Bir dönemin icon’u Françoise Hardy, uzun süredir mücadele ettiği hastalığa yenik düştü. Ancak kendisi sadece 68 kuşağının değil, sonraki kuşakların da zihninde ve kalbinde bambaşka bir format oluşturdu. “Soğuk yıldızın gölgesinde doğan Oğlak kızı”, hem dönemin en büyük isimlerini hem sokaktaki herkesi etkisine aldı, bir daha bırakmadı.
28 Ekim 1962…
Fransa o tarihte, rejimin değişeceği bir geceye hazırlanıyor.
1789 İhtilali ve Paris Komünü’nden sonra ülke yeni bir rejimin eşiğinde.
Fransa’nın “Beşinci Cumhuriyet Rejimi” gerçek anlamda o gece doğuyor.
Ülke o gün “Başkanlık sistemi” hâline gelecek olan bir adımı oyluyor.
Cumhurbaşkanını tarihte ilk defa direkt olarak halk seçecek.
Katılım oranı bir Avrupa ülkesi için çok yüksek:
Yüzde 76.97
21 milyon Fransız sandığa gidiyor.
(Petit-Clamart kasabasında sıkılan kurşun)
Şimdi 9 hafta geriye dönüyoruz: 22 Ağustos 1962.
Ağustos ayında Paris’in hemen kuzeyindeki Petit-Clamart adlı kasaba, tarihî bir kişiliği ağırlıyor.
2. Dünya Savaşı’nda Almanya’nn işgaline uğrayan Fransa’yı kurtaran büyük komutan General De Gaulle o gün kasabada ve halk kendisini coşkuyla karşılıyor.
Ancak o sırada hiç beklenmeyen bir olay meydana geliyor.
Jean Bastien-Thiry adlı bir yarbay (ve yanındaki 3 kişi), makineli tüfekle ateş açarak General De Gaulle’e öldürmeye teşebbüs ediyor.
Suikastten kurtulan De Gaulle’ün zekası
De Gaulle tesadüf eseri bu suikast girişiminden kurtuldu.
Olay, halk arasında büyük bir tepkiye yol açtı.
Artık tecrübeli bir siyasetçi de olan De Gaulle, o gün bu suikasti ve halkın tepkisini, kafasında uzun süredir varolan bir planı uygulamaya koymak için fırsata çevirdi.
Fransa’nın başında güçlü bir cumhurbaşkanı olması şarttı. Bunun için de cumhurbaşkanının direkt olarak halk tarafından seçilmesi ve gücünü halktan alması gerekirdi.
Bu fikir 1962 Ekim sonunda uygulamaya geçiyor ve cumhurbaşkanının halk tarafından direkt olarak seçilmesi referanduma sunuluyordu.
Oylama sonucu beklenirken ekrana çıkan cılız kız
O gece Fransız halkı devlet radyosu ve televizyonunda referandumun sonuçlarını bekliyordu.
İşte tam o sırada kimsenin tanımadığı bir kız ekrana çıktı.
Silik mi silik duran, giydiği elbiseler de, duruşu-hâli-tavrı da iddiasız bir kızdı ekrandaki.
Referandum sonuçları beklenirken, zaman doldurmak için ekrana çıkarılmış gibiydi.
Üzerinde sanki annesinin ördüğü bir kazak, Katolik okulu öğrencisini andıran bir etek vardı. Kuaför dokunmamış, kendi hâline terkedilmiş dümdüz saçları ile sokakta görseniz dikkat etmeyeceğiniz bir kızdı.
‘Tous les garçons et les filles’ ilk defa duyuluyor
Elinde akustik bir gitar tutuyordu.
Sonra yavaşça çalmaya ve söylemeye başladı…
Şarkının adı “Tous les garçons et les filles”di (Bütün erkekler ve kızlar).
Kimsenin duymadığı, bilmediği bir şarkı.
Kimse farkında değildi ama, müzik tarihi açısından önemli bir andı.
