Cumhuriyetin 100. yıldönümünde vefat eden Jeyan Mahfi Ayral Tözüm, seslendirme işini aşkla, tutkuyla yapmış, Türkçeyi mükemmel kullanan bir zarafet abidesi ve üstün yetenekli bir sanatçıydı. Kariyeri boyunca Belgin Doruk’tan Hülya Avşar’a kadar Türk sinemasının neredeyse tüm kadın başrol oyuncularını o seslendirmişti.
Jeyan Hanım ile 1990’ların başında TRT’nin İstanbul Ulus’taki stüdyolarında karşılıklı seslendireceğimiz bir sahne sebebiyle tanıştım. “Yalan Rüzgarı” dizisinde Lauren karakterini seslendiriyordu. O dönemde ben de aynı dizide yardımcı rollerden birine sesimi veriyordum. Ustaların ustası bir tiyatro oyuncusu ve dublaj sanatçısı olduğu için böyle insanlarla aynı sahneyi konuşmak her insan üzerinde baskı yaratır. O dönem henüz bir çömez olan ben, bu baskıyı daha da ağır hissediyordum. Zira Jeyan Hanım gibi ustalarla mikrofon paylaşıyorsanız, ağız senkronunu kaçıramazsınız, sürçme lüksünüz yoktur. Hata yaparsanız o yılların seslendirme teknolojisi, tüm sahneyi tekrar baştan kaydetmeyi gerektirir. Dizlerimin titremesine rağmen hatasız bir dublaj kaydı olmuştu neyse ki.
Jeyan Hanım, 6 Ağustos 1928’de İstanbul’da doğmuştu. Babası, Şehir Tiyatroları’nın efsanevi aktörü Necdet Mahfi Ayral’dı. Necdet Bey, Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi’ndeki “Uyan ey yâreli şîr-i jeyân bu hâb-ı gafletden” (Ey yaralı kükreyen aslan, uyan bu gaflet uykusundan) dizesinden ilham alarak, kızına kimsede olmayan bir isim koymak istemiş ve Kâmûs-ı Türkî’den araştırarak “Jeyan” ismini vermişti.
Jeyan Hanım, babasının cesaretlendirmesiyle 1938’de henüz 10 yaşındayken Henrik İbsen’in Peer Gynt oyununda Solveige’in hayali rolü ile sahnede bulur kendini. 1985’e kadar neredeyse yarım yüzyıl sürecek tiyatro kariyeri boyunca Şehir Tiyatroları’nın usta oyuncularıyla başrolleri paylaşır. Sinema oyunculuğu da yapar ve 8 filmde rol alır.
Jeyan Hanım dublaj hayatına 1930’ların sonunda Mısır filmleri furyası döneminde başladı. İlk rolü, “Aşkın Gözyaşları” filminde konuştuğu çocuk karakteriydi. 70 yıl süren dublaj kariyeri boyunca Belgin Doruk, Türkan Şoray, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik, Müjde Ar, Hale Soygazi, Emel Sayın, Gülşen Bubikoğlu, Ahu Tuğba, Serpil Çakmaklı, Hülya Avşar, Harika Avcı gibi pek çok oyuncuyu seslendirdi.
Aynı filmde iki farklı karaktere ses vermesiyle de ün yapmıştı. “Ağlayan Melek” (1970) filminde hem Türkan Şoray’ı hem de Oya Peri’yi seslendirirken, “Köyden İndim Şehire” (1974) adlı filmde hem Meral Zeren’i hem de Mine Mutlu’yu konuşmuştu. Özellikle “Ağlayan Melek” filminde berrak bir İstanbul ağzıyla konuşan Türkan Şoray ile Rumca aksanla konuşan Oya Peri’yi aynı kişinin konuştuğunun uzun yıllar farkedilmemesi, Jeyan Hanım’ın ustalığını gösterir. Yabancı film dublajında ise Sophia Loren, Elizabeth Taylor ve Ingrid Bergman gibi oyuncuların Türkçe sesi olmuştur.
Cumhuriyetin 100. yıldönümü olan günde kaybettiğimiz Jeyan Mahfi Ayral Tözüm, seslendirme işini aşkla, tutkuyla yapmış, Türkçeyi mükemmel kullanan, zarafet abidesi, üstün yetenekli bir sanatçıydı. Yeğeni olan oyuncu ve seslendirme sanatçısı Parla Şenol, vefatının ardından şöyle seslendi: “Sesiyle Türkiye’yi etkiledi, sessizce gitti.”
BİLAL ŞİMŞİR (1933-2023)
38 yıllık diplomasi kariyeri onlarca cilt kitapla taçlandı
Arnavutluk, Çin, Avustralya ve Güney Pasifik ülkelerinde büyükelçilik yapan Bilal Şimşir, aynı zamanda üretken bir yazardı. Gizlilik süresi dolan İngiliz belgeleri üzerine yaptığı araştırmalar ve bunlarla ilgili kitapları ile tanınıyordu.
