Meşhur, sevilen, büyük bir sanatçı olmak elbette zordur ama; tüm bir ülkenin, tüm kesimlerin ortak beğenisine mazhar olmak herhalde çok az kişiye nasip olur. Tarık Akan yaptığı filmler kadar politik duruşuyla, eğitimciliğiyle kalıcı etkiler yaratan müstesna bir insandı. Kimi yakın dostları, çalışma arkadaşları onun ardından, farklı alanlarda bıraktığı mirası yazdı.
Şöhret peşinde değil, inançlarının izinde…
80’lerin başıydı tanışmam Tarık Akan’la…
Ağabeyim, yönetmen Ali Özgentürk’ün has arkadaşlarından biriydi; “Sürü”, “Su da Yanar”, “Mektup”ta birlikte çalışmışlardı… Evlerden birinde, masaların ortasında, set ortamlarında pek çok zaman görüşürlerdi..
Ben de bu yüzden üniversiteli yıllarımın, ilk gazetecilik dönemlerimin ve orta yaşlı zamanlarımın pek çok anında çok yakın oldum Tarık Ağabey’le… Sahiden “Abi kardeş” kaldık..
Ama en çok da 2000’lerde sıkı sıkıya görüşürdük.. Göründüğü, inandığı tüm kalabalıklarda yan yanaydık.. Gezi’de, Gazi anmalarında, Nâzım’a selam toplantılarında, İstanbul’da, Moskova’da, Köln’de, Nâzım Vakfı’nın her kararında, cezaevi mağdurları için Silivri önlerinde, çok sevdiği Sinema Sevenler Derneği’ndeki (Çiçek Bar.. Ya da Arif’in Yeri) değişmeyen masasında…
Bu ülke tarihinin en duygusal, en kalabalık, en samimisinden bir cenaze töreniyle uğurladık onu….Yazılı, görsel, sosyal, dijital medya ve hayat, en tarihî biçimde yazdı, daha çok yazacak bu uğurlamayı…
Şair “En güzel hikaye henüz anlatılmamış olandır” der ama, bilin ki Tarık Akan’ın hikayesi, onurlu, yakışıklı ve güzeldir!
Tarık Akan.. Hayatımıza ve tabii ki sinemamıza ilk girdiği yılları şöyle bir hatırlayacak olursak, yakışıklıydı, bebek yüzlüydü, gözleri pek çok şeyi ifade ederdi.. Filmlerde o gözlerle aşık olur, acı çeker, neşelenir, hatta öfkelenirdi. Film bu ya, kötülük barınamazdı o yeşil gözlerinde… Omuzlarını düşürerek hatta boyunu gizlemeye çalışarak yürüse de, o hepimizden uzundu. Ve duruşunda bir masumiyet, bir mütevazılık saklıydı sanki.
Evet, evet… Tehlikesiz bir yakışıklılığı vardı. Dansa götürdüğü kızların içkisine ilaç koyan yakışıklılardan olmazdı hiç, genç kızların hayallerine bir beyaz atlı prens misali sızar, kartpostallara, dergi kapaklarına hatta duvarlara kazınırdı yüzü. Genellikle şımarığı, uçarıyı, kentliyi oynardı ilk filmlerinde. Bir fabrikatörün oğlu olurdu mesela. Ama aşk için babasının parasını elinin tersiyle ittiğinde ve ailesine sırtını dönüp yoksul ama iyi insanlara filmin zengin ve esas oğlanı olarak filmin yoksul ve esas kızına doğru yürüdüğünde alkışa boğulurdu salonlar. Filmin sonunda fabrikatör baba insafa gelir, yoksullardan özür diler, o da sevdiği kadına sımsıkı sarılırken bir “son” yazısı düşüverirdi perdeye. Yani, masal biter, seyirci kendi hikayesini yaşamaya devam ederdi.
