunan levha, belki de Memlûk özelliklerine daha yakın.
İlginç bir mermer levhada, 16. yüzyıl sonlarında kuzey İtalya’da üretilmiş bir mermer masadır. Bu masa Osmanlı Devleti’ne hediye edildiğinde itinalı taş işçiliği beğenilmiş ama mobilyanın kendisi anlamsız bulunmuş olmalı ki bacakları kesilip tablası duvara monte edilmiş. Diğer renkli taş panolar ise dilim dilim kesilmek suretiyle mermerin damarlarından desenli levhaların kullanılması ile oluşur, benzerleri hemen karşıdaki Ayasofya’da var. Bunlar da devşirme olabilir.
Mahfilin Marmara Adası mermerinden mihrabı çok zengin renkli taşlarla süslenmiş. Mihrap nişinin köşelerine yerleştirilen dikdörtgen siyah levhalardan biri de ikinci kez kullanılan malzemedir. Öncesinden kazıma olarak dilimli kemer ve bir de kandil motifi işlenmiş.
Osmanlı sanatının bu en etkileyici mekânlarından birinin taşıyıcı malzemeleri Roma-Bizans, mermer kakma levhalarının bir kısmı Memlûk (ya da o coğrafya etkisinde), bir kısmı da Avrupa/ İtalyan işidir. Özetle mahfil süslemeleri, adeta geniş bir coğrafyanın ve farklı kültürlerin mirasçısı gibidir. Bunların hepsi özümsenip kendi üslubu içinde benzersiz bir uygulama gerçekleştirilmiş.
Mahfilin mihrap duvarında bulunan dört, doğu duvarında bulunan iki pencere, içerisinin çok aydınlık olmasını sağlıyor. Bunların ahşap pencere kepenkleri Osmanlı ahşap işçiliğinin seçkin örneklerindendir. Genel kurguları birbirine benzeyen kapıların detaylarda hepsi farklı desenlerdedir. Kapı kanatlarının arkasında ise kalemişi ile yapılmış renkli bir bezeme görülüyor.
Pencerelerin üzerinde ise caminin en etkileyici çini panolarından biri görülüyor. Sır altı tekniğindeki klasik çinilerin çevrelediği firuze renkli çini kuşakta, altın yaldızlı hançer yapraklı düzenlemeyle celi sülüs bir âyet kuşağı bulunuyor. Bu kitabeli çini kuşak Klasik Osmanlı sanatında bilinen tek örnektir.
Mahfilin içindeki hücre
Yapının en etkileyici yönlerinden biri mihrap duvarının sol köşesindeki pencereden ulaşılan bir hücredir. Zengin ahşap işçiliği olan kapı açıldığında solda duvar kalınlığı içerisine yerleştirilmiş ikinci bir kapı ile karşılaşılır. Kapı kesme taş duvar ve zeminli olan küçük bir hücreye açılır. Hücrenin mihrap duvarında sivri kemerli, küçük bir penceresi vardır. Bu, mihrap cephesi içinde farklılaşan bir pencere formdur. Bu hücrenin bir itikâf hücresi olduğu anlaşılır. Cami tamamlandığında 27 yaşında olan genç Sultan Ahmed, Ramazan ayının son on gününü bu hücrede dua ve ibadetle itikâfta geçirmeyi düşünmüştür. Mahfilin olağanüstü zenginliğine karşı bu hücre alabildiğine sadedir. Adeta devletin güç ve zenginliğinin sergilendiği mahfil ile İslam inancının ilkelerine göre şekillenmiş bu hücre, iki ayrı dünyayı sultanların ve dervişlerin dünyasını yan yana getirmekte; bu zıtlık etkileyici bir izlemin bırakmaktadır.
Mahfilin zemininde bugün kalitesiz ve rengi de mekâna uymayan bir halı var. Osmanlı döneminde kıymetli halılarla kaplandığı muhakkaktır. Mekânın aydınlatılması için kıymetli kandiller ve şamdanları da hayal etmeniz gerekiyor. Evliya Çelebi de bu avizeleri tarif eder. Mahfilde bulunan iki ahşap rahle 19. yüzyıl fotoğraflarında camide görülenlerden olabilir. Caminin ve mahfilin inşa kitabesi altın yaldızlı güzel bir sülüs hatla yazılmıştır.
Sultanın yanında bulunmasını istediği kişilerle birlikte kullandığı düşünülen bu mekân, dışarıdan kimsenin göremediği, zengin kurgusunun herkesçe bilinemediği bir yerdi. Bu bölüm, elçi ve ziyaretçilere de gösterilmiyordu. Caminin içinde başlı başına bir sarayı anımsatan Hünkar Mahfili’nde bir pencere kapısı ardına saklanan itikâf hücresi ise açıkça sultanların dindarlığını ve tevazusunu gösteren en etkileyici mekân olsa gerek.
MAHFİL NEDEN YAPILDI?
Suikast korkusunun ürünü
Hünkar mahfili padişahların ibadeti için ayrılan bir bölümdür. Aslında İslam inancında namazda sultan ile uşak arasında bir fark yok. Herkes birbirine eşit, yan yana ibadet eder. Hatta çoğu kez devletin yöneticisinin imam olup namaz kıldırması bile beklenmiştir. Ancak ilk halifelerden Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin camide namaz kılarken şehit edilmeleri, benzer siyasi cinayetlerin olasılığı, yöneticilere ibadet için ayrı bir bölüm ihtiyacını doğurmuş. Camilerde padişah, sultan, hünkâr, bey ya da şah mahfili denilen bölümler inşa edilmiş. Bu gelenek, Osmanoğullarının zamanla Akdeniz dünyasının çevresindeki İslam topraklarının tamamına hâkim olması ile genişleyen coğrafyada giderek zayıflamış. Genellikle sultanın yaşadığı Bursa, Edirne ve İstanbul’da devam etmiş.
Ahmet Vefa Çobanoğlu