(Müzik tarihini değiştiren diğer şarkı: ‘Love me do’)
Bu şarkının duyulmasından tam 23 gün önce, İngiltere’de dünya müzik tarihini değiştirecek bir başka hadise meydana gelmişti.
Beatles 5 Ekim 1962 tarihinde bütün dünyada “beat” akımını başlatacak olan “Love Me Do” adlı ilk 45’liğini çıkarmıştı.
Şarkı 20 gün içinde dünyayı sarsmış ve 20. yüzyıl müzikte “Ye ye” dönemine girmişti.
Fransız müziğini-tarzını altüst eden 10 dakika
İşte Fransızların heyecanla sonuçları beklediği o akşam, Fransız televizyonunda bir kız oldukça aykırı bir parçayla kendini gösteriyordu.
Ekranda kaldığı bütün süre 10 dakikaydı.
Şarkısını söyledi ve ayrıldı.
O ekrandan ayrıldıktan kısa süre sonra referandumun sonuçları belli olmuştu.
Fransa halkının yüzde 62.25’i “Evet”, yüzde 37.75’i “Hayır” demişti.
O gün Fransa yeni bir döneme adım atmıştı.
1958’de temeli atılan “Beşinci Cumhuriyet”, en radikal kararını alarak başkanlık sistemine o gece geçmişti.
O gece Fransızların konuştuğu konu, De Gaulle’un çok daha güçlü biçimde yönetime oturmasıydı.
Ertesi gün gençler başka bir şey konuşuyor
Ancak ertesi gün hiç beklenmeyen bir şey oldu.
Bir gün önce referandumu konuşan Fransızlar, o günün gecesi televizyona çıkan o sade kızı ve şarkısını konuşuyordu.
Özellikle de savaş sonrası doğmuş genç kuşaklar.
Şarkı bir anda referandumu bile unutturmuş ve Fransa halkının diline oturmuştu.
Daha o gün 200 bin adet 46 devirlik plak satıldı.
Kısa süre içinde plağın satışı 2 milyona ulaşacaktı.
Fransa tarihinin en büyük sesi Edith Piaf’ın rüyasında bile göremeyeceği bir rakamdı bu.
İngiltere 5 Ekim 1962 günü müzikte “Ye ye” dönemini açarken, ondan 23 gün sonra bir başka güçlü kültür ülkesi Fransa “beat” akımına romantizmle cevap veriyordu.
O akşam Fransız televizyonuna çıkıp 10 dakika boyunca şarkı söyleyen o kızın adı Françoise Hardy’ydi…
O gün henüz 18 yaşındaydı.
İşte o Françoise Hardy, 11 Haziran 2024’te öldü.
Ve artık onu unutmuş olan dünya, bir anda yeniden hatırladı bu müziği ve tarzıyla çığır açan kadını…
Üniversitede okurken tanıştığı genç Türk kimdi?
Katolik okulunda okumuştu Hardy ve zeki bir kızdı.
Bakalorya sınavını 16 yaşında vermişti
Ertesi yıl Paris’te Sciences Po. okuyordu. Yani Siyasal Bilimler.
Tam da o sırada bir Türk genci ile de arkadaşlığı olacaktı.
Bugün İzmir’de yaşayan işinsanı Uğur Yüce’ydi bu genç adam…
Françoise Hardy’nin öldüğünü öğrendiği gün bana şunu anlatacaktı:
Burdeau’nun hukuk dersinden bize 17 aldıran kız
“O yıl ünlü hukukçu Georges Burdeau’dan anayasa hukuku dersi alıyoruz.
Çalışma grupları kurdu.
Bizim grup ABD anayasasını inceleyip bir sunum yapacak. Grupta Science Po.’ dan gelen donuk bir kız var.
Hiç bir cinsel çekiciliği yok.
Sade ama zevkli ve pahalı giyiniyor. İsmi Françoise.
Grupta 4 kişiyiz.
İki hukuk, 1 Sciences Eco., bir Sciences Po. öğrencisi
Tüm işi tek kız öğrenci olan Françoise’a yıktık.