İşte, biz böyle bir Tarık Akan tanıdık önce. Sonra, hem sinema hem o yeni bir yol, yeni bir yolculuk aradı. Bazen o yolun bulunduğu sanıldı. Bazen çıkmaza girildi. Bir aktörün yakın dostlarının da etkisiyle uslanmaz kimlik arayışıydı sanki. Ama oluyordu işte… Bazen yerin bin metre derinine iniyor, bazen dağların ardına çıkıyor, bazen de toprak ağalarına karşı geliyordu. Uçarılık ve şımarıklık geride kalmıştı artık. O çocuksu yüzüne acıyı bilen bir erkek, ülkeyi sorgulayan bir sanatçı yurttaş gelip oturmuştu. Artık aynı dili konuştuğu yönetmenlerin filmlerinde oynuyordu. Yılmaz Güney’le buluşuyordu yolu ve diğer yönetmenlerle devam ediyordu.
Sonra ortalık yeniden karardı. Tıpkı Tarık Akan’ın sinemaya ilk başladığı yıl olduğu gibi. 12 Mart’ın alacakaranlığında ilk filmlerini çeken Akan, şimdi yani sinema hayatının ikinci döneminde bir darbeye daha uyanıyordu. Ve yaşamı boyunca hep öfke duyacağı, sözünü sakınmayacağı bir yönetim. O da tutuklandı, o da hapis yattı. O da işkence gördü ve onun da kafası bitlendi.
Ve hayatın kısmen normalleştiği seçimler sonrası dönemde 12 Eylül’ü ya da karabasan zamanları hatırlatan filmlerde oynamaktan hiç çekinmedi.
Artık Yeşilçam da yoktu zaten. Senede bir elin parmakları kadar film çekilirken o da iki senede bir kamera karşısına geçer oldu. Taksicilik, eğitimcilik de vardı serde. Kartpostal çocuğu ve bebek yüzlü bir aktör olarak başladığı sinemada kendi içinde kalın bir duvar yıkarak gelip geçmiş deyim yerindeyse kendi yıldızını bulmuştu. Hiç peşini bırakmadığı, ışığından hep yararlandığı bir yıldız…
Tarık Akan şöhretine değil inançlarına sadık kalacaktı hep. “Yeşilçam salon filmlerinin yakışıklı prensi” olduğu günler de heybesindeydi, “memleketimizin insan manzaraları”nı yansıtan filmlerdeki yoksun ve yoksul karakterler de… Günlük yaşamında sorgulayıcı olmayı sürdürecekti usta. Bazen coşarak bazen de kırılarak, üzülerek, yüreği paramparça olarak… Ama hep umudunu koruyarak.. Omuz başında hissettiği dostlarıyla, göz hizasındaki sevenleriyle, milyonlara ulaşan sinema seyircileriyle… Ve yüreğindeki kelimeleri, gerçekleştirdiği ve hazırladığı hayalindeki projeleriyle…
Tarık Üregül’den bir başka Tarık yaratan, “Solan Bir Yaprak”taki Ferit’i reddetmeden, “Sürü”deki Şivan ya da “Karartma Geceleri”ndeki Mustafa’yla, “Yol”daki Seyit Ali’yle mucizevi bir değişim gösteren, dik duruşunu hiç bozmayan Tarık Akan..
Arif Keskiner
(Yazar, yapımcı, işletmeci)
Mustafa Kemal’den Nâzım’a uzanan yolda…
Tarık Akan’la aynı tarihlerde sinemaya başladık. Ben yapımcılığı, o oyunculuğu seçmişti. Arkadaşlığımız da rahmetli Zeki Ökten aracılığı ile gelişti. O sıralar Tarık “salon filmleri”nin aranan oyuncusuydu. Ardından “Hababamlar”la komedi dalında aranmaya başladı. 1977 yılı, sinemanın sansürle başının belaya girdiği günlerdi. Faşizan uygulamalar yüzünden iyi film yapılamaz hale gelmişti. Bir çok dernek kurulmuştu ama emekçiler haklarını alamıyordu.