Bakanlık’ta birlikte çalıştığı mesai arkadaşlarının “deneyimleriyle genç diplomatlara yol gösteren çok kıymetli bir meslek büyüğü” olarak andığı Bilal Şimşir, 1933’te Bulgaristan’da dünyaya geldi. Ortaokul ve liseyi burada tamamladıktan sonra 17 yaşında ailesiyle birlikte Türkiye’ye göç edip Gelibolu’ya yerleşti. Daha sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’ne giren Şimşir, 1957’de mezun oldu ve aynı fakültenin Diplomasi Tarihi kürsüsünde Prof. Dr. Ahmet Şükrü Esmer’in asistanı olarak çalışmaya başladı.
Şimşir’in aktif diplomasi kariyeri 1960’ta başladı. Paris, Şam, Londra, Lahey Büyükelçiliklerinde başkatip ve müsteşarlık görevlerini üstlenen Şimşir, Dışişleri Bakanlığı merkezde şube müdürü, daire başkanı, genel müdür yardımcısı ve genel müdür olarak görev yaptı. Arnavutluk, Çin, Avustralya ve Güney Pasifik ülkelerinde büyükelçi olarak Türkiye’yi temsil eden Şimşir, 1998’de Dışişleri Bakanlığı’ndaki 38 senelik hizmetinin ardından emekliye ayrıldı.
1960’lı yıllarda Türkiye Cumhuriyeti tarihi üzerine araştırma kitapları yazan Şimşir, Bakanlık’tan emekli olduktan sonra tüm mesaisini yeni kitapları üzerine çalışmaya ayırdı. Daha çok, gizlilik süresi dolan İngiliz belgeleri üzerine yaptığı araştırmalar ve yakın Türkiye tarihi üzerine kitapları ile tanındı. Son derece iyi bir arşivci ve üretken bir yazar olan Şimşir’in yayınlanmış eserlerinin sayısı 130’u buluyordu.
ERGUN ÖZBUDUN (1937-2023)
Türkiye kamuoyu Özbudun’u 2007 anayasa krizinde tanıdı
Ergun Özbudun, asıl alanı olan anayasa hukukunun yanısıra siyaset bilimi üzerine de eserler verdi. Kamuoyu Özbudun’u AK Parti’nin 2007’deki anayasa taslağını hazırlayan akademisyen heyetinin başkanlığını yaptığı sırada yakından tanımıştı.
Türkiye’nin en önemli anayasa hukukçularından Prof. Dr. Ergun Özbudun, 1 Kasım’da hayatını kaybetti. 1962’den itibaren 32 yıl Ankara Üniversitesi’nde, 1994’ten sonra Bilkent Üniversitesi’nde dersler veren Özbudun, Harvard Üniversitesi’nde araştırmacı (1963-66, 1971-73), Chicago (1973), Sorbonne (1980), Columbia (1981-82) ve Princeton (1982- 83) üniversitelerinde de misafir profesör olarak ders vermişti.
Asistanlığının ilk yıllarından itibaren anayasa hukukunun yanısıra siyaset bilimiyle de ilgilenen Özbudun, Türkiye’nin demokratikleşme ve anayasallaşma girişimindeki sorunlu alanları, ilerleme ve gerileme dinamiklerini, ordunun siyasetteki rolünü inceledi. 2010’da verdiği bir söyleşide siyaset bilimine ilgisini anlatırken şunları söylemişti: “1963-1966 arası Harvard’da en yakın çalıştığım hocam Samuel Huntington oldu. Biliyorsunuz Medeniyetler Çatışması’nın, Demokrasinin Üçüncü Dalgası’nın yazarı. Siyasetbilimi alanında 20. yüzyılın bence en parlak dimağlarındandı ve onunla yakın çalışmak kariyerim bakımından en büyük şanslarımdan biriydi”.
Türkiye kamuoyu Ergun Özbudun’u 2007 yılında AK Parti’nin “sivil anayasa” ismini verdiği anayasa taslağını hazırlayan akademisyen heyetinin başkanlığını yaptığı sırada yakından tanıdı. Özbudun, bu görevi nedeniyle yapılan eleştirilere “Anayasa krizinde liberal pozisyon almam bazı eski arkadaşlarımda, meslektaşlarımda haketmediğimi zannettiğim birtakım tepkiler uyandırdı” cevabını vermişti.