Soru sormazsan konuşmayan kendi hâlinde bir kız. Kimse ile fazla samimi olmadı. Ancak yazdığı sunum metni mükemmel idi.
17 aldık 20 üzerinden.
O yaz İngiltere’ye yaz çiftliklerine çalışmaya gittik.
2.5 ay sonra Paris’e döndüğümüzde bir fırtına esiyordu.
Herkesin dilinde ‘Tous les garçons et les filles’ şarkısı.
Ne kadar şaşırdığımı anlatamam.”
1981’de nikah davetiyesini gönderdi
Uğur Yüce devam ediyor:
“1.5-2 yıl sonra bir gün bir film için mahalleye gelmiş.
Arkadaş grubu olarak devam etitğimiz “La Chope”un önünde krepçi dükkanım vardı. Görünce beni tanıdı. O içine kapanık kız gitmiş daha sıcak ve samimi bir kadın gelmişti. O olaydan sonra defalarca karşılaştık. Konserlerine davetiye yolladı. 1981’de de nikahına gelmem için davetiye yolladı.
Gidemedim…
Nikah davetiyesindeki damat, ünlü şarkıcı Jacques Dutronc’du!”
Duvarımdaki kadına kimler âşık, kimler hayrandı?
1960’larda, bütün dünyada “gençlerin devrimi”nin başladığı yıllarda, müzikle ilgilenen çocukların Fransa’daki idolüydü Françoise Hardy.
Üniversiteye başladıktan sonra iki arkadaşımla birlikte kaldığım Ankara Güniz Sokak’taki öğrenci odamda, duvarda onun küçük bir resmi asılıydı.
Küçük olması daha büyüğünü bulamadığım içindi.
Yirmi yaşındayım.
Duvarlarım 20 yaş gençliği ve heyecanı ile astığım posterlerle kaplı.
Devasa bir Karl Marx ve onun kadar devasa bir Mick Jagger posteri asılı.
1968’de Mayıs Devrimi’ne giden yıllarda müziği seven bir gencin kafa yapısı…
20 yıl boyunca kansere karşı büyük savaş verdi
Hiç ölmeyecekmiş gibi bir imajdı onunki…
2004’ten beri kansere karşı büyük bir mücadele veriyordu.
Tam 20 yıl sürdü bu mücadele ve 11 Haziran 2024 gecesi o savaşı kaybetti.
80 yaşındaydı…
Saçları bembeyazdı ve hayatının son yıllarını, “insanın kendi hayatına son verme hakkını” savunarak geçirdi.
Uzun süredir hastaydı. Tek arzusu acı çekmeden ölebilmekti.
Bunu söyledikten 6 ay sonra gitti bu dünyadan…
Son defa ‘Yükselen Ay Krallığı’nda karşılaştık
Onunla son defa Wes Anderson’un “Moonrise Kingdom” (Yükselen Ay Krallığı-2012) filminde karşılaşmıştım.
Paris’te Odeon’da bir sinema salonunda tek başıma seyretmiştim o filmi.
Bana göre bir Wes Anderson şaheseriydi.
Ama benim için en büyük sürpriz filmin müziğiydi.
Onun söylediği “Le Temps de l’Amour” şarkısı sanki filmin başoyuncusuydu.
Meğer Salvador Dalí de ona hayranmış
Beat müziğin dünyayı sarstığı günlerin tam ortasında, olabilecek en romantik balad’larla gelip oturmuştu aramıza.
Ben, Ankara’nın bir mahallesinde gizli gizli ona hayranlığımı yaşarken, meğer benimle birlikte kimler aşıkmış, hayranmış o kıza…
Mesela Salvador Dalí de ona hayranmış.
1968’de onu Cadaqués’teki evine davet etmiş ve 1 hafta geçirmişler o evde.