İşte o günlerde Tarık Akan, Yavuz Özkan, Semra Özdamar ve Cüneyt Arkın öncülüğünde “Büyük Ankara Yürüyüşü” organizasyonu başladı. Ben, Zeki Ökten, Şerif Gören ve Fatma Girik de organizasyona katıldık. Türkan Şoray ve Kadir İnanır da Eskişehir’deki işlerini bırakıp Kızılcahamam’da bizlere katıldı. Böylece 500 kişilik bir Yeşilçam grubu olarak “Büyük Ankara Yürüyüşü’nü gerçekleştirdik. Bu yürüyüşten büyük dostluklar doğdu. O dostlukların sonucu Tarık Akan, Cüneyt Arkın, Yavuz Özkan ve ben meşhur “Maden” filmini yaptık. Film emekten yana, sosyal içerikli bir filmdi. Antalya Festivali’nde 7 ödül birden almıştı ve Tarık Akan “En İyi Oyuncu” seçilmişti.
Bu filmle birlikte Tarık daha çok sosyal sorunlara yönelik filmler yapmaya başladı. “Sürü”, “Pehlivan”, “Karartma Geceleri”, “Ses”, “Adak”, “Çözülmeler” gibi filmlerde oynayarak ulusal ve uluslararası bir çok ödül kazandı. Artık evrensel bir oyuncu olmuştu. Çok okuyordu. Oyunculuğunun dışında ülke sorunlarıyla da ilgilenmeye başlamıştı. Emekten yana bir sosyalistti artık. 1 Mayıslarda işçilerle kol kola yürüyordu. Barış Bildirisi’ni imzalayıp mahkemelerde yargılanıyordu. Almanya’da yaptığı bir konuşmadan sonra hapishanelere atılmış, işkenceler görmüştü. Bunların hepsini Anne Başımda Bit Var adlı kitabında topladı. Kitabın gelirini de kurucularından olduğu ve bir ara başkanlığını da yaptığı, ölümüne kadar da ikinci başkanlığını yürüttüğü Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’na bağışladı. Yine vakıf için, Köy Enstitüleri de dahil, beş belgesel yaptı. Nâzım sevgisinin dışında, en büyük aşkı Mustafa Kemal Atatürk’tü. Onun ilkelerine sadık ve hayrandı. Ülkenin geleceğini çağdaş nesiller yetiştirmekte görüyordu. Bu yüzden bütün varını-yoğunu harcayarak, bütün zorluklara göğüs gererek, doğduğu Bakırköy’de Taş Mektep Eğitim Kurumları adı altında ülkemizin en önemli kolejini kurdu. Her gün onlarla haşır neşir olmaktan mutluluk duyardı. Kompleks- siz bir insandı. Alçak gönüllüydü. Kısacası çiçek gibi, güzel bir dosttu.
Sanatında ise onu farklı kılan, sinemanın hemen her türünde başarılı olmasıydı. Oynadığı karakterler arasında büyük dramlar yaşayanlar da vardı, eşsiz komediler de. Diğer yandan halkın farklı kesimlerine kucak açmıştı. Önce salon filmleriyle herkesin sevgisini kazandı, ardından emekçilerin arasında yer aldı. Tavizsiz, inandığını savunan muhalif kimliği, sanat dünyasında da onu farklı bir yere koymuştu.
Yokluğunu nasıl dolduracağız, bilemiyorum; ama onurlu duruşu, insan hakları ve demokrasi için verdiği savaş ve emekten yana kişiliği ile gelecek kuşaklara örnek olacağı kesin. Onu hiç unutmayacağımız da.
Kıymet Coşkun
(Yazar, Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı Başkan Vekili)
Nâzım Hikmet Vakfı tek gerçek örgütüydü.