YAĞMUR ATSIZ (1939-2023)
Hayali yönetmen olmaktı, müstesna bir gazeteci oldu
Gazeteci Yağmur Atsız, Türkçü-Turancı düşüncenin tanınmış isimlerinden Nihal Atsız’ın oğluydu ama, görüşleri babasınınkinden çok farklıydı. Tiyatro yazarı ve yönetmeni olmak isterken yolu gazetecilikle kesişen Atsız, Türkçe dışında 6 dil biliyordu.
Yağmur Atsız, 4 Kasım 1939’da İstanbul Cihangir’de, Alman Hastanesi’nde doğdu. Haydarpaşa Lisesi’nde okurken Haldun Dormen’in Cep Tiyatrosu kurslarına gidiyor, yazar ve yönetmen olma hayali kuruyordu. Üniversite eğitimine İstanbul Hukuk Fakültesi’nde başladı. Kısa süre sonra okulu bırakıp Almanya’ya gitti ve Bonn Üniversitesi’nde siyaset bilimi eğitimi aldı. Aynı bölümde yüksek lisans yaparken bir radyonun haber merkezinde çalışmaya başlayan Atsız, 1971’den itibaren 30 yıl boyunca Almanya’da gazetecilik, radyoculuk ve televizyonculuk yaptı. 2002’de Türkiye’ye dönüp köşe yazarlığına başlayan Atsız, 2016’da sağlığı bozulana kadar çeşitli gazetelere yazı yazmayı sürdürdü.
Türkçü-Turancı düşüncenin tanınmış isimlerinden Nihal Atsız’ın oğluydu ama görüşlerinin babasının görüşleriyle uyuşmadığını şu sözlerle açıklamıştı: “Babam Nihal Atsız, Ziya Gökalp milliyetçiliğinin varisiydi, görüşlerime uymayan bir milliyetçilik anlayışına sahipti. O ekol bizi Orta Asya’ya bağlıyor. Ben, aidiyetimizi Osmanlı-Selçuklu medeniyetine bağlayan Yahya Kemal ekolüne mensup addederim kendimi.”
Türkçe dışında Almanca, İngilizce, İspanyolca, Arapça ve Farsça bilen, 9 kitaba imza atan ve iyi şiirler yazan bir entelektüel olsa da hayatı boyunca “Nihal Atsız’ın oğlu” olarak anıldı. Ömrümün İlk 65 Yılı adlı kitabında bu durumdan çok sıkıldığını şu sözlerle açıklıyordu: “Artık 65’imi bitirdim, ‘altmışaltıya bağladım’, beni biraz da ‘ben’ olarak ele alsanız kıyamet mi kopar?”
OSMAN SAFFET AROLAT (1942-2023)
Ekonomi basınının duayeni ardında silinmez izler bıraktı
Gazeteciliğin farklı alanlarında çalışmış olsa da daha çok ekonomi gazetecisi olarak tanınan Arolat, Anadolu’yu karış karış dolaşmış ve toplumun farklı kesimlerinden sayısız insanla temas edip birçok kentin gündelik-insani gerçeğini sayfalara taşımıştı.
Osman Saffet Arolat, Türk basınına 60 yıl hizmet etmiş, lise yıllarından beri gazetecilikle içiçe olan ve “duayen” sıfatını sonuna kadar hakeden bir gazeteciydi. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirmişti. Üniversite yıllarında gençlik hareketlerinin içinde yer aldı ve ‘68 kuşağının tanınmış isimlerinden biri oldu. Yazıları nedeniyle yargılandı ve cezaevinde yattı. Aynı zamanda dereceleri olan millî bir atletti.
Gazeteciliğin farklı alanlarında çalışmış olsa da uzun yıllar Dünya gazetesinin yayın yönetmenliğini yaptığı için daha çok ekonomi gazetecisi olarak tanındı. Birçok meslektaşının aksine tek ilgi alanı İstanbul merkezli iş dünyası değildi. Arolat, onyıllar boyunca Anadolu’yu karış karış dolaşmış ve toplumun farklı kesimlerinden sayısız insanla temas edip birçok durumu, sorunu yansıtmıştı.
Bir Gençlik Liderinin Anıları ve Babıâli Anılarım başta olmak üzere yayınlanmış birçok kitabı vardı. Uzun yıllar birlikte çalıştığı gazeteci Hakan Güldağ, Bâbıâli Anılarım adlı kitap için kaleme aldığı yazıda Arolat’ı şöyle anlatıyordu: “Sadece gazeteciliği değil, bütün yaşamı baştan sona mücadeledir. Koşucudur ama onun da engellisi denk gelmiştir. Ama şunu biliyorum ki, nasıl bir atlet olarak 400 metre engellide Balkanlar’da derece yapmayı başarmışsa, Osman Ağabey o yumuşak ama mücadeleci karakteriyle her defasında karşısına çıkan sorunları aşmasını bilir.”