Ama başka bazıları var ki…
O zaman daha iyi anlıyorum ben nasıl hayran olmuşum bu kıza…
Chelsea ve Camden’ın görünmeyen kraliçesi
Benim duvarımda olduğu gibi, 1960’larda yeni İngiliz müziğinin nabzının attığı Chelsea’de, Camden’da yeni yükselen popçularının çoğunun duvarında da onun resimleri asılıymış…
Rolling Stones’un 27 yaşında ölen üyesi Brian Jones ve Morrisey de onun âşıkları listesindeymiş meğer.
Françoise Hardy, 2018’de Bob Dylan ve Mick Jagger’dan kendisine gelen şarkı sözleri denemelerinin olduğunu da açıklamıştı.
Bob Dylan ‘o gelmezse konsere çıkmam’ demişti
Bob Dylan 1964’deki “Another Side of Bob Dylan” albümünün kapağına ona ithaf ettiği bir şiirden dizeler koymuştu.
Ancak en ilginç hikaye Bob Dylan’la Paris’te Olympia’daki konserinde yaşadıklarıydı.
Dylan “Françoise buraya yanıma gelmezse konserin ikinci bölümüne çıkmayacağım” diye tutturmuştu.
O ve başka bazı sanatçılar daha sonra kaldığı Hotel George V’teki odasında yanına gitmişlerdi.
İşte orada Dylan henüz baskıdan çıkan iki plağını Françoise Hardy’ye göstermişti:
“Just Like A Woman” ve “I Want You…”
Belki de onun için yazılmış iki şarkıydı.
Kimse hiçbir zaman bilemedi.
Mick Jagger’ın idealindeki kadındı
Mick Jagger’a gelince…
Onun için “idealimdeki kadın” diyordu her yerde.
Ve bu tek taraflı değildi.
Françoise Hardy için de o “ideal erkek”ti.
Ancak bu iki “ideal”, hiçbir zaman fiziken birlikte olmadı.
Lennon ve Paul McCartney de çok uğraştılar ama…
Tabi bir de dönemin en büyükleri var…
Beatles’ın iki üyesi John Lennon ve Paul McCartney de onun gizli hayranları arasındaydı.
Chelsea dedikodularına bakılırsa, ikisi de şanslarını denemiş ama başaramamışlardı.
David Bowie’den ünlü Japon tasarımcıya…
Ya David Bowie…
O hünsa adam…
Onun da Chelsea’deki odasının duvarında bir Françoise Hardy posteri varmış.
Japon tasarımcı Rei Kawakubo…
Hâlen dünyanın en önemli genç markalarından biri olan “Comme des Garçons”un ismini ondan ve şarkısı “Tous Les Garçons et les Filles” şarkısından esinlenerek koymuştu.
Soğuk yıldızın gölgesinde doğan Oğlak kızı
Françoise Hardy 17 Ocak 1944 günü doğmuştu.
Oğlak burcuydu ve Satürn’ün gölgesinde gelmişti bu dünyaya.
Yani “Soğuk Gezegen”in karanlık yüzünde doğmuştu.
Belki de bunun için bütün hayatı boyunca hep mesafeli, soğuk bir insan gibi durdu.
Onu Serge Gainsbourg’la yanyana getiren de işte bu baştan çıkarıcı mesafeydi.
Veya bize öyle göründü.
Kırmızı ruj olmadan Fransız tarzı olur mu?
Kırmızı ruj sürmeyen, sigara içmeyen, bir Amerikalı editörün deyişiyle “mini etekli bir ceylan”dı o.
Mini eteğin ve pantalonun en yakıştığı kızdı o günlerimde…
Haute Couture’den ilk giydiği elbise bir Courrèges’di.
1960’larda “Fransız genç kız tarzını” o yaratmıştı.
Yves Saint-Laurent ona erkek “taksido”su giydirdiğinde, tasarımın bir “erkek kuralı” daha yıkılmıştı.
Paco Rabanne da onun peşindeki tasarımcılardandı.
Giydiği elbiselerle resimlerini ise David Bailey, Richard Avedon ve William Klein gibi fotoğraf sanatının devleri çekmişti.
‘Blow-Up’ filminden fırlamış anti-Bardot karakter
Brigitte Bardot yıllarıydı.