Otuz yıla yaklaşan ve birlikte çalışmanın ötesinde, ailece kurulan bağlara yol açan bir yoldaşlıktı bizimki! Bu yoldaşlığın tutkalı ise Nâzım Hikmet sevdası oldu.
12 Eylül’e karşı yükseltilen mücadelelerin içinde duraksamadan yer alan Tarık Akan, Nâzım Hikmet’in “Yurttaşlık Hakkı” kampanyalarına da destek verdi. 1987’de başlayan bu süreç Nâzım Hikmet Vakfı’nın kuruluşuna değin sürecekti.
Nâzım Hikmet’in kız kardeşi Samiye Yaltırım’ın çağrısıyla bir araya gelen Mehmet Ali Aybar, Mahmut Dikerdem, Emil Galip Sandalcı, Kemal Sülker, Moris Gabay, Yusuf Kurçenli gibi aydınların arasındaydı.
Vakfın kuruluş amacı, Nâzım Hikmet’e ait yeryüzünde yaygın ve dağınık halde bulunan her türlü bilgi ve belgeyi biraraya getirmek, Nâzım’a yönelik haksızlıkların giderilmesini sağlamak ve hakettiği yeri vererek onu gelecek kuşaklara aktarabilmekti. Akan da bu amaç doğrultusunda vakfın kuruluşu için oluşturulan sekretaryada duraksamadan görev aldı. Çalışmalar, bugün çoğu aramızda olmayan dostlarımızla birlikte Prof. Aydın Aybay’ın başkanlığında başladı. Ressamlar resimlerini bağışladılar, tiyatrocular oyunlarının gişe gelirlerinden, yazarlar, şairler kitap teliflerinden katkıda bulundular. Sanatçılar Nâzım şarkıları ve şiirleriyle destek verdiler bu oluşuma.
Nâzım Hikmet Vakfı’nın kurucu başkanı, Nâzım Hikmet’in kızkardeşi Samiye Yaltırım evlatları ve torunlarıyla birlikte bu etkinliklerin hepsine katıldı ve ev sahipliği yaptı. Tarık Akan da bu toplantıları kaçırmayan üyelerdendi. Türk halkına, Nâzım Hikmet’i bir yanlara çekiştirmeden ama tüm yönleriyle; siyasi duruşu, mücadelesi, şiiri, senaristliği, romancılığı, gazeteciliği, oyun yazarlığını anlatan, onu yaşatan programlar titizlikle düzenlendi. Yuvarlak masa toplantıları, paneller, sergiler, söyleşiler, konserlerle Nâzım Hikmet yaşatılıyor, yayın faaliyetleri başlatılıyordu.
Nâzım Hikmet’in 100. doğum yılı çalışmaları da çok yoğun geçti. Kültür Bakanlığı’na başvuru yapılarak UNESCO’nun 2002 yılını “Uluslararası Nâzım Hikmet Yılı” olarak dünyaya önermesi kararı aldırıldı. Kararın duyurulmasıyla da Nâzım Hikmet tüm dünyada anma programlarına alındı. Vakıf gerek Türkiye’de gerek dünyanın birçok bölgesinde programlar yaptı, yapılanlara katkı sundu, işbirlikleri sergiledi.
2000 yılında başlayan Nâzım Hikmet belgeseli çalışmalarında da aktif biçimde yer aldı Tarık Akan. Kafasında daha birçok proje vardı ama, elindeki çalışmalar bitince Nâzım Hikmet projesine başlayacaktı. Zaten çok sayıda kişisel tanıklık çekimleri yapılmıştı, ama yine de aceleye getirmek istemiyordu. Ancak sevgili Tarık’ın hastalığı başladı ve diğer belgesel çalışmalarıyla birlikte bu proje de iyileşene değin askıya alındı.
