İnsanlar teknoloji karşısında hep ifratla tefrit arasında gidip geldi. Dokuma makineleri, işçileri korkuttu; matbaa ise elyazısıyla kitap çoğaltan yazıcıları. Bisiklet, tren, otomobil, uçak, telefon, elektrik, internet… Hepsi ilk ortaya çıktığında birbirine zıt bu iki tepkiye yolaçtı. Teknolojinin etkisini kısa vadede çok büyütüyoruz, uzun vadede ise küçümsüyoruz.
Dergimizin yayın yönetmeni bana müjdeyi verdi: Artık çevirmen olarak mesleğim, tehlike altındaki bir türe dönüşmüştü! Zira yapay zeka araştırma merkezlerinden OpenAI’ın yeni açıkladığı ChatGPT-4o, diğer başka marifetlerinin yanısıra bugüne kadar geliştirilmiş çeviri uygulamalarının da en iyisiydi. Gerçekten farkettim ki herkes çoktan ChatGPT’yi telefonuna indirmiş, çeşitli dillerde çeviri yapıp eğlenmeye başlamıştı.
Gerçi bir süredir yapay zekadan başka bir şey duymuyorduk. Ancak bana en ilginç gelen, borsaların da coşması, yapay zeka şirketlerinin hisselerinin şaha kalkmasıydı. Öyle ya, dünyadaki hisse senedi piyasalarında yapay zekaya dayalı algoritmaların doğal zekalı borsacıları neredeyse geride bırakmaya başladığı günlerdeydik. Belki borsada çalışanların mesleği de son günlerini yaşamaktaydı, tıpkı çevirmenlerinki gibi…
Çevirmenler, borsacılar ve diğerleri… Korkmalı mıyız? Yoksa coşmalı mıyız?
Önümüzü görmek için geçmişe baktığımızda, insanlığın her büyük teknolojik yeniliğe bu iki tepkiden birini gösterdiğini farkediyoruz. Kimilerine göre insanlığın sonu geliyor, kimilerine göre de insanlığın sorunları sona eriyor. Oysa bu iki öngörünün de doğrulanmadığını tarih bize gösteriyor. En mantıklı yorum belki de Amara Yasası. Amerikalı biliminsanı ve fütürist Roy Amara (1925- 2007) şöyle demiş: “Teknolojinin etkisini kısa vadede çok büyütüyoruz, uzun vadede ise küçümsüyoruz” (kimileri, Bill Gates de benzer bir cümle kurduğu için buna “Gates Yasası” diyor.)
Gerçekten de Dolly (1996- 2003) adlı klonlanmış koyunu biraz çabuk unutmadık mı? Aradan geçen zamanda maymun, köpek, kedi, kuş, deve, kurt, aklınıza gelen her türlü hayvan klonlandığı halde bu önemli buluşun nereye gittiği, Dolly’nin doğduğu gün kadar bizi ilgilendirmiyor. Unutmayalım ki bisiklet, tren, otomobil, internet de ilk ortaya çıktıklarında büyük gürültü koparmış, servetler yatırılmış icatlardı ama, o sıralarda henüz potansiyelleri tam olarak ortaya çıkmamıştı. Aradan yıllar geçip her yere yayıldıktan sonra ise, aslında dünyayı değiştirmiş olmalarına rağmen, hayatın kopmaz birer parçası olarak neredeyse görünmez hale geldiler.
Teknoloji korkusu deyince, öncelikle İngiltere’de 200 yıl önce meydana gelen ve “Luddit” adı verilen işçi eylemlerini düşünmek gerekir. Adını gerçekte varolmayan, efsanevi Ned Ludd adlı bir kahramandan alan bu eylemci işçiler, işlerini kaybedecekleri korkusuyla makineleri kırıp dökmüşlerdi. Bu eylemler, yakın tarihe kadar “gerici” bir hareket olarak algılandı. Ancak tarihçiler artık bu basmakalıp inanışa şüpheyle yaklaşıyor. Geçmişe dönüp bu eylemleri didik didik araştıran günümüz tarihçileri, farklı bir manzarayla karşılaştı: Orijinal Ludditler, teknolojiye karşı olmadıkları gibi, bu yenilikleri kullanma becerisinden de yoksun değildiler. Çoğu, tekstil sanayiinde çalışan yetişmiş makine operatörleriydi. Kaldı ki, bir sanayi protestosu olarak makineleri kırmak ne onlarla başlamıştı ne de onlarla bitecekti. İşçilerin sabolarıyla işyerlerini tahrip ettiği, “sabotaj” kelimesinin kökenindeki eylemler, ücret ve çalışma koşullarını düzeltmeyi hedefleyen bir mücadele yöntemiydi.