O ise tam bir “anti-Bardot” olarak çıktı.
Bardot kadınlığını ne kadar cömertçe ve cüretle teşhir ediyorsa, o da o kadar kıskançlıkla saklıyordu.
Antonioni’nin “Blow-Up” filminden fırlamış bir kahramandı.
Hayranları arasında Jean-Luc Godard, Roger Vadim ve John Frankenheimer gibi dev yönetmenler vardı.
Yani iyi kızdı Françoise Hardy.
Çok harbi kızdı…
Başkalarını bilemem.
Ben unutmayacağım gençlik duvarımdaki o şahane kızı.
ERTUĞRUL ÖZKÖK’E GÖRE
En iyi 10 Hardy şarkısı
▶ Mon amie La Rose
▶ Le temps de l’amour
▶ Tous les garçons et les filles
▶ Comment te dire adieu
▶ Ma jeunesse fout le camp
▶ Le Large
▶ Un peu d’eau
▶ Suzanne (Leonard Cohen’in şarkısını çok güzel söylüyor)
▶ Que reste t-il de nos amours
▶ Comment te dire adieu
AHMET UĞURLU (1952-2014)
Disiplin, yetenek, ustalık ama esas olarak çalışkanlık
Belleklerden ve kayıtlardan silinmeyecek oyunculuk başarılarına imza atan Uğurlu, tiyatro ve sinema tarihimizde kalıcı izler bıraktı. Emekle yoğrulmuş bir hayat, bir kariyer.
Konya doğumlu değerli oyuncu Ahmet Uğurlu, Ankara Devlet Konservatuvarı’ndan mezun oldu. Ardından Devlet Tiyatroları’nda görev aldı. 1973-1979 arasında Bursa Devlet Tiyatrosu’nda çalıştı.
Ahmet Uğurlu’yu sahnede ilk defa 1979’da İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun büyük prodüksiyonu olan Duruşma oyununda seyrettim. Kafka’nın eserinden sahneye uyarlanan oyunu Ahmet Levendoğlu yönetmişti. O oyunda Ahmet Uğurlu iki karakteri birden (Block ve bir polis karakteri) canlandırmıştı. Rollerden biri dizlerinden aşağısı olmayan bir karakterdi ve 3 saat süren oyun boyunca Ahmet Uğurlu yerlerde dizlerinin üzerinde sürünerek oynamıştı. O oyunda Kafka’yı oynayan Nihat İleri, 1997’de kaybettiğimiz usta oyuncu Numan Tala Pakner ve Ahmet Uğurlu belleklerden silinmeyecek oyunculuk başarılarına imza atmışlardı.
Ahmet Uğurlu’yu Duruşma’dan sonra Necati Cumalı’nın Yaralı Geyik oyununda Sefer rolünde; Shakespeare’in Bir Yaz Gecesi Rüyası oyununda Mekik karakterinde; Gerhart Hauptmann’ın Kunduz Kürk eserinde Wulkow rolünde ve Jean Giraudoux’nun Truva Savaşı Olmayacak oyununda Busuris karakterinde hayranlıkla seyrettim.
İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda 1981’de öğrencilik dönemimde kadrosuna katıldığım Turan Oflazoğlu’nun Kösem Sultan oyununda Ahmet Uğurlu ile hem tanışma fırsatını yakaladım hem de Mustafa Ağa rolünde nasıl bir disiplin ve ustalıkla rolüne sarıldığına sahnede tanık oldum. Sahnesine dakikalar olmasına rağmen antre alacağı köşede bekler, sahneye çok sakin ve emin adımlarla girerdi. Sonraki yıllarda Goldoni’nin İki Efendinin Uşağı (Truffaldino rolünde) ve Musahipzade Celal’in İstanbul Efendisi (İrfan rolünde) oyunlarında ustalık düzeyine taşıdı oyunculuğunu. 1987-88 sezonunda masallardan uyarlama bir müzikal çocuk oyunu olan Büyük Miras’ı yönetti. 1989’da rol aldığı Guy Foissy’nin Köprüdeki Adam oyunundan sonra Devlet Tiyatroları’ndan istifa ederek eşi senaryo yazarı Necef Uğurlu ile birlikte hem TV kanallarında komedi yapımlarına imza attı hem de kendi özel tiyatrosunu kurdu. 1997’de Ahmet Levendoğlu rejisiyle Tiyatro Stüdyosu’nda Turgay Nar’ın Çöplük oyununda rol aldı. 2004’te İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda Berkun Oya’nın Yangın Duası oyunuyla sadece bir sezon oynadı.