Nâzım Hikmet Vakfı, günümüze değin çok şey yaptı. Ancak hep ekonomik sıkıntılarla boğuştu. Kendisinden sonra kurulan pek çok kültür vakfı birer birer kapanmak zorunda kalırken yine de ayakta kaldı. Bu da başta Tarık Akan olmak üzere birçok üyemizin kolektif özverisi ve dayanışmasıyla açıklanabilir. Başta Tarık Akan diyorum, çünkü ne zaman başımız sıkışsa başvuru kaynağımız oldu. 12 Eylül anılarını yazdığı çok ses getiren Anne Kafamda Bit Var adlı tek kitabının ilk baskılarının telif gelirlerini de vakfa bağışladı. Son yıllarda “Benim gerçek anlamda üyesi olduğum tek bir örgütüm var, o da Nâzım Vakfı” diyordu. Vakfın yeni binası 15 Ocak 2016 günü Şişli Belediyesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Evi olarak açıldı. Hepimiz çok mutluyduk ama buruk bir mutluluk. Arkadaşımız, dostumuz, yoldaşımız hastaydı. Ama kimsenin de hastalığını bilmesini istemiyordu. Çok direndi. Yorgunluğuna karşın son ana kadar hemen hemen bütün toplantılara katıldı.
Metin Deniz
(Tasarımcı, yazar, sanat yönetmeni)
Kitap sevgisi ve hayali gerçek oldu.
Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı, Taksim- Sıraselviler’deki yerinden atılınca uzun süre mekânsız kaldı. Ta ki Şişli Belediyesi, Şişli Halide Edip Mahallesi’nde yeni ve boş bir binayı vakfımıza tahsis edinceye kadar. Bu vakıf için umulmadık bir armağandı.
İçinde bir tiyatro salonu da bulunan bu bina tasarlanırken işlevleri pek belirlenmiş görünmüyordu. Çok büyük boş alanlar vardı ve vakıf için oldukça büyüktü. Binanın tamamının vakfın ihtiyaçlarına cevap verecek hale getirilmesi gerekiyordu.
Yeni konsept içinde, sevgili Tarık Akan’ın özellikle üstünde durduğu mekân “150-200 bin kitap” kapasiteli bir kütüphane idi. 250 m2 ayrılmış alan için oldukça yüksek bir kitap sayısı… Bir konuşmasında 200 bin kitabı -bırakın mekânı- nasıl temin etmeyi düşündüğünü sordum. “Metinciğim, 200 bin olmazsa 150 bin olur. Bunu da ben bulurum” dedi.
Belediye Başkanı Sayın Hayri İnönü’ye “Kütüphane de yapacağız” sözü verilmişti. Tarık, bir süre sonra beni Çiçek Bar’a davet etti ve bir dostla tanıştırdı. Sayın Günay Çapan. “Kütüphaneyi artık kafana takma, işte Günay arkadaşımız her türlü masrafını karşılayacak” dedi. Kitaplar ise bağış ile toplanacaktı. Proje çizildi, 50-60 bin kitap kapasitesi çıktı. Kitap rafları bitmeden bağışlar akmaya başladı. Pek heyecanlı idik. Kullanışı çok kolay bir kitaplığımız olmuştu. Daha inşaat sürerken öğrenciler kitaplığımızı doldurmuştu. Her toplantı öncesi kitaplığa çıkıp, bugün kaç öğrenci var diye bakıyorduk.
Sanırım şu an 50-60 bin kitabımız var. Her gün bu sayı artıyor. Keşke Tarık Akan’ın dediğini yapabilseydik. Gelecekte yapılacak bir tadilatla Tarık’ın söylediği sayıya ulaşabiliriz, kimbilir… Tüm sevenleri onun meziyetlerini, özelliklerini anlattı, yazdı. Ben de kitap sevgisini hatırladım.
Ali Akdoğan
(Özel Taş İlköğretim Okulu Müdürü)
Bilimsel eğitimi yeni kuşaklara taşıdı.