19. yüzyıl başında İngiltere’de, Fransa ile bitmek bilmeyen savaş ve yayılan işsizlik, yoksulluğu bütün taşraya yaymıştı. Gıda fiyatları durdurulamaz şekilde artıyordu. 11 Mart 1811’de dokuma sanayiinin merkezlerinden Nottingham’da İngiliz birlikleri, daha fazla iş ve daha iyi ücret isteyen bir protestocu kalabalığına saldırdı. O gece öfkeli işçiler, yakındaki bir köyde dokuma makinelerini kırıp döktüler. Ardından bu tür protestolar ülkenin en kuzeyine kadar yayıldı. Öyle ki parlamento, “makine kırma”nın cezasını idam olarak belirledi!
2004’te tarihçi Kevin Binfield’in editörlüğünde Writing of the Luddites (Ludditlerin Yazıları) başlıklı bir derleme yayımlandı. Kitap, İngiltere’nin üç ayrı bölgesinden bu protestolara katılan ve sanılanın aksine hiç de eğitimsiz olmayan Ludditlerin kaleminden çıkma bildiriler, mektuplar, gazete yazıları ve risalelerden oluşmuş bir derlemeydi. Binfield’e göre, 19. yüzyıl başında işçilerin verimliliği her gün artan makinelerden korktuğu elbette doğruydu; ama “Ludditlerin kendilerinin makinelerle ilgili bir sorunu yoktu.” Onlar için asıl mesele, işverenlerin makineleri, standart emek uygulamalarının etrafından dönerek “sahtekarca ve yanıltıcı şekilde” kullanmalarıydı. Eylemciler, makinelerin bir çıraklık sürecinden geçmiş eğitimli işçiler tarafından doğru düzgün ücretler karşılığında kullanılmasını istiyorlardı.
Harekete adını veren kurgu karakter Ned Ludd hakkında anlatılan efsanevi hikaye bile asıl sorunun başka bir yerde olduğunu gösteriyordu: Öyküye göre adı Ludd veya Ludham olan genç bir çırak bir dokuma tezgahında çalışırken, şefi onu çok gevşek ördüğü için azarlamış ve “iğnelerini düzelt!” (makine belli sayıda iğneyle çalışıyordu) diye bağırmıştı. Bunun üzerine Ludd kızarak bir çekiç kapmış, bütün makineyi tuzla buz etmişti…
Bu eylemler bittikten kısa bir süre sonra “Sanayi Devrimi”nin sonuçları bütün toplumda tartışılırken, bazı entelektüel çevrelerde makineleşmeye karşı bir korku başladı. 19. yüzyılın çok etkili İngiliz düşünürü Thomas Carlyle’ın sözlerine (1829) göre, “bir makine çağı”na girilmişti. Teknoloji, “düşünme ve hissetme biçimimizde müthiş değişimlere” yol açıyordu: “İnsanlar ellerinde olduğu kadar kafalarında ve kalplerinde de mekanik hâle geldiler.”
Bu hadiselerin İngiltere veya Avrupa’ya özgü olmadığını, bizim işçi tarihimizin de bir parçası olduğunu eklemeliyiz. Profesörler Yaşar Bülbül ve Rahmi Deniz Özbay, “Osmanlı İmparatorluğunda Teknolojiye Karşı Direncin İktisat Tarihi” adlı makalelerinde (2007), 1850’lerden 1910’lara kadar işçi eylemlerini taradıklarında benzer bir sonuca ulaştılar. Tekstil sektörü başta olmak üzere, bu kesimde yoğun olarak çalıştıkları için kadın işçilerin önemli rol oynadıkları olaylarda; eğirme makineleri, tezgahlar, mekanik taraklar saldırıya uğramıştı. Ancak olayların tamamının teknoloji karşıtı eylemler olmadığı, birçoğunun ücret ve çalışma koşullarıyla ilgili taleplerden ve işçilerin patlayan öfkelerinden kaynaklandığı anlaşılıyordu.