Sinemada yıllarca aykırı tiplemelerde boy gösterdikten sonra Derviş Zaim’in Tabutta Rövaşata (1996) filminde oynadığı unutulmaz rolüyle birçok ödül kazandı. Uğurlu son yıllarda TV dizileri ve sinema filmlerinde (Faint Sound, Avcı, Memleket Meselesi, Döngel Kârhanesi, Yol Ayrımı, Behzat Ç.) sıradışı karakterlere can vermişti. Her türden eserde (komedi/dram/trajedi) seyrettiğimiz Ahmet Uğurlu, doğal, ekonomik ve etkili oyunculuğu ile tiyatro ve sinema tarihinde güzel izler bıraktı.
Önceki yıllarda kaybettiğimiz değerli oyuncu arkadaşlarıyla buluştu şimdi. Tuncel Kurtiz, Turgut Savaş, Macit Flordun, Numan Tala Pakner, Nur Subaşı ve sınıf arkadaşı Civan Canova ile birlikte belki de bir tiyatro topluluğu kuruyorlardır.
Tabutta Rövaşata’da oynadığı Mahsun karakteri ne demişti?
“Arkadaşlar iyidir.”
ERDAL ATABEK (1930-2024)
Barış ve hak savunucusu hekim
Yaşamı boyunca hekimliğinin yanısıra toplumsal sorunlara duyarlılığı ve mücadeleci kişiliğiyle de bilinen Dr. Erdal Atabek 31 Mayıs’ta 94 yaşında öldü. Adapazarı’nda doğan Erdal Atabek, 1954’te İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Uzmanlık alanını psikiyatri olarak belirleyen Atabek, 1965’te Milliyet gazetesinde köşe yazarlığına başladı, 1966’da ise Cumhuriyet gazetesine geçti; vefatına kadar bu gazetenin yazarı olarak kaldı. 1965’te Türk Tabipleri Birliği başkanı seçilen Erdal Atabek bu görevi de 1984’e kadar sürdürdü.
Barış Derneği’nin de kurucuları arasında yer alan ünlü hekim, bu nedenle 12 Eylül darbesinin ardından 4 yılı aşkın cezaevinde tutuldu. 1991’de beraat etti.
Dr. Erdal Atabek, 1970’lerin başında SGK Genel Müdürlüğü ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Müsteşarlığı da yaptı. Toplumsal değişimler ve birey psikolojisi üzerine analizler yaptığı 20’nin üzerinde kitaba imza atan Atabek, için yazarı olduğu Cumhuriyet gazetesinde bir tören düzenlendi. Burada konuşan Dr. Vedat Bulut, Türkiye’de pek çok hekimin gençlik yıllarından itibaren Atabek’in yazılarını okuduğunu belirtti ve “Onun sözlerinin ne kadar önemli olduğu her geçen yıl ortaya çıktı. Sağlık Bakanlığı onun uyarılarını dikkate alsaydı, bu kadar hasta ve poliklinik olmaz, pandemide bu kadar kişi yaşamını yitirmezdi” dedi.