Tarık Akan, sanatının zirvesinde olduğu 1991 yılında, beklenmedik bir atılımla, kendi toplumsal bakış açısını yansıtmaya ve ilerletmeye hizmet edecek olan eğitim işine girişti. Bakırköy’de kendinin de bir zamanlar ortaokulu okuduğu tarihî binayı restore ederek Taş Okul’u kurdu. Akan, uzun yıllardan beri, ulusal eğitimin olduğundan daha kaliteli bir şekilde yapılması gerektiğine inanıyordu. Onun eğitim ile ilgili düşüncelerinin temelini, ülkemizde maalesef zamanla silikleşen Atatürkçü ve laik eğitim anlayışı belirledi.
Tarık Akan’a göre eğitim öğrenciye soru sormayı teşvik eden, buna kapı aralayan zorlu, meşakkatli bir süreçti. Bu süreçte demokrasinin kazanımlarından ve Atatürk ilkelerinden asla taviz verilemezdi.
Ona göre, kısa sürmüş fakat etkisini kısmen de olsa hâlâ devam ettirmekte olan Köy Enstitüleri, dönemin koşulları göz önünde bulundurulduğunda, hayli zorlu fakat topluma malolmuş bir süreçtir. Köy Enstitüleri’nin çoklu beceri kazandırma modelini iyi bir örnek olarak görür ve benimser. Kendi okulunun yapılanmasını da bir nevi Köy Enstitüleri modeli olarak görür. Bu bakış açısı, romantik ya da nostaljik bir atıftan çok, ilerici ve mücadeleci bir tavırdır. Ancak bir okul açmanın fiziksel bir çerçeve oluşturmaktan öte bir anlamı olduğunun da bilincindedir.
Öncelikle sürekli seyahat eden diplomat çocuklarının eğitimindeki aksamayı ortadan kaldırmak amacıyla kurulmuş Uluslararası Bakalorya Organizasyonu’nun (International Baccalaureate Organization) İlk Yıllar Programı’nı (Primary Years Programme) ekibi aracılığıyla keşfeder. Bu program, öğrencileri kaliteli sorular sormaya yönlendiren, hayatı sorgulatarak becerileri geliştirmeyi amaçlayan güçlü, demokratik, idealist bir programdır. Bu programın gereklerini yerine getirmek için, öğretmen eğitiminin de en az öğrenciler kadar önemli olduğunun farkındadır. Bu yüzden, öğretmen eğitimine de büyük destek vermiştir.
Tarık Akan’ın bir okul kurucusu olarak, eğitim-öğretim işlerini de demokratik bir tutumla ele aldığını, eğitim işlerini tamamıyla güvendiği kadrosuna bıraktığını, bununla beraber bu kadronun da onun eğitim anlayışını yansıttığını görmekten mutlu olduğunu söylemeliyim. Bir görüşmesinde Akan, okulda elde edilen başarının adresini şu cümlelerle belirler: “Elde ettiğimiz başarı, bu işe emek veren öğretmenlere aittir. Evet, ben bu okulun sahibiyim ama eğitimci değilim. Ben bu okuldaki herkesin bir hedefe, aynı noktaya bakmasını sağlarım. O noktayı da ben belirlerim. Amacım budur. O hedefe nasıl ulaşılacağını ise öğretmenlerime bırakırım. Bu yüzden de elde ettiğimiz başarının tamamı öğretmenlerime aittir” (Hürriyet IK, 12 Ağustos 2007).
Tarık Akan ezberci eğitime de karşı bir duruş sergiledi. Ona göre ezbercilikten demokratik ve sorgulayıcı bir tavır üretilemez. Okulunda ezbere dayalı olmayan, sorgulamaya dayalı bir eğitim-öğretim modelinin varlığından hep gururla söz etti.