ORHAN TAYLAN (1941-2023)
Kelimenin tam anlamıyla ‘sıradışı’ bir sanatçıydı
Türkiye’nin tanınmış ressam ve heykeltıraşlarından Orhan Taylan, 82 yaşında hayatını kaybetti. Taylan, 1 Mayıs kutlamalarının iki simge afişinin, dünyayı avucuna sığdırmış, havaya kaldıran nasırlı eller ile “zincire vurulmuş işçi” afişlerinin çizeriydi.
Gerçek bir mücadele insanıydı Orhan Taylan. Maddi durumu iyi bir ailenin çocuğu olarak çok farklı bir hayat sürebilecekken zor olanı seçmiş ve “ezilenlerden yana” saf tutmuştu. 1962’de Robert Kolej’den mezun olunca Roma Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmişti. 1966’da Türkiye’ye döndükten sonra Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) katılmış ve hem partinin hem de çeşitli sendikaların görsel işlerini üstlenmişti. 1976 1 Mayıs’ı için tasarladığı dünyayı avucuna sığdırmış, havaya kaldıran nasırlı eller afişiyle Prag’da düzenlenen uluslararası sendikal afişler yarışmasında birincilik ödülü almıştı.
Taylan, 2003’te kendisini şu sözlerle anlatmıştı: “Orhan Taylan’ın eserleri dünyanın ve Türkiye’nin çeşitli müzelerinde bulunmaz. Türk resim sanatı seçkilerine adını katmamak için çabalayanlara kızmaz. Yurtdışında sergi açarken, oralarda ünlenmek hevesine kapılmaz. Hapishane anıları yazmak ya da sülalesiyle böbürlenmek gibi merakları yoktur. Karma sergilere katılmaz. Başka sanatçıları yargılamaktan hoşlanmadığı için resim jürilerinde ve bilirkişi heyetlerinde yer almaz. Sakal bırakmaz, pipo içmez. Gravür yapmaz, heykellerini çoğaltmaz. (…). Suluboya kullanmaz. Yağlıboyasını kendi yapmayı, oğlu Ferhat’ı, edebiyatı, Macintosh’unu ve büyük atölye düzeninin keyfini başka şeylere değişmez. Akşam içkisini ihmal etmez. (…) Polis devletine de şeriat devletine de karşı demokrasiyi savunmayı bir erdem sayar. Yurtdışında yaşamaz. İstanbul’da, Asmalımescit’te oturur, resim yapar.”
METİN UCA (1961-2023)
Şöhret onu hiç bozmadı hiçbir baskı onu yıldırmadı
On parmağında on marifet diye tanımlanan insanlardandı Metin Uca. Kimi zaman muhabir oldu, kimi zaman televizyon yapımcısı, kimi zaman sunucu… Şöhretin cazibesine kendini hiç kaptırmadı, gördüğü baskılara rağmen omurgalı duruşundan taviz vermedi.
Metin Uca, otomobil kullanırken aniden rahatsızlandığı ve bu nedenle trafik kazası geçirdiği haberi duyulduktan kısa süre sonra sosyal medya hesaplarından bir açıklama yapmış, hastanede 1 hafta tedavi göreceğini duyurup “Hızla iyileşip aranıza döneceğim” demişti. Bu paylaşıma sevinen dostları ve sevenleri, kısa süre sonra gelen acı haberle sarsıldı: 62 yaşındaki Metin Uca hayatını kaybetmişti.
Uca; kimya mühendisliği, jeoloji mühendisliği, tiyatro ve gazetecilik eğitimi almıştı. 1987’de Anadolu Ajansı’nın sınavını kazanmasıyla başlayan gazetecilik kariyerinde çok sayıda ödül aldı. Sonrasında, TRT, Kanal D, Milliyet, EP dergisi, Show TV, ATV ve Star televizyonlarının Ankara bürolarında muhabir ve programcı olarak çalıştı. 1999’dan itibaren sabah programları, yarışma programları ve sahne gösterileri ile İstanbul’da çalışmaya başladı. Geniş toplumsal kesimlerin sevdiği programlara imza attı.
Sokaklarda zor yürüyecek kadar ünlüydü artık ama, şöhret onu hiç değiştirmedi. Dünya görüşü nedeniyle gazetecilik yapması, ana akım televizyon kanallarına program hazırlaması engellenince, sahneye çıkıp tek kişilik gösterilere başladı. Hem bunlarla hem sosyal medya paylaşımlarıyla muhalif tavrını sürdürmesi, şimşekleri bir defa daha üzerine çekti. Gözaltına alınıp yargılandı ama çizgisinden hiç taviz vermedi.
Aynı zamanda,sokak hayvanları için de mücadele eden bir hayvan dostuydu Uca. Kendi tabiriyle “tüm sokak hayvanlarının hamisi”ydi.