ÖZLEM KUMRULAR (1974-2024)
Tarihçi-edebiyatçı profesörden erken veda
Osmanlı tarihi üzerine akademik çalışmaları ve eserlerinin yanısıra, Kösem Sultan, Haremde Taht Kuranlar adlı kurgu romanları da bulunan Prof. Dr. Özlem Kumrular, 50 yaşında yaşamını yitirdi. İstanbul doğumlu Kumrular, lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatı bölümünde, yüksek lisansını ise aynı üniversitenin Tarih bölümünde tamamladı. Doktorasını ise İspanya’daki Salamanca Üniversitesi’nde yaptı. Bahçeşehir Üniversitesi’nde görev yapan Kumrular 2018’de yılında profesör unvanını aldı.
Kumrular, İspanya kaynaklarından Türk ve Osmanlı tarihi araştırmalarıyla tanındı. İslam Korkusu ve Osmanlı-Habsburg Düellosu kitapları yabancı dillere çevrildi. Prof. Özlem Kumrular, geçen yılın Haziran ayında Zürih’te geçirdiği bir trafik kazasında yaralanmıştı; uzun süredir tedavi gördüğü İstanbul’daki hastanede 29 Mayıs 2024’te hayatını kaybetti. Cenazesi Nakkaştepe Mezarlığı’nda toprağa verildi.
DONALD SUTHERLAND (1935-2024)
En iyi ‘kötü adam’dı…
Kanadalı ünlü aktör Donald Sutherland, 88 yaşında öldü. 20 Haziran 2024’te aktörün ölüm haberini yine başarılı bir oyuncu olan oğlu Kiefer Sutherland sosyal medya hesabından duyurdu. Donald Sutherland, “Cephede Eğlence”, “Çılgın Savaşçılar”, “1900”, “Sıradan İnsanlar” gibi filmlerle ünlendi. Uzun kariyerinin sonlarında “Açlık Oyunları” serisinin ilginç ve kötü başkanı Snow’u canlandırmıştı. Eleştirmenler tarafından döneminin en iyi oyuncularından biri olarak tanımlanan Sutherland, 70’ler sinemasının normlarını zorlamış, ilerleyen yaşına rağmen çalışmaktan geri durmamıştı.
MURAT SOYDAN (1940-2024)
Yeşilçam’dan bir yakışıklı daha gitti
Türk sinemasının unutulmaz yüzlerinden biri olan ve sinema tarihimize damgasını vuran Murat Soydan, 11 Haziran’da hayatını kaybetti. 1940 Lüleburgaz doğumlu sanatçının gerçek adı Rüçhan Tercan’dı. İktisadi İlimler Akademisi ve İstanbul Belediyesi Konservatuvarı Türk Musikisi bölümünü bitirdi. 1966’da bir derginin açtığı yarışmayı kazanarak sinemaya giren sanatçı, Yeşilçam’ın en parlak döneminin aranan yüzlerinden biri oldu. 150’den fazla filmde rol aldı. Özellikle, duygusal ve dramatik rollerdeki başarısı, onun geniş kitlelerce tanınmasını sağladı. Müziğe olan ilgisiyle de bilinen ünlü oyuncu zaman zaman sahnede de şarkı söyledi. Murat Soydan, bir dönem Sinema Oyuncuları Derneği başkanlığı da yapmıştı.
JEAN-LOUIS BACQUE-GRAMMONT (1941-2024)
Türklere, Türkçeye ve Türk tarihine adanan ömür
“Kendimize ne kadar yabancı olduğumuzu kanıtlayan bir yerli”ydi
Yakın tarihimizin en önemli Türkolog ve Anadolu tarihi uzmanlarından Jean-Louis Bacqué-Grammont, geçen ay hayatını kaybetti. Gerek orijinal eserleri gerekse çevirileriyle literatüre önemli eserler kazandıran Bacqué-Grammont, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu üyeliklerinde de bulunmuştu.