Öğretmenlere ve onların duruşlarına saygıyla yaklaşırken kendi rolünü de en ince ayrıntısına kadar belirlemişti. “Bizim öğretmenlerimiz, önce çocuğu iyi analiz eder. Onun gramajını, eksiklerini belirlerler. Buna göre eklenmesi gereken ne varsa, eklerler. Bu iş matematik gibidir ve başarı bu şekilde gelir. Bizim bu sistemimizden anne – babalar da memnun. Bir çocuğun dereceye girmesini tüm okula maletmek yanlış olur. Bu, onun kişisel başarısıdır. Aklının, kültürünün, bilincinin sonucudur. Biz hiç Türkiye birincisi çıkaramadık. Amacımız da bu olmadı. Biz bütün bir başarıdan bahsederiz. Önemli olan tek kişinin başarısı değil, herkesin başarısını sağlayabilmektir. Bizim de hedefimiz bu” (BOSCH Rextroth, 2010, 1. Bülten) diyerek okulculuğu döneminde öğrencilerin kişisel başarısı üzerinden kurumsal yarar devşirmeye çalışanları da eleştirmişti.
Akan’ın 66 yıllık yaşamında eğitimle ilgilendiği dilim, çocuk sevgisi, geleceğe olan umut, öğretmenlere duyduğu inanç ve Mustafa Kemal Atatürk’ün “Benim manevi mirasım bilim ve fendir” sözü çerçevesinde şekillendi.
Umur Burgay
(Tiyatrocu, dramaturg, yazar)
Yılmaz bir savaşçı, sonuna kadar sanatçı!
Tarık’la 1974’te Rıfat Ilgaz’ın ölümsüz eseri Hababam Sınıfı’nın ilk senaryosunu yazmam için Ertem Eğilmez tarafından evine çağrıldığımda tanıştım. O geniş kadroda kimler yoktu ki… O dönem tiyatrolara ilginin azalması, ülkenin usta oyuncularını sinemaya yöneltmişti. Adile Naşit, Münir Özkul, Halit Akçatepe, Kemal Sunal…
Bu saydığım isimlerin çoğu gibi Tarık da, Arzu Film’de kadrolu oyunculardan biriydi. Ertem Bey beni Devekuşu Kabare tiyatrosuna yazdığım oyun ve skeçlerden gözüne kestirmiş, Halit Akçatepe de “O yazar Ertem Abi” diye hararetle desteklemiş. Ertem Eğilmez her filminde iyi kadrolar kuran, hangi oyuncudan neler alabileceğini iyi hesaplayan, özellikle de komedilerde çok başarılı bir yönetmendi. İnek Şaban’ı Kemal’e, Güdük Necmi’yi Halit’e ve elbette Damat Ferit’i Tarık’a yakıştırması bu başarısını simgeler. Yazdığım senaryoyu çok beğendi, kendi de çok iyi yönetti. Tarık’ın ve diğer tüm oyuncuların da müthiş performansıyla film o dönemin 1 numarası oldu. Tarık daha sonra Yılmaz Güney’in etkisiyle Arzu Film’den, dolayısıyla kadroluluktan ayrıldı. Yılmaz Güney “Onlar Yeşilçam’sa biz Kızılçam’ız gardaş” diyordu.
Tarık, ülkesinin yüzü Batı’ya dönük, Atatürkçü aydınlarından biriydi. İnandığı her davanın gözünü kırpmadan içinde oldu. Solculukla anti-emperyalist ulusalcılığı özümsemiş, “sanatçı” sıfatını sapına kadar haketmiş, alçakgönüllü, arkadaş canlısı biriydi. Onunla 12 Eylül darbesine karşı kaleme alınan Barış Bildirisi’nde, İstanbul’dan sansüre karşı yola çıktığımız “Büyük Ankara Yürüyüşü”nde, 1 Mayıslarda omuz omuza Taksim mitinglerinde, ödül törenlerinde, Silivri işkencehanesinin kapılarında, en son Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’nın yönetim kurulunda hep beraber olduk. Sen yapacağını yaptın, artık nöbet bizde.