Ludditleri temize çıkarsak bile, işsiz kalma korkusuyla çoğu insanın teknolojik gelişmelere tepki duyduğu gerçeğini unutamayız. Johannes Gutenberg 15. yüzyılda matbaayı geliştirdiğinde, dünyada bilginin yayılmasında büyük bir değişikliğin ilk bebek adımı atılmış oldu. Matbaadan önce kitaplar yavaş ve pahalı bir şekilde elle kopyalanarak çoğaltılıyordu. Hayatını bu işi yaparak kazanan zamanın yazıcılarının (kopistlerin) nasıl bir tepki gösterdiğini tahmin etmek zor değil. 1492’de Alman rahip Johannes Trithemius, De Laude Scriptorum (Yazıcılara Methiye) adlı risalesinde şöyle yazdı: “Kardeşler, sakın ‘matbaa sanatı bu kadar önemli kitabı aydınlığa çıkardığına ve ucuza dev bir kitaplık edinilebildiğine göre, elimizle kopya etmekle uğraşmanın ne anlamı var’ diye düşünmeyin. Emin olun, böyle söyleyen adam sadece kendi tembelliğini örtbas etmeye çalışıyor demektir.” Teknolojinin insanlığı tembelliğe ittiğine dair bu iddiayı okuduğumuzda, hesap makinesinden sonra çarpım tablosu ezberlemenin anlamsızlaşacağı veya gelecekte yapay zeka nedeniyle doğal zekanın atalete düşeceği korkusunu hatırlamamak elde değil.
Sadece yazıcılar değil, devrinin en zeki insanlarından sayılan ünlü düşünürler bile matbaaya karşı çıkabiliyordu. Basılı kitaplar Avrupa’yı sardığı sırada bile, 1690’da ünlü düşünür, matematikçi ve biliminsanı Gottfried Wilhelm Leibniz, Fransa Kralı 14. Louis’ye yazdığı bir mektupta şöyle demişti: “Gittikçe büyüyen korkunç kitap yığını, yeniden barbarlığa düşmemize yol açabilir.” Burada da başlıca geçim kaynağı olan bilginin, fazla sayıda insan tarafından paylaşılmasından korkan bir entelektüelin tepkisini görebiliriz.
Telefon, insanların uzak mesafelerden iletişimini çarpıcı bir şekilde değiştirdi. Aslında Graham Bell’in bu icadı 1876’da kamuoyuna açıklamasından önce, 1862’de Alman biliminsanı Philip Reis, sesleri yayan bir alet geliştirmiş ve buna, bugün de kullandığımız gibi “telefon” adını takmıştı. New York Times gazetesi, Graham Bell’in icadının açıklanmasından sadece iki hafta sonra, Reis’in bu yeni icadını eleştiren bir yazı yayımladı:
“Ya Prof. Reuss (isim gazetede yanlış yazılmış) kötü niyetle ve Avrupalı despotların kışkırtmasıyla bütün Amerikan kentlerine telefon dağıtacak olursa? Ya Philadelphia’ya bile gitme zahmetine katlanmadan bütün Amerikan yurttaşlarına istediklerini dinletirse? 100. yıl kutlamalarından (ABD’nin kuruluşunun 100. yılı dolayısıyla Philadelphia’da bir dünya fuarı yapılacaktı) artık ne bekleyebiliriz? Prof. Reuss’un karanlık hedefinin bu olduğunu söyleyemeyiz ama, Londra Kulesi’ndeki İngiliz kraliçesinden kumarhanesindeki Monaco prensine kadar bütün yabancı despotların ulusumuzun ilerlemesi ve refahı karşısında 100. yıl kutlamalarına telefonlarla saldırmak gibi bir komplo kurmaları hiç de imkansız değildir” (The New York Times, 22 Mart 1876).
Bize bugün komik gelen bu iddialar, günümüzde çeşitli dijital uygulamalarla dünyayı “kontrol etmeye” çalışan şu veya bu büyük güç karşısında duyulan korkuları hatırlatmıyor mu?
Telefon korkusuna bir başka örnek daha: İsveç, 1880’lerde telefonun hızla yayıldığı ülkelerden biriydi. Linköping Üniversitesi’ndeki teknoloji ve toplumsal değişim programını yöneten Prof. Lars Ingelstam’ın yazdığına göre, özellikle taşradakiler bu gelişmeden pek memnun değildi. Köylerde çoğu yaşlı insan, elektrik şokuna uğrama korkusuyla telefona dokunmaktan çekiniyor veya tam tersine, romatizmaları varsa aynı şoklarla iyileşeceği umuduyla telefonların bulunduğu köy dükkanlarına koşuyordu. Ancak en büyük korku kötü ruhları çağırması veya en azından yıldırım çarpmasına yol açması korkusuydu. Kırsal kesimde halkın “telefon akrobatları” dediği işçiler direklere tırmanıp hat çektikçe, bazı çiftçiler doğrudan sabotaja başvurup telleri ve direkleri söküyor, köy kiliselerinde vaizler telefonu şeytan aracına benzetiyordu. Lars Ingelstam’a göre, “Yeni teknolojiyle ilgili algıları zaman içinde yanlış çıktı diye bu insanlara aptal diyemeyiz.”
Aynı icat korkuya olduğu gibi coşkulu bir iyimserliğe, bütün sorunların çözüleceği duygusuna da neden olabilir. Elektrik ampulünün bulunuşu, insanların kısa süreliğine iyimser bir hezeyana kapılmasına örnek olarak gösterilebilecek bir hadiseydi. 1878’de Thomas Edison, Edison Electric Light şirketini kurduktan hemen sonra, ABD bir elektrik fırtınasına tutuldu. Bu modadan yararlananlardan biri de Cornelius Bennett Harnes’ın “elektrikli korsesi” oldu. Güya, manyetik çelik levhalarla yapılmış olan bu korse kadın sağlığına büyük yarar sağlayacaktı! Elektrikli korse, 1893’te yaratıcısının bir sahtekar olduğu ortaya çıkıncaya kadar kadınlar tarafından kapışıldı. “Elektrikli jartiyerler” de hem kadın hem erkeğe hitap eden bir başka icattı.
19. yüzyılın sonuna doğru, kullanıcılara elektrik şoku vermesi amacıyla çok sayıda ev aleti icad edildi. “Elektroterapi” aletlerinin en önemlisi olan diyotlarla döşeli “elektropatik kemer” doğrudan doğruya çıplak deriye sarılıyor, gün boyu kullananlara küçük şoklar veriyordu…
Yeni buluşların büyük coşkuyla karşılandığı pek çok örnek var. Meslela Osmanlı İmparatorluğu’nda telgraf hatlarının çekilmesini hatırlayalım. Böyle bir girişimin İstanbul’daki iktidar merkezinde nasıl bir heyecanla beklendiğini hayal edebiliriz: Artık en uzak vilayetlerde olan bitenler anında başkentte öğrenilecek, merkezden gönderilen emirler anında uzak köşelere iletilebilecekti. Öyle ki hatlar bağlandığında anıtlar bile yapıldı. Hayfa’da Hicaz demiryolları ve telgraf hatları için bir sütun dikildi. Şam’da Merce meydanındaki Telgraf Kulesi ise Raimondo d’Aronco tarafından tasarlanmıştı; üzerinde telgraf hatları yarı kabartmayla resmedilmiş, sütunun tepesine ise minyatür bir Yıldız Hamidiye Camii konulmuştu. Büyük bir altyapı yatırımının olduğu kadar, teknolojik bir yeniliğin de kutsanmasıydı bu sütunlar.
Yeni icatlara bakarak gelecekle ilgili hayal kurmak veya öngörülerde bulunmak, yeniliğin uygulanma alanlarını genişletir ve başka icatların önünü açar elbette. Ancak her tahmin de tutmaz. Örneğin, Eugene Vidal’ın alay konusu olan “700 USD’lik uçak” projesine bakalım. Amerikalı bir seçkin, olimpiyat atleti, havacılığın girişimci öncülerinden Eugene Vidal, 1930’larda ABD Havacılık Ticaret Bürosu’nun (bugünkü Federal Havacılık Dairesi’nin başlangıcı) başına getirildi. O tarih, ABD’de T modeli Ford otomobilinin orta sınıf için ulaşılabilir hale geldiği bir döneme denk geliyordu. Kasım 1933’te Eugene Vidal, Büro’nun yeni planını açıkladı: Uçak, artık T modeli Ford kadar sıradan bir kişisel ulaşım aracı hâline gelecek, 700 USD gibi bir fiyata satılacak, böylece gelecekte herkes evinin önündeki özel uçağına atladığı gibi istediği yere gidebilecekti. Büro, uçak üreticilerini bu proje için bir yarışa davet etti ama ortaya uygulanabilir bir sonuç çıkmadı. Zavallı Eugene Vidal 1969’daki ölümüne kadar hep “700 USD’lik uçak” projesi nedeniyle alaya alındı. Vidal’ın öngörüsü, gerçekleşene kadar yanlış diyebileceğimiz tahminlerden biriydi; çünkü gelecekte küçük kişisel uçakların ortaya çıkmayacağını kim kesinlikle iddia edebilir?
1980’lerde kişisel bilgisayar devrimi başladı. Jonathan Gatlin’in Bill Gates:The Path to the Future adlı kitabında anlattığına göre, o dönemde ABD’nin en büyük bilgisayar şirketlerinden birinin, Digital Equipment Corporation’ın kurucusu ve CEO’su Ken Olsen cesur bir iddiada bulunarak şöyle dedi: “Her insanın evinde bir bilgisayarı olması için hiçbir neden yoktur.” Bilgisayarın öncülerinden parlak bir mühendis ve biliminsanı olan Ken Olsen, artık bu talihsiz iddianın gölgesinde anılıyor.
Sonuç olarak, bazıları malumun ilanı da olsa genellemelere geçelim:
Birincisi, teknoloji tarihi, arka arkaya birtakım icatların ortaya çıkış yıllarını (bazen günlerini) sıralamak değildir; çünkü bütün yeniliklerin arkasında yıllara, yüzyıllara uzanan hayaller, çalışmalar, başarısızlıklar, deneyler ve şartların zorlamaları vardır.
İkincisi, her yenilik bir buzdolabı, bir çamaşır makinesi, hızlı bir iletişim aracı gibi insanlığı daha rahat bir hayata kavuşturmaz. Birçoğu radyasyon ışınlarının kullanımı gibi iki tarafı keskin kılıçtır. Kimisi ateşli silahlar, nükleer bombalar, hipersonik balistik füzeler, gaz odalarında kullanılan siklon gazı gibi saf öldürme araçlarıdır. Birçoğu pastörizasyon, tarım ilaçlarının bulunuşu gibi kurtarıcı ve yardımcı, ama zaman içinde gıdaları ve toprağı bunlardan temizlemek için neredeyse deli gibi uğraştığımız gelişmelerdir. Kömür veya petrolden enerji üretmek müthiş buluşlardır ama, bugün onlardan kurtulmak için kendimizi geride kalmış yel değirmenleri devrinde çare (rüzgar enerjisi) ararken bulabiliriz. Bazı gelişmeler de klonlama ve yapay zeka gibi nereye çeksen oraya gidecek yeniliklerdir.
Üçüncüsü ve en önemlisi, eşitsizlikleri, yoksulluğu azaltan, herkese özgürlük getiren, refahı ve barışı sağlayan bir teknolojik mucize gelmemiştir. Tabii belki bir gün o da gerçekleşir. AI sayesinde mi? Bilmiyoruz.