Ölümünden sonra ülkemizde maalesef ilgili çevreler tarafından dahi bahsedilmeyen bu müstesna akademisyeni, Enis Batur’un ilk olarak 1999’da yayımlanan Kurşunkalem Portreler (Sel Yayınları) adlı kitabındaki yazısından bir bölümle anıyoruz:
“Yerliliğimizin altını çizerken, “yerli”lerimizi tanımlarken dayanaklardan yoksun bir mağrurluk kaplıyor sözlerimizi, genellikle. “Yabancı”larımıza yaklaşırken, kaynağını çoktan unuttuğumuz bir paranoya yönlendiriyor bizi. “Öteki”ne öylesine kapatmışız ki kendimizi, o bize yaklaştığında, enikonu yaklaşıp “biz”lerden biri haline geldiğinde, hele ki “biz”den fazla “yerli”leştiğinde ne yapacağımızı, söyleyeceğimizi bilemez oluyoruz.
Jean-Louis Bacqué-Grammont’u Türkiye’de tanıyanların sayısı az değil. Özellikle de Tarih, Toplumsal Tarih, Kültür Tarihi, Arkeoloji ya da İnançlar Tarihi bağlamında çalışan araştırmacıların yakından bildiği, çalışmalarından yararlandığı, derinlemesine yayılan uzmanlığından etkilendiği bir isim. Bilen biliyor onu gerçi, ama kalemim burada, onu duymamış olanlara doğru hareket ediyor.
1960’lı yıllardan başlayarak yaklaşık 10 yıl Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nün yöneticiliğini yapmış, o çerçevede çeşitli yayınların devreye girmesinde, incelemelerin başlatılmasında, öncülük görevi üstlenmiş. O gün bugün, dindirilmesi olanaksız görünen bir susuzlukla Osmanlı-Türk kültürünün “ince iz”, büyük emek ve sabır, kalıtım ve işbirliği gerektiren alanlarına uzanmış.
Kendisi, bilgisizliğinin sınırlarını daraltmak için çırpını yordur şüphesiz; onunla karşılaşan tam tersine, birikiminin bir sınırı olmayabileceğinden ürküyor. Tek tek bütün mezartaşlarını buluyor, görüntülüyor, okuyor sözgelimi; onlardan elde ettiği somut bilgileri (hangi tarihler arasında yaşamış, nereli ve kimlerden, ne tür görevler üstlenmiş vb.) belgelerden topladıklarıyla besliyor. Konunun öteki uzmanlarıyla sıkı bir iletişim ağı kurmuş, böylece veri bankasını zenginleştiriyor; üstüne üstlük, Yavuz Sultan Selim sonrası gibi uzak, zorlu bir zaman dilimini seçmiş bu araştırma için. Şimdilerde, bu yıl sonunda ilk cildi günışığına çıkacak, kolektif bir Tophane Monografisi araştırmasının önderliğini sürdürüyor. Ekrem Işın, bir üçgen kurup buluşturdu bizi; iğneyle (değil iğnelerle) kuyu (değil kuyular) kazan bu adam beni durduğum yerde büzüşmeye, iyice ufalıp kaybolmaya yöneltecek ölçüde varlıklı ve alçakgönüllüydü, gözümle gördüm. Osmanlı ölçülerinin, ölçü birimlerinin Zaman ve Mekân içindeki değişimlerini didiklediği bir başka çalışmasının ortasından hızla geçtik bu arada; Brest’te sütun gibi dikilmiş bir top ile Askerî Müze’deki, İstanbul’daki topların ve Paris’te, Invalides’in bahçesindeki Osmanlı toplarının arasında çılgın bir polisiye romanın sayfalarında dolaştık; müthiş birkaç saatti doğrusu. Bacqué-Grammont’un, araştırmalarının içinde kaybolmuş bir öte dünyalı sanılmasına katkıda bulunmak istemem, büsbütün yanlış olur bu. Bir dünyalı o. Tatlı dedikodu yapmaya, rakıya, yemeye bayılıyor. İstanbul’da yaşadığı dönemde, çaktırmadan yemek yazıları da döktürürmüş. Bir ihbar: Kullandığı takma isim Maskeli Çatal’mış…
Gene de kendimize ne kadar yabancı olduğumuzu kanıtlayan bu yerliyi, önce araştırmalarına başvurup tanımalıyız diye düşünmeden edemiyorum